Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Yakın Tarih Boyunca Propaganda ve Strateji


Öne çıkan mesajlar

Mesaj tarihi:
YAKIN TARİH BOYUNCA PROGRAM VE STRATEJİ
Millî programı, Millî stratejiyi ve siyasetleri oluşturmak, hükümetlerin işidir.

Rejimden ve siyasal iktidardan bağımsız soyut bir güvenlik kavramı yoktur. Güvenlik, her zaman ülkenin önüne konan programın, millî hedefe götüren stratejinin güvenliğidir.

Türkiye'nin güvenlik stratejileri, yakın geçmişte 1920, 1945, 1980 ve 2007 yıllarındaki dönüm noktalarında kararlaştırılan programlara ve genel stratejilere göre belirlendi.

Yazının Tümü

1. İstiklâl Savaşı'nın stratejisi ve güvenliği
Kurtuluş Savaşı yıllarında, İstanbul'daki Osmanlı hükümetinin stratejisi, Padişah Vahdettin'in saltanatını korumak ve Padişahın mülkü sayılan memleket topraklarını, İngiliz mandası altında mümkün olduğu kadar bir arada tutmaktı. Güvenlik ise, bu hedeflere ulaşmanın güvenliği idi.

Ankara'da 23 Nisan 1920'de kurulan Devrimci Millî Hükümetin stratejik hedefi ise, İstanbul'daki padişah hükümetini yıkmak, vatanı düşmandan temizlemek ve tam bağımsız Türkiye'yi kurmaktı.

Bu hedefe ulaşmak için uygulanacak savaş stratejisini Mustafa Kemal Paşa, şöyle belirlemişti: "Doğuda bir istinatgâh yaratarak, İzmir'i kurtarmak." [6] Mustafa Kemal Paşa, vatanı kurtarabilmek için, Anadolu'da devrimci bir hükümet kurmayı, başka deyişle Saltanatı etkisiz hale getirmeyi öncelikli hedef olarak belirlemişti. Çünkü düşmanı yenmek için ülkenin bütün imkân ve kabiliyetini harekete geçirmek şarttı; bu da ancak millî bir meclis ve millî bir hükümetle olanaklıydı. Bu açıdan İstiklâl Savaşı'nın stratejisi önce siyasal devrim, sonra askerî harekât idi. Şöyle de ifade edilebilir: Önce kuruluş, sonra kurtuluş. Devrimi anlamayan "Aydınlanmacı" araştırmacı ve yazarlarımız bu denklemi başaşağı çevirmiş ve "Önce kurtuluş, sonra kuruluş" gibi bir formül üretmişlerdir. Bu Aydınlanmacılarımız, Kemalist Devrime "Aydınlanma Devrimi" adını takarken de, aslında siyasal devrimin kilit rolünü örtbas etmişlerdir.

Önce Prof. Dr. Bülent Taner'in ortaya attığı ve sonra değerli İlhan Selçuk'un pek sık kullandığı "Önce kurtuluş, sonra kuruluş" formülü ve "Aydınlanma Devrimi" adlandırmaları, Anadolu İhtilâli gerçeğine aykırıdır. Her iki kavram da, İstiklâl Savaşı'nın iki olmazsa olmazını bugün gözlerden uzak tutmak için kullanılmıştır: Birincisi, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. İkincisi, Müdafaai Hukuk Cemiyeti aracılığıyla öncüleri partide örgütlemektir.

Devrim ve parti eksenindeki bugünkü stratejik tartışma, İstiklâl Savaşı başında da yaşanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, 16-21 Haziran 1919 Amasya Komutanlar Toplantısı'nda ve 16-29 Kasım 1919 Sivas Komutanlar Toplantısında, Anadolu'da bir devrimci hükümet kurmanın, kurtuluş için belirleyici olduğunu savunmuş ve bu amaçla bir parti örgütlemeyi zorunlu görmüştür. Ali Fuat Paşa, hatıralarında kendisinin ve arkadaşlarının bu stratejik önceliğe karşı çıkarak, önce silahlı kuvvet örgütlemeyi savunduklarını belirtir ve Atatürk'ün haklı olduğunu teslim eder. Bu konuda özellikle Sivas Komutanlar Toplantısı'nda, Mustafa Kemal Paşa bir tarafta, Karabekir Paşa ve Rauf Bey karşı tarafta olmak üzere çok hararetli tartışmalar yaşanmıştır. [7]

İstiklâl Savaşımızın güvenlik stratejisi ise, bu mücadelenin zafere ulaşmasının güvenliği idi; elbette en başta Ankara'daki Millî Meclisin, Devrimci Hükümetin ve Ordunun güvenliği idi.

Aynı tarihsel anda, aynı ülkede iki ayrı hükümet, ülke güvenliği kavramını birbirine karşıt zeminlerde tanımlamışlardı. Ankara'daki devrimci hükümetin güvenliği, Padişah hükümetinin etkisiz hale getirilmesi ve yıkılmasına bağlıydı. Padişahın güvenliği ise, "asî" olan Mustafa Kemal Paşa'nın yakalanmasını ve idam edilmesini gerektiriyordu. Her iki taraf, kendi güvenlik tanımının gereği olarak kendi mahkemelerinden birbirleri hakkında idam kararı çıkartmışlardı.

Bu tecrübe unutulmamalıdır. Bir ülkede bütün sınıf ve güçlerin ortak bir programı ve stratejisi yoktur. Bütün toplumun çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik bir "ulusal strateji" yoktur. Milletin stratejisi ile emperyalizm işbirlikçilerinin stratejisi ortak değildir; karşıt konumlardadır. Damat Feritlerin stratejileri ile Mustafa Kemallerin millî stratejileri arasındaki düşmanlıkta yaşandığı gibi; bugün de durum aynen öyledir.

2. Cumhuriyet'in stratejik hedefi ve güvenliği
Devrimle kurulan genç Cumhuriyetin stratejik hedefi, İstiklâl Savaşı zaferinden sonra Ortaçağ kalıntılarını tasfiye ederek çağdaş, halkçı bir devlet ve toplum kurmak oldu. Güvenlik stratejisi de, bu hedefe ulaşmanın güvenliği idi. Cumhuriyet ordusu, İstiklâl Savaşı'nın kazanılmasından sonra iç cephede saltanat artıklarına ve iç gericiliğe karşı mevzilendi ve uygulamalarda bulundu. O dönem güvenlik açısından temel mesele, Kemalist Devrimin başarıyla ilerlemesiydi. Devrimin güvenliği her şeyin üzerindeydi ve her şey devrimin güvenliğine bağlıydı.

Vatan savunması, bir bakıma devrimin savunulmasıdır. Çünkü vatan devrimle kurulmuştu. Atatürk'ün 1927 yılında CHP 2. Büyük Kongresi'nde okuduğu Büyük Nutuk, Cumhuriyet'in stratejik programını ve bu hedefe ulaşmanın siyasetlerini açıklıyordu. En sondaki Gençliğe Hitabe, aynı zamanda bir güvenlik stratejisi belgesidir. Bütün kaleler zaptedilse, ordu yenilse, polis düşmanın elinde olsa bile gençlik boyun eğmeyecek ve isyan ederek devrimin güvenliğini sağlayacaktı. Dikkat edilirse, Atatürk'ün güvenlik stratejisi, hükümete körü körüne itaati değil, devrime bağlılığı esas alıyordu. Atatürkçülük de özet olarak budur zaten. "Atatürkçülerimizin", subay olan "Atatürkçülerimiz" dâhil, çoğunlukla anlayamadıkları ya da unuttukları büyük gerçek de budur.

1945'e kadar uzanan Cumhuriyetin devrimci döneminde, Türkiye'de tek bir program ve tek bir strateji yoktu elbette. Atatürk'ün önderliğindeki devrimin strateji ve güvenliği ile devrime karşı koyan emperyalist işbirlikçisi gerici ve bölücü güçlerin strateji ve güvenliği birbirine karşıttı. İstiklâl Savaşı'nda Ankara'daki devrimci millî hükümetin karşısında nasıl padişah hükümeti varsa, savaştan sonra da onun yerini Batı işbirlikçisi gericilik ve bölücülük aldı. Ancak hükümet, artık devrimci millî güçlerin elindeydi. Bütün devrimler gibi Kemalist Devrimin hükümeti de, iç gericiliğe ve bölücülüğe karşı devletin yaptırım gücünü kararlı olarak kullandı ve kalkışmaları uslandırma ve bastırma (tedip ve tenkil) harekâtlarıyla cezalandırdı. O zamanın saflaşması bugün de devam etmektedir. Cumhuriyet Devriminin bastırdığı İngiliz işbirlikçisi gerici ve bölücü harekâtların liderleri o zaman idam edilmişti; bugün heykelleri dikiliyor. Bu olay, iki karşıt programı, iki karşıt stratejiyi ve karşıt güvenlik anlayışlarını ortaya koymaktadır.

3. Atlantik stratejisi ve güvenliği
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra program ve strateji değiştirdi; Atatürk'ün devrimci halkçı millî programını terk etti ve Atlantik stratejisine bağlandı. Hedef, "Küçük Amerika olacağız" diye belirlendi. Palazlanan yeni işbirlikçi hâkim sınıflar, ABD işbirliğiyle zenginleşmek için Atatürk'ün devrimci programından kurtulmak istiyorlardı. Bağımsızlık, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik giderken, Liberalizm ve sahte "demokrasi" geliyordu. "Demokrasi"ye 1946 yılında işçi sınıfını temsil eden partiler kapatılarak ve yöneticileri hapislere atılarak geçildi. O "demokrasi"de Nâzım Hikmetler hapishanelerin demirbaşıydı; Sabahattin Alilerin başları taşlarla eziliyordu.

3.1. Devrimin güvenliğine ilişkin vasiyetin terki
Atatürk, bütün devrimciler gibi, karşıdevrim tehlikesini görmüştü. Nutuk, Bursa Nutku ve somut olarak son vasiyeti bunu gösterir. Büyük Devrimci, son zamanlarında Başbakan Celal Bayar, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve yakın arkadaşı Kılıç Ali'ye bir arada, "Sovyetler Birliği ile dostluk siyasetinde ısrar etmelerini" vasiyet etmişti. Yine son görüşmelerinde İsmet İnönü'ye ve Harp Okulu sıralarından beri yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa'ya (Cebesoy) aynı uyarıyı tek siyasal vasiyet olarak tekrar etti. Cumhuriyetin önde gelen bütün bu devlet adamları, hatıralarında Atatürk'ün Sovyetler ile dayanışma vasiyetini anlatmakta ve birbirlerini doğrulamaktadırlar. [8]

Atatürk'ün "tek vasiyet" dediği bu büyük öngörüsü uygulanmadı ve Türkiye 1945 sonrasında Kemalist Devrimden vazgeçerek, en sonunda Fethullahları iktidara çıkartan sürece girdi. Vasiyet gerçekten tarihsel önemde imiş; o zamanın dünya dengelerinde, Sovyet dostluğu devrimin güvenliği için şartmış. Türkiye, Batılı emperyalistlerin Atlantik sistemine bağlanırken, kendi devriminden de vazgeçiyordu. Çünkü o devrim, emperyalizme ve feodalizme karşı yapılmıştı. Oysa Atlantik sistemi içinde, siyasal iktidar emperyalizm işbirlikçisi sermayenin ve feodallerin eline geçti.

Ülkemiz, ABD merkezli "Sovyet tehdidi" kampanyalarıyla ABD'nin denetimine sokuldu ve Kemalist Devrim rotasından çıkarıldı. [9] Artık "millî" denen program ya da "millî" denen siyaset, emperyalizmden bağımsız olmak değil, dünyanın en büyük emperyalistine bağlanmaktı. İçte ise Ortaçağ ilişkilerinden kurtulma programının yerini; ağalığı, şeyhliği geliştirmek ve bu gerici güçlere dayanmak aldı. 1945'ten sonra Türkiye, düşmanlarını ve mevzilenmesini, Atatürk Devriminin millî hedefine göre değil, ABD'nin hedefine göre belirledi. Hele 1952 yılında NATO'ya girilmesiyle birlikte, Türkiye Atlantik kazığına bağlanmış oldu. Zaten hedefi belirleyen de Türkiye değil, ABD idi. ABD emperyalizminin düşmanları Türkiye'nin de düşmanları oldu. Türkiye, kendi millî programını terk ederek, ABD emperyalizminin genel programına ve stratejisine eklemlendi. O kadar ki, bu sürecin başında hem CHP hem de DP iktidarları, önümüze "Küçük Amerika olacağız" hedefini koydular. Önce İsmet Paşa'nın genç bakanı (Nihat Erim) söyledi bunu; arkasından 1950 yılında Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar. "Küçük Amerika", Türkiye değildi; ABD'nin küçüğüydü.

3.2. Atatürk Devriminin yerini NATO "konseptleri"nin alması
Türk Ordusunun gönlünde Atatürk Devrimi olsa bile, stratejiyi artık Atlantik sistemi belirleyecekti. Stratejiyi NATO belirleyince, Orduda Atatürkçülük de, Atlantik sisteminin içinde ve NATO'nun ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilmeye çalışıldı. ABD emperyalizmi, Türkiye'de stratejik olarak Kemalist Devrimin yıkımını öngörüyordu. Bu durumda Atatürkçülüğün çağdaşlaşma amacı, Batı emperyalizmiyle işbirliğine indirgendi. Cumhuriyet'in stratejik devrimci görevleri bordadan aşağı atıldı. Ortaçağ'dan kurtulmanın yerini, Ortaçağ güçleriyle uyuşma aldı. Ordunun okullarında ve akademik kurumlarında, "millî siyaset" başlığı altında ABD emperyalizminin strateji ve siyasetinin öğretilmesine başlandı. Türk subayının millî kimlik ve felsefesi adım adım bozuldu. Bu uygulama çeşitli teorik ve stratejik safsatalarla yürütüldü. Örneğin dünyada "büyük siyaset" belirleme kudretinin yalnız büyük devletlerde olduğu kabul edildi. Bu durumda Türk Ordusu da bağlandığı NATO sisteminin tepesinde oturan ABD emperyalizminin genel siyasetinin çerçevesi içinde düşünür ve alt stratejiler üretir hale geldi. Türk Ordusunun ve Türk subayının stratejik esaret dönemine girilmişti. Çoğu Kemalist, çoğu ulusalcı bile, dikkat edilsin, Atlantik stratejisine esaretten kurtulmuş değildir. Atatürkçülük adı altında yapılan iş çoğu zaman Natotürkçülüktür.

ABD sistemi içinde yer alan 1945 sonrası yönetimleri ve ordu, Atlantik stratejisine bağlanarak, o zaman açıkça saptanmasa bile Kemalist Devrimi tasfiye stratejisine teslim oldular. Bağımlılaşma ve gericilik dönemi, "Çok parti" ve "demokrasi" masallarıyla yürüdü.

NATO, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra daha iyi anlaşıldığı üzere, ABD'nin üye ülkeleri denetleme aracı olarak işlev görmüştür. ABD, üye ülkelere kendi stratejisini NATO üzerinden dayatmıştır. NATO, aynı zamanda gizli bir hükümet örgütlenmesidir. İtalya'daki adıyla Gladyo, yeraltındaki NATO'dur ve üye ülkeleri yönetme aracıdır. [10] Gladyo, NATO ülkeleri içinde en etkin örgütlenmesini Türkiye'de kurdu. Gladyo'nun Türkiye'deki kanlı faaliyeti, NATO ülkelerinin bütününden daha kapsamlı ve derin olmuştur.

Millî programın değişmesiyle birlikte güvenlik stratejisi de değişti. NATO aracılığıyla ABD'nin ve işbirlikçilerinin güvenliği, Türk Ordusunun görevi oldu. Arkamızdaki "Küçük Amerika" sürecine bakıp sormamız gerekir: NATO, bizim ülkemizde neyin güvenliğini sağladı? Cevap, son 65 yılın büyük dersidir: NATO, Türkiye'de Kemalist Devrimi yıkma stratejisinin güvenliğini sağlamıştır. NATO'ya bağlanan Türk Ordusu da bu dönemde esas olarak Cumhuriyet Devrimi'ni savunma görevini, 27 Mayıs Devrimi dönemi dışında, yerine getirememiş, Cumhuriyet Devriminin yıkımına nezaret etmiştir. Türk Ordusu, ABD işbirlikçisi iktidarların yönetiminde, Kemalist Devrimin felsefe, program ve stratejisinden adım adım koparılmıştır. NATO döneminde, Türk Ordusunun kurum olarak önceliği adım adım NATO stratejisine bağlılığa dönüşmüştür. Başka deyişle ABD çıkarları, millî çıkarları gölgelemiştir. Kemalist Devrime bağlılık, ikinci plana düşmüştür.

Bu süreç kolay yürümedi elbette. Türk Ordusu, devrimci birikimiyle sürece direndi. Ordunun, hâlâ küresel beylerin arzuladığı kıvama getirilemediği de bir gerçektir. Bu denli üzerine gidilmesinin sebebi de bu değil mi?

Aslında Türk Ordusunun üzerine gidilmesi olayı, Atlantik sistemine girildiği yıllarda başlamıştır. Dikkatli bakılırsa, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Amerikancı darbeleri, aynı zamanda Orduya darbe olarak planlanmış ve uygulanmıştır. Atatürk Devrimi'ne bağlı binlerce subay tasfiye edildi. NATO'ya bağlılığı gözeten bir terfi sistemi işletildi. Türk subayı, Amerikan felsefe ve stratejisine göre eğitildi. ABD'ye silah ve donatım bağımlılığı da teslimiyet gerekçesi oldu. Sistemin Ordudaki güvenliği bu yollardan sağlanmak istenmiştir. Ordumuza operasyonlar, bugün Ergenekon tertipleriyle yürütülüyor. TSK da artık durumun farkındadır. Görülmektedir ki, bir devrim "korumacılık"la korunamıyor. Devrim ancak devrimcilikle korunabilir.

3.3. Kökü kazınamayan devrimci birikim ve 27 Mayıs Devrimi
Bütün bunlara karşın, ABD denetimindeki rejim, Türk Ordusunun Kemalist birikiminin kökünü bir türlü kazıyamamıştır. Atatürkçü subaylar biçildikçe yenileri yetişmiştir. Türk Ordusunun İstiklâl Savaşı değerlerine bağlılığı ve devrimci kökleri bütünüyle yok edilememiştir.

Türk Ordusu geçilmiş olan "Küçük Amerika" rejimi içinde Kemalist Devrimin güvenliğini sağlayamazdı. Ya Atatürk'ün Nutuk'ta söylediği gibi, "asî olacak" ve "milletle birlikte iktidar sahiplerine karşı isyan edecek" idi [11] veya Atlantik sisteminin güvenlik stratejisinin silahlı gücü olacaktı. İstiklâl Savaşı'nda Kemalist Devrimin güvenlik gücü olarak yeniden örgütlenen Ordu, 1945 yılından sonra Kemalist Devrimi yıkan stratejinin güvenlik gücü olmaya zorlandı. Bu çelişme, Türk Ordusunun arkada kalan 65 yıllık tarihini belirlemiştir. Türk Ordusunun 1945'ten beri yaşadığı bütün bunalımların kaynağında bu çelişme bulunur.

Siyasal iktidar-Ordu ilişkilerindeki bunalımlar, hep bu eksende ortaya çıkmıştır. Hâkim Atlantik stratejisi ile direnen Kemalist Devrim stratejisi arasındaki çarpışma, siyaset katında ve toplum alanında yaşandığı gibi, Ordu içinde ve ABD işbirlikçisi iktidarlar ile Ordu arasında da yaşanmıştır.

27 Mayıs 1960 Devrimi bu nedenle oldu. Halkın hürriyet talebi ve mücadelesiyle birleşen genç subaylar, genelkurmay başkanlarını ve sıkıyönetim komutanlarını hapse attılar; NATO'nun kurduğu Gladyo'ya darbeler indirdiler ve Gladyo'nun İstanbul'daki 6-7 Eylül 1955 eyleminin sorumlularını yargılayarak cezaya çarptırdılar. [12] Türkiye'nin yakın tarihinde Gladyo'yu cezalandıran tek uygulama budur. 27 Mayıs 1960 Devrimi, Atlantik stratejisine bazı darbeler indirmekle birlikte, Türkiye'yi Atlantik rejiminden kurtaramadı. Böyle kapsamlı bir hedefi ve programı yoktu.

3.4. Orduya darbeler: 12 Mart ve 12 Eylül
1971 ve 1980 askerî darbeleri ise, ABD güdümünde gerçekleştiği için, Atlantik stratejisinin güvenliğini sağladı ve yönetimi yeniden bu stratejiyi uygulayan partilere devretti. Bu Amerikancı darbeler, aynı zamanda Orduya darbe idi. Her iki darbe, Türk Ordusundaki devrimci subayların bir kesimini tasfiye etti; hatta kısmen ezdi. 1971 Darbesinde 1500 subay, 1980 darbesinde ise 2000 kadar subay ve askerî öğrenci ordudan atıldı; bir kısmı işkenceden geçirildi; uzun yıllar hapiste tutuldu ya da "sakıncalı personel" olarak sürüldü. Bu satırların yazarı, 12 Eylül 1980 döneminde Dil Okulu'ndaki tutukluluğu sırasında, Türk subaylarına yan binalarda yapılan işkencelere tanık oldu; diğer tutuklularla birlikte onların çığlıklarını duydu. Bunun üzerine Dil Okulu'ndaki 22 Türkiye İşçi Köylü Partisi yöneticisi zamanın Genelkurmay Başkanlığı'na "Subaylara işkence yapıldığını" bildiren dilekçe verdiler. [13] Merkez Komutanlığı'nda Korg. Naci Şekerefe'nin önünde bana okunan cevabı unutamam. O zamanki Genelkurmay 2. Başkanı Org. Necdet Üruğ, işkenceye karşı duyarlılığımız nedeniyle bize teşekkür ediyor; fakat yapılan araştırma sonucu "işitilen bağırtıların sinir krizi geçiren bazı tutuklu subaylara ait olduğu bilgisinin alındığını" belirtiyordu. Atlantik sisteminin güvenlik stratejisi, Türk Ordusunun Kemalist birikiminin ezilmesini gerektiriyordu. Türk Ordusu, kendi devrimciliğini bastırıyordu.

1945'te başlayan "Küçük Amerika" sürecinde gelinen nokta budur. Atatürk'ün devrimci subayı, yalnız 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde değil, Ergenekon tertibinde de sistemin zulmünü ve işkencesini göğüslemek zorunda kalmıştır. Gladyo operasyonları, en sonunda Ordunun bütününü hedef alma aşamasına gelmiştir. Arkada kalan 65 yılda Kemalist Devrime gönül bağları olan komutanlar dahi, acıdır ki en sonunda Atlantik sisteminin güvenliğini sağlamışlardır.

4. Millî devleti dağıtma stratejisi ve güvenliği
4.1. Dünya ekonomisiyle bütünleşme stratejisi
Türkiye'de "Küçük Amerika" süreci, 1980'li-1990'lı yıllara kadar ağır ilerledi. Her şeye rağmen bir millî devlet vardı. Atatürk Devrimi'yle oluşturulan geniş iç pazar henüz dinamitlenmemişti. İktidarlar, kurdukları KİT'lerle, çimento ve şeker fabrikaları açmakla övünüyorlardı; kamu ekonomisi ağırlığını yitirmemişti. Tarım destekleniyordu. Cumhuriyetin laikliği, yaralar almakla birlikte hem devlet katında hem toplum katında geçerliydi. 24 Ocak 1980 kararlarından sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle Türkiye'nin önüne konan program ve strateji değiştirildi; daha doğrusu Atlantik stratejisi derinleştirildi. Türkiye ekonomisi dünya ekonomisiyle bütünleşecek, devlet küçültülecek, ülke "Yeşil Kuşak" içinde yer alacaktı. Uygulamanın başına Turgut Özal getirildi.

Devrimler çağı olan 20. yüzyılda Ezilen Dünya ülkeleri bağımsızlık savaşları vermiş, sömürgeler kurtulmuş, çok sayıda millî devlet kurulmuştu. Bu süreç en son 1975 yılında Vietnam, Laos ve Kamboçya'nın, arkasından Gine Bissau, Mozambik ve Angola'nın bağımsızlıklarına kavuştukları 1975-1979 yıllarına kadar sürdü. 1980'ler, dünyada Ekim Devrimi ve Türk İstiklal Savaşı ile başlayan 60 yıllık devrimci yükselişin duraklama ve inişe geçme yılları oldu. 1990'da Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, ABD emperyalizmi dünyanın tek efendisi olma iddiasıyla stratejik taarruza geçti. 20. yüzyılın bizim İstiklâl Savaşımızla başlayan millî devrimler süreci tersine döndü. Millî devletler, emperyalist sömürüyü sınırlayan kurumlara sahipti. ABD merkezli küreselleşme programıyla millî devletlerin yıkımı süreci başladı.

Türkiye'de millî devletin tasfiyesi, 12 Eylül 1980 darbesiyle başlamakla birlikte, ABD'nin 1991'de Irak'a saldırması ve kuzeyde bir Kukla Devlet kurmasından sonra hızlandı. Washington yönetimi, 1990'lı yıllarda "Kemalizm'in sonu geldi" fermanını ilan etti. Türkiye'de Özal, Çiller ve Tayip Erdoğan-Abdullah Gül gibi ABD'ye artık memur düzeyinde bağımlı yeni tür politikacıların yönetimi altında, bir Gladyo-Mafya-Tarikat rejimi kuruldu. Bu dönemde "millî" adı verilen program ve strateji, işte bu Gladyo-Mafya-Tarikat rejiminin kurulmasına yönelikti. Güvenlik de, bu Gladyo-Mafya-Tarikat rejiminin güvenliğini sağlamaktı.

4.2. ABD'nin 1991'de Irak'a "Kuzeyden kara harekâtı" dayatmasına direnme
Türk Ordusunun komuta kademesi, 1991 Körfez Savaşı'ndan başlayarak, ABD tehdidini kendi tecrübeleriyle anlamıştır. Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay, 1991 yılı başında Özal'ın ABD planı kapsamında Türk Ordusunu Kuzey Irak'a sokma yönündeki baskılarına boyun eğmemiş ve istifa etmiştir. Bu, kuşkusuz komuta kademesinin ve Ordunun genel tavrıydı.

4.3. 1990'larda "Hizadan çıkan" Türk Ordusu
Org. Torumtay'dan sonra Genelkurmay Başkanı Org. Doğan Güreş, Özel Harp Dairesi'ni 1992 yılında Özel Kuvvetler Komutanlığı adıyla yeniden örgütlemiş ve Irak'ın kuzeyinde millî amaçlı örgütlenme ve görevlere yöneltmişti. ABD, Türk Ordusunun Irak'ın kuzeyine ilişkin millî planına Org. Eşref Bitlis'in uçağını düşürerek cevap verdi.

Ancak ABD'ye cevap gecikmedi. 1994 yılında Org. İsmail Hakkı Karadayı'nın Genelkurmay Başkanı olmasından sonra, Türk Ordusu Kuzey Irak'ta ABD'ye rağmen uygulamalara yöneldi. 1995 yılı, ABD ile Türk ordusu arasındaki ilişkiler açısından bir dönüm noktası oldu. Türk Ordusu, 1995 Martındaki Çelik Harekâtı'yla ABD'nin işgal ettiği topraklara girdi ve PKK'ye ağır darbeler indirdi. Artık Türk Ordusu ABD açısından güvenilmezdi. ABD, Gladyo'nun Türkiye'deki uygulama merkezini, polis örgütlenmesi içine kaydırdı. Amerikancı rejimin güvenliği, polis içindeki Fethullahçı örgütlenmeye emanet ediliyordu.

Arkasından 1996 Ekim ayında, Türk Ordusu ile Irak'ın Saddam yönetimi ve Barzani'nin işbirliği geldi. Bu üçlünün ortak operasyonu karşısında, ABD, 3 bin kişilik "CIA Peşmergeleri" denen özel silahlı gücünü Irak'ın kuzeyinden Guam Adasına taşımak zorunda kaldı. ABD kaynakları, bu olayı "Vietnam Savaşı sonrasındaki en büyük yenilgi" olarak niteledi. [14]

Bütün bu olanlar karşısında, ABD resmî ve yarı resmî kaynakları, 1990'ların ortalarından sonra, "Türk Ordusu hizadan çıkıyor" tahlilleri yapmaya başladılar. [15]

1998 yılında Genelkurmay Başkanı olan Org. Kıvrıkoğlu bu çizgiyi daha da berraklaştırmıştır. NATO döneminde ABD'ye gitmeyen ilk genelkurmay başkanı olarak anılmaktadır. Körfez Savaşı öncesinde, ABD'nin batağa saplanacağını açıkça belirtmiş ve hem bölge ülkeleriyle hem de Rusya ve Çin ile askerî işbirliğine yönelmiştir. [16] 30 Ağustos 2002 günü görevini teslim ederken yaptığı konuşmada, "Türkiye'nin Avrasya'da bağımsız devlet olarak yerini alacağını" belirtmiştir. [17]

5. ABD'nin iç cepheyi çökertme stratejisi ve güvenliği
5.1. ABD'nin cepheden taarruz stratejisine geçişi
ABD yönetimi, 1990 sonrasında Türk Ordusunun ABD denetiminden çıkmaya başladığını saptamıştı. ABD resmî ve yarı resmî kaynakları 1990'lı yıllarda, bu yönde çeşitli yayınlar yaptılar. [18] ABD, önce Orduyu içinden bölmeye ve hizaya getirmeye yönelik bir strateji uyguladı. 1999 yılında bu stratejiyi terk ederek, Türk Ordusunu cepheden taarruzla teslim almaya yöneldi. ABD'nin bu yeni stratejisini gösteren iki önemli karar aldığı görülüyor.

Birincisi, ABD silahlı kuvvetlerinin Türkiye'yi işgal tatbikatı düzenleme kararıdır. Bu tatbikatın adının, Türkiye Genelkurmay Başkanının "28 Şubatı bin yıllık savunma kararlılığına" cevap olarak, "Binyılın Meydan Okuması" diye belirlenmesi çok çarpıcıdır. Org. Kıvrıkoğlu, "binyıllık kararlılık" açıklamasını Eylül 1999'da yapıyordu. ABD, aynı günlerde "Millenium Challenge2002" başlıklı Türkiye'yi işgal tatbikatının hazırlıklarına başladı.

İkincisi, Ergenekon tertibinin kurgulanması da 1999 yılında başladı.

Böylece ABD'nin Türkiye'yi işgal tatbikatı ile Türk Ordusunun savaş yeteneğini zayıflatacak operasyon arasındaki bağlantının köklerinin 1999'a kadar uzandığı saptanıyor.

Cepheden taarruz stratejisinin en önemli unsuru, kaleyi içerden çökertecek bir hükümetin de hazırlanmasıdır. Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi, ABD tarafından bütünüyle bu amaçla iktidar koltuklarına oturtuldu. CIA'nın denetimindeki Rand Corporation adlı strateji kuruluşunun daha 1996 yılı sonunda Tayyip Erdoğan'ın başbakan ve Abdullah Gül'ün dışişleri bakanı yapılacağı yönündeki yayınları 21 Ekim 1996 tarihli Aydınlık dergisinde kapak haberi yapılmıştı. 2002 yılındaki erken seçim operasyonunu ilerde ele alacağız. ABD'nin 1999'da Türk Ordusuna karşı cepheden taarruza geçmesi ve 2002'deki hükümet darbesi, Körfez Savaşı takvimiyle doğrudan bağlantılıdır.

5.2. ABD'nin Türkiye'yi işgal tatbikatı: "Millenium Challenge2002"
ABD'nin "Binyılın Meydan Okuması 2002" başlıklı işgal tatbikatı, üç yıllık hazırlıktan sonra California eyaletinin Nevada çöllerinde gerçekleştirildi. Tatbikatın başladığı gün, Lozan Anlaşması'nın yıldönümü olan 24 Temmuza rast getirilmiştir. Tatbikatın süresi ise, Sakarya Meydan Savaşı'na gönderme olsun diye 22 gün olarak belirlenmişti.

Anadolu Ajansı'nın "gizli" dediği tatbikat senaryosu, Associated Press (AP)'in 18 Temmuz 2002 günlü bülteninde açıklandı. Tatbikatla ilgili bilgiler, ABD'nin resmî internet sitelerinde de bulunuyordu. [19] Bu kaynaklara dayanarak, 24 Temmuz 2002 günü basın açıklamasıyla kamuoyunu bilgilendirdik. [20] 30 Temmuz 2002 günü Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer'e bir dosya sunduk. Bu dosyanın birer örneğini, Başbakan Sayın Bülent Ecevit'e, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Sayın Hüseyin Kıvrıkoğlu'ya ve Dışişleri Bakanı Sayın Şükrü Sina Gürel'e de ulaştırdık.

Tatbikatın senaryosu şöyleydi: Hedef ülke, bazı deniz yollarını kontrol eden ve bir ada ülkesiyle de sorunları olan bir ülkedir. Aynı zamanda "azınlık sorunları" da olan bu ülkede, büyük kayıplara yol açan şiddetli bir deprem oluyor. Aynı günlerde Uluslararası Mahkeme, o ülkenin sınırlarını ilgilendiren olumsuz bir karar alıyor. Bunun üzerine ülke ordusu, yönetime el koyuyor ve Uluslararası Mahkeme'nin kararına tepki olarak, dünyanın çok stratejik deniz yolunu abluka altına alıyor. Bu durumda Birleşmiş Milletler, ABD'nin girişimiyle o ülkeye yaptırım uygulanmasını kararlaştırıyor. Arkasından ABD Ordusu, elinde "kitle imha silahları bulunduğu" varsayılan hedef ülkeye karşı sinir merkezlerini tahrip eden bir hava saldırısına geçiyor ve önemli şehirlerini 96 saat içinde işgal ediyor.

ABD silahlı kuvvetleri, (ABD askeri kaynaklarının nitelemesiyle) "tarihinin en büyük tatbikatını", "müttefiki" Türkiye'ye karşı yapıyordu. Bölgesel ölçekli olmakla birlikte dünyayı etkileyecek önemde bir savaşın provası sahneleniyordu. Tatbikata deniz, kara, hava ve deniz piyade birliklerinden oluşan 13 bin 500 asker katılıyordu. Seçilen coğrafyanın Kuzey Anadolu Fay Hattı'nın ikiz kardeşi olduğu belirtilen Saint Andreas Fay Hattı'nın bulunduğu California eyaletinde olması ayrıca dikkat çekmişti.

Dünyanın en büyük haber kuruluşu olan AP ajansı, hedef ülkenin Türkiye olduğunu bütün dünyaya ilan etmişti. Kaldı ki, tatbikat senaryosu, bir tek Türkiye'ye uyuyordu.

-Türkiye deprem kuşağında ve daha önemlisi etnik, mezhepsel ve toplumsal deprem kuşağındaydı.

-Kıbrıs ve Ege anlaşmazlıklarının en sonunda La Haye Adalet Divanı'nda çözülmesi, Türkiye tarafından da kabul edilmiş ve AB Aday Üyelik Protokolü'ne geçmişti. Güneydoğu sınırlarının ve sözde "Ermeni soykırımı" konusunun da her an uluslararası mahkemeye götürülmesi planlanıyordu.

-Türk Ordusu'nun ülke güvenliğinin tehdit altına girdiği bir durumda yönetime müdahale edeceği genel kabul görüyordu. Darbe senaryoları daha sonra Ergenekon tertiplerinde de sergilendi.

-Güney Kıbrıs'ın bütün Kıbrıs'ı temsilen AB'ye alınması durumunda Türk Deniz Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ı abluka altına alacağını Kıbrıs'ta yayımlanan Volkan gazetesi yazdı.

-Kıbrıs ve Ege'deki deniz geçitleri yanında, İstanbul ve Çanakkale boğazları dünyanın en stratejik deniz yolları arasındaydı. Tatbikat senaryosunda "hedef ülke" aynı zamanda, "stratejik açıdan iki kıtayı birbirinden ayıran bir su yolunun üzerinde ve iki kıtada birden toprağı olan" ülke olarak tanımlanmıştı.

-Bölgede seferberlik süresi 96 saat olan bir tek Türk Ordusu vardı.

-Tatbikatın hazırlıklarının başlatılmasından iki yıl önce, Türkiye, Kuzey Irak'ta Kürt devletinin kurulmasını "kırmızı çizgi" olarak ilan etmişti.

-Tatbikatın Lozan Anlaşması'na denk düşürülen başlangıç tarihi, Sakarya Savaşı uzunluğundaki süresi de, Türkiye'ye karşı "meydan okuma"ya işaret ediyordu.

-"Binyılın Meydan Okuması" başlığı, Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun 1999 yılı Eylül ayındaki "28 Şubatı binyıl sürdürme kararlılığı" açıklamasına cevap olsun diye seçilmişti.

Gerçek ortadadır: ABD, 1999 yılında Türkiye'yi "hedef ülke" olarak kabul etmiş ve üç yıllık bir hazırlıktan sonra tarihinin en büyük işgal tatbikatını yapmıştı. Türkiye ve Türk Ordusu, ABD ile cephe cepheye geldiği bir tarihsel sürece girmişti.

5.3. 2002 hükümet darbesiyle askerî ve siyasî iktidarın düzenlenmesi
2002 yılında ABD'nin Irak harekâtı hazırlıkları ile Türkiye'deki askerî ve siyasî iktidarı düzenleme operasyonunun birlikte yürütülmesi, yakın geçmişimizi açıklayan en önemli olaydır.

1999 yılında hazırlıkları başlayan Ergenekon tertibinin ilk operasyonuyla 2002 yılında Ordunun hiyerarşisi düzenlendi. 2001 yılında MİT Kontrterör Merkezi'yle bağlantılı olan Tuncay Güney'e "Ergenekon demek TSK demektir" diye özetlediği ifadeler verdirilmişti. Bu ifadelere dayanılarak MİT, Ergenekon şemaları hazırladı. Bu şemaların resmen düzenlenmesi 2002 yılı Temmuzundadır. Ancak resmî düzenlemeden önce sözlü bilgilendirmelerde kullanıldığı artık ortaya çıkmış bulunuyor. MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, bu şemaları sözlü olarak Cumhurbaşkanı Sezer'e sunduğunu, yedi yıl sonra 2009'da açıkladı. [21] Aynı şemalara dayanarak, 2002 yılı baharında Ecevit'e Ordu içinde bir cuntanın bulunduğu yolunda yönlendirici bilgiler verildi. Bu tür bilgi kirletme faaliyetini daha o zaman Ecevit'in yakını olan bakanlardan öğrendim. Kaldı ki 3 Kasım 2002 seçimine giden süreçte, Ecevit'in bana yazmış olduğu bir mektupta da aynı yanıltıcı bilgilerin izlerini saptadım. Ecevit, emekli Genelkurmay Başkanları İsmail Hakkı Karadayı ve Kıvrıkoğlu'nun da içinde yer aldığı "millî şahsiyetlerle güçbirliği" önerimize, dikkat çekici bir cevap vermişti. Ulusal güçlerin birlikte olmasından yana olduğunu belirtirken, bunun "demokrasi" çerçevesinde yapılmasını vurguluyordu. [22] Oysa öneri, seçim içinde ve "demokrasi" çerçevesindeydi. Daha sonra öğrendik ki, Ecevit'in önüne 2002 baharında, "Ergenekon cuntası" şemaları konmuştu. Bu uydurmalarla Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun süresinin uzatılması önlenmiş ve Org. Hilmi Özkök genelkurmay başkanlığına getirilmişti. ABD'nin Irak'a saldırı takvimine göre yürütülen bu müdahale süreci sonunda, Tayip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi iktidar koltuklarına oturtuldu. Abdullah Gül'ün, 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Powell ile yaptığı "2 sayfa 9 maddelik gizli sözleşme", Türkiye'yi bölme ve millî devleti tasfiye stratejisini belgeliyordu. Türkiye'nin Sözleşmeli Personel aracılığıyla yönetilmesi dönemine girilmişti. ABD, Türkiye'de BOP Eşbaşkanlığı yönetimini kurdu.

5.4. Tezkerenin reddedilmesi
2003 yılı Mart ayında ABD, Irak harekâtına başlamak üzereydi. ABD silahlı güçlerinin, Türkiye'nin 500 km uzunluğundaki ve 100 km derinliğindeki Güneydoğu şeridini işgal girişimi gündeme oturdu. 90 binin üzerinde ABD askeri Güneydoğu'ya üslenecekti. Ayrıca birçok havaalanı uzun süre ABD denetimine verilecekti. AKP iktidarının bu amaçla Meclis'e getirdiği tezkere reddedildi. Tayyip Erdoğan yönetimi, tezkerenin kabul edileceği beklentisiyle İskenderun'dan Güneydoğu bölgemize kadar uzun bir hattı ABD birliklerine açmıştı bile. Ancak tezkerenin reddedilmesinden sonra bu birlikler ve ağır teçhizatları İskenderun limanında yeniden gemilere yüklenerek götürüldü. Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisi, tezkerenin çıkması için yoğun bir çaba göstermişler, fakat yenilgiye uğramışlardı. Tayyip Erdoğan, AKP milletvekillerine yaptığı konuşmada, tezkereye evet derlerse kendisine oy vermiş olacaklarını, hayır derlerse "Doğu Perinçek'e oy vermiş olacaklarını" söyledi. [23]

CHP, tezkerenin oylanması sırasında Meclisi terk edeceğini açıklamıştı. CHP yöneticileriyle görüşerek, Meclisi terk etmenin ağır bir sorumluluk olacağını, oylamaya katılıp red oyu vermenin sonuç getireceğini belirttik. CHP daha önce açıkladığı kararını değiştirdi ve oylamaya katıldı. İşçi Partisi'nin ve Ulusal Kanal'ın çabalarının hayır oylarında etkili olduğunu AKP milletvekilleri de belirttiler. Tezkere, CHP milletvekillerinin ve 99 AKP milletvekilinin oylarıyla reddedilmiş oldu.

ABD tertibiyle atanan yeni Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, tezkerenin kabul edilmesi yönünde bir tavır almakla birlikte kararlı bir çaba gösteremedi. Çünkü komuta kademesinin çoğunluğu, ABD askerinin Güneydoğu bölgemize konuşlandırılmasını ciddî bir tehdit olarak görüyordu. [24]

Bir ülkede iki ordu olamazdı. Üstelik ABD ordusu Türkiye'nin en kritik bölgesine yerleşiyordu. Başlangıçta 90 bin asker yerleştirmenin ötesinde, Irak'ın işgalinden sonra her an güneyden istediği kadar takviye getirtme olanağı da bulunacaktı. İşgalci ABD askeri, Türkiye'nin güneydoğusu ile Irak'ın kuzeyini daha o zaman birleştirmiş olacaktı. O zaman Türkiye'nin bölünmesi ve Irak'ın kuzeyi ile bütünleştirilmesi planı çok daha hızlı yürütülebilecekti.

5.5. Başına çuval geçirilen Genelkurmay Başkanı
Tezkerenin reddedilmesinden hemen dört ay sonra, 4 Temmuz 2003 günü, ABD askeri birlikleri, silahlı baskınla Süleymaniye'de Türk Özel Kuvvetlerinden subay ve astsubayların başlarına çuval geçirdi. ABD, bir yıl önce 2002 yılı Temmuz-Ağustos ayında gerçekleştirdiği Türkiye'yi işgal tatbikatıyla düşmanlığını ortaya koymuş ve yapacaklarının işaretini vermişti.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, 14 Temmuz 2003 tarihinde Tayip Erdoğan'a yazdığı mektupta, Türk Ordusunu şikâyet etmekte ve çuval geçirme operasyonunun gerekçesini bildirmektedir:

1. Türk Silahlı Kuvvetleri, Kuzey Irak'ta "suikast" hazırlıkları ve ABD'nin başında bulunduğu "Koalisyona karşı" silahlı eylemler yapıyor. "Ele geçirilen silah, patlayıcı madde, detantör ve zamanlama cihazı, var olan kuşkularımızı daha da artırdı."

2. "Bu eylemler bölgeyi hızla istikrarsızlaştıracak sonuçlar doğurabilir."
3. "Türk hükümetinin Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve bu hareketleri desteklemeyeceğini biliyoruz. [25]

Görüldüğü gibi, ABD hükümeti, Türk Ordusunun Özel Kuvvetlerini bir anlamda düşman olarak tanımlamaktadır. Tayyip Erdoğan yönetimine ise, Türk Ordusunu ABD adına denetleme ve cezalandırma görevi vermektedir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, ABD'nin bu onur kırıcı operasyonu karşısında yalnızca boynunu eğmiştir. Genelkurmay, birkaç gün sonra Türkiye'den ayrılacağı için veda ziyaretinde bulunan ABD Büyükelçisi Pearson'ı hiçbir şey olmamış gibi güleç bir yüzle ağırlamıştır.

ABD'nin cepheden saldırı stratejisine, Org. Özkök'ün teslimiyeti de stratejiktir ve ideolojiktir. O kadar ki, Özkök, 20 Nisan 2005 günü, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada, millî egemenlik ve millî güvenlik kavramlarının artık eskidiğini ilan etmiş ve ABD'nin küresel güvenlik stratejisine eklemlenmiştir. [26]

Böylece Türk Ordusunun komutanı, Türkiye millî devletinin dağıtılması ve Irak'a getirilen CIA patentli demokrasinin Türkiye'ye de getirilmesi planına dâhil olmuştur. Özkök'ün bütün uygulamaları bu yöndedir. [27]

Org. Özkök'ün "Millî egemenlik ve millî güvenlik kavramlarının zamanı geçti" açıklamasından dört gün sonra, 24 Nisan 2005 günü, protesto için, Afyon Kocatepe'ye çıktım. Orada bir basın açıklaması yaptıktan sonra Ankara'ya geldim. 25 Nisan 2004 günü Irak Türkmen Dernekleri'nin Hilton Otelindeki davetinde, bir grup komutana özetle şunları belirttim: "Millî egemenlik ve güvenlik kavramı artık eskidiyse Türk Ordusu hangi görevi yerine getirecektir? Bu, Türk Ordusunun artık millî görevler için var olmayacağı anlamına gelir." O zaman Genelkurmay Harekât Dairesi Başkanı olan Korg. Yalçın'ın da aralarında bulunduğu 10 kadar yüksek rütbeli komutan bir şey söylemediler; ancak Org. Özkök'ün bu açıklamasından hoşnut olmadıklarını tavırlarıyla belirttiler. Yalnız E. Tümg. Erdal Sipahi şunu belirtti: "Siz bizden görüşümüzü açıkça söylememizi istemiyorsunuz ama ben söyleyeceğim. Millî egemenliğin zamanı geçmiştir görüşünü savunmak ihanettir." Görevli generaller de hareketleriyle silah arkadaşlarını onayladılar.

Ne var ki, Okyanus ötesinden estirilen rüzgâr Genelkurmay'ın kulelerini sallıyordu. O sırada Genelkurmay 2. Başkanı bulunan Org. İlker Başbuğ da, Org. Özkök'ten 22 gün sonra, 12 Mayıs 2005 tarihinde, Genelkurmay Başkanlığı'nın düzenlediği Uluslararası Sempozyumu açış konuşmasında, millî egemenliğin uluslararası kuruluşlara devredilmesini "tam bağımsızlık" açısından tartışmaya açmıştır. [28] Başbuğ, Genelkurmay Başkanı Özkök'ün "millî egemenliği" rafa kaldıran görüşünü Türk Ordusuna kabul ettirebilmek için bazı kılıflar üretmiştir. Başbuğ, "'Atatürkçü Düşünce Sistemi'nin dayandığı sistematik yaklaşımda gelişim, gerçekçilik ve pragmatizmin öne çıktığına dikkat edilmesi" isteğini başka türlü anlama olanağı gözükmüyor. [29] Atatürk Devrimciliğini, "Atatürkçü Düşünce Sistemi" başlığı altına saklanan bir takım uydurmalarla tasfiye anlayışı, Özkök döneminde zirveye tırmandırılmıştır.

5.6. Şemdinli, Atabeyler, Danıştay tertipleri
İşte bu teslimiyet ortamında, Türk Ordusuna karşı peş peşe Şemdinli, Atabeyler ve Danıştay tertipleri uygulandı. Bunlar Ergenekon tertibinin hazırlık eylemleriydi. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin dört orduya kumanda eden Kara Kuvvetleri Komutanı, Şemdinli tertibinde "çete mensubu" olmakla suçlandı. Süregelen her tertipte, özellikle Özel Kuvvetler Komutanlığı emrindeki subay ve astsubaylar en ağır suçlamalarla tutuklandı ve suçlandılar. Böylece, Türk Ordusu hem bölücülüğe karşı mücadelede, hem de Kuzey Irak'ta "suçlu" konumunda gösterildi. Bu tertipler karşısında, Org. Büyükanıt'ın "Türk Ordusu suç örgütü değildir" açıklaması, psikolojik harekâta karşı koymak bir yana, katkıda bulundu.

5.7. Karşıdevrimin 2007'de tamamlanmasında Org. Büyükanıt'ın rolü
AKP'yi iktidara getiren 2002 darbesi, 2007 yılı yazında tamamlandı. İç cephenin çöküş sürecidir bu. Oysa 2007 yılı baharında başlayan Cumhuriyet Miting ve Yürüyüşleri milyonlarca yurttaşı ayağa kaldırmıştı. Yalnız Türkiye'nin değil dünya tarihinin en büyük kitle hareketlerinden biri gerçekleşiyordu. AKP iktidarı sallanıyordu. Tayip Erdoğan, bakanlar kurulu üyelerine "Bu iş bitti; eşyalarınızı toplayın" diyordu. [30] İşçi Partisi Genel Başkanı olarak, 9 Nisan 2007 günü Cumhurbaşkanı Sezer'e bir mektup sunarak, Tayip Erdoğan'ı Millî Güvenlik Kurulu toplantısında istifaya çağırması talebinde bulundum. Mektupta, Cumhurbaşkanına sorumluluk ve yetkisi hatırlatılıyordu: "Anayasa'nın 104. maddesine göre, atadığınız ve istifasını kabule yetkili olduğunuz Tayip Erdoğan'ı, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi'nde görev yüklendiği için, Bakanlar Kurulu önünde başbakanlıktan ve milletvekilliğinden istifaya davet etmeniz, Anayasa'nın emrettiği bir devlet sorumluluğu ve vatan görevidir." [31]

Mektubun birer örneği Millî Güvenlik Kurulu üyesi bakanlara, Genelkurmay Başkanı'na, kuvvet komutanlarına ve partilerin genel başkanlarına da gönderildi. Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanının istifa davetine uymazsa, halk hareketi yabancı merkezlere bağlı Cumhuriyet yıkıcısı yönetimi istifaya zorlayacaktı. Bu birikim fazlasıyla vardı. Ancak Cumhurbaşkanı Necdet Sezer, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, AKP'ye o büyük Cumhuriyet dalgasından kurtulma fırsatı sağladılar.

Org. Büyükanıt, o süreçte söylediği hiçbir sözün arkasında durmadı. Komutanların sözüne güvenilmeyeceği kanısını kamuoyuna yerleştirdi.

Ahmet Necdet Sezer, zorlu ve büyük mücadelelerin gerektirdiği dirayet ve kararlılığa sahip olmadığını bir kez daha gösterdi.

Deniz Baykal, her zaman olduğu gibi Batı sisteminin kırmızı çizgileri dışına çıkmadı. Cumhurbaşkanı Sezer'i ikna etmek için birlikte hareket etme önerimi, "Sonra Sezer'i güç durumda bırakırız" diye karşıladı. Kendisine, "Asıl Türkiye'nin ve bu arada CHP'nin güç durumda kalacağını" belirttim.

Büyükanıt-Sezer-Baykal üçlüsü, baş aşağı giden AKP'yi güçlü konuma getirdiler. Her üçü de, halk hareketinin büyük olanaklarını değerlendirmek yerine, parlamento iç tüzüğü numaralarıyla sonuç alınabileceğini sanmışlardır. Mecliste 367 toplantı oranı teziyle Cumhurbaşkanlığı seçimine yön vermeye giriştiler. Hem de milyonlarca insanın ayağa kalktığı ve Tayip Erdoğan'ı hükümetten indirecek güçlü bir halk hareketinin yükseldiği koşullarda.

O zaman da belirttik: Dünyada hukuk oyunlarıyla, usul tartışmalarıyla kazanılmış tek bir büyük mücadele yoktur. Usul yöntemleri, küçük anlaşmazlıklarda geçerli olabilir. Ama büyük toplumsal mücadeleler, usulle değil, güçle kazanılır. Usul dahi, ancak arkasına güç yığarsanız, bir işe yarar.

2007 baharında, halkın ayağa kalkan büyük gücünden kuvvet alarak AKP'yi iktidardan indirme ve bir seçim hükümetinin güvencesi altında sandığa gitme olanağı vardı. Cumhuriyet Miting ve Yürüyüşleri, AKP iktidarını sallamaktaydı. AKP yöneticilerinin moralleri çökmüş ve yüzleri kararmıştı. O miting ve yürüyüşler, AKP'den kurtulma amacına yönelmeyecekti ise, niçin yapıldı? Kuşkusuz yapılması doğruydu. Mitinglerin başında ilan edilen hedefler vardı. Ayağa kalkan milyonların enerjisini, en sonunda "Solcular CHP'ye sağcılar MHP'ye versin" taktiğiyle harcayanlar, ABD'nin 22 Temmuz 2007 tarihli Turuncu Karşıdevrimine yardımcı olmuşlardır. O büyük güçle, AKP iktidardan indirilebilirdi ve seçime bir seçim hükümeti kurularak gidilebilirdi. O zaman sandıktan AKP çıkmazdı.

AKP, mağdur değil, güçlü gözüktüğü için, hem kendi örgütüne özgüven kazandırdı, hem de istikrarlı yönetim kurma seçeneğini temsil konumunu elde etti. Sonuç olarak hükümetten sonra Çankaya da ABD'ye teslim edildi. Türkiye'nin millî devletini yıkanlar, hükümet yanında Çankaya mevzilerini de ele geçirmişlerdi.

5.8 AKP'nin kapatılmasının önlenmesinde İlker Başbuğ'un rolü
C. Başsavcılığı, 14 Mart 2008 günü AKP hakkında kapatma davası açtı. Kararın Eylülden önce verilmesi beklenmiyordu. Yargılama süreci bir müdahaleyle hızlandırıldı. Anayasa Mahkemesi, 30 Temmuz 2008 günü AKP'nin Cumhuriyet yıkıcılığının odağı haline geldiğine hükmetti, ancak AKP kapatılmadı.

Kararın bu içeriğini Tayip Erdoğan ile o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org. İlker Başbuğ arasında 24 Haziran 2008 günü yapılan özel görüşme belirlemişti. Anayasa Mahkemesi, AKP'nin laikliğe karşı, başka deyişle Cumhuriyeti yıkmaya yönelik faaliyetin odağı olduğuna hükmediyor, fakat kapatma kararı vermiyordu. Çünkü ABD öyle ferman buyurmuştu ve Org. İlker Başbuğ'un boynu o fermanın önünde eğikti. Kararın Askerî Şura öncesine alınması anlamlıydı. Varılan anlaşmayla AKP kapatılmıyor; bu arada Başbuğ'un genelkurmay başkanlığı da güvence altına alınıyordu. Böylece ABD planının önü açıldı ve AKP'ye Cumhuriyeti yıkma ruhsatı verildi.

AKP'nin kapatılmaktan kurtarılmasından sonraki büyük adım, 12 Eylül 2010 referandumu oldu. Başbuğ'un Yüksek Askerî Şura'daki teslimiyetçi tutumu, evet oylarına yüzde dört oranında katkıda bulunmuştu. Kılıçdaroğlu'nun "Genel af" gibi söylemleri de muhafazakâr milliyetçi kesimi evet demeye yöneltti. Kılıçdaroğlu ve Başbuğ sayesinde hayır oyları yüzde 42'ye indi. [32] Sonuç olarak AKP, ABD planları çerçevesinde HSYK'yı denetim altına aldı ve yargı üzerinde baskı ağını kurdu.

5.9. Ergenekon operasyonuna teslimiyet
2002 yılında Org. Özkök'ün Ergenekon belgelerinin el altından devreye sokularak Genelkurmay Başkanlığına getirilmesi, komuta kademesinde Org. Necip Torumtay'ın 1991 yılında ABD'nin Körfez harekâtına kuzeyden katılmayı reddetmesiyle başlayan direnme döneminin sonunu belirlemiştir. Böylece AKP iktidarıyla birlikte, ABD'nin cepheden saldırısına teslimiyet dönemine girilmiştir. Bu teslimiyete ayak uydurmayan komutanlar, çeşitli tertipler ve operasyonlarla sindirilmiştir. ABD'nin Türkiye'yi işgal tatbikatı kararı aldığı 1999 yılında kurgulanan Ergenekon tertibi, aynı işgal tatbikatı gibi 2002 yılından başlayarak uygulanmıştır. MİT tarafından Org. Karadayı, Org. Kıvrıkoğlu, Org. Eşref Bitlis gibi ABD'ye boyun eğmeyen komutanları ve İşçi Partisi önderlerini "Ergenekon Örgütü" olarak gösteren şemalar düzenlenmiş ve yukarda anlatıldığı üzere 2002 darbesinde kullanılmıştır. Ergenekon tertibinin anahtar cümlesi, daha 2001 yılı Mart ayında Tuncay Güney'in Emniyet'te alınan danışıklı mülâkatına yerleştirilmişti: "Ergenekon demek, TSK demektir."

2006 yılı 16 Mayıs günü gerçekleştirilen Danıştay suikastıyla Ergenekon tertibinde yeni bir boyuta geçildi. ABD'nin Türk Ordusunun savaş yeteneğini tahrip operasyonu başlatılmıştır. Bununla bağlantılı olarak, Trabzon'daki Rahip Santoro cinayeti, Mc Donalds'a bombalanması ve İstanbul'daki Hırant Dink cinayetiyle "ulusalcılığı terör faaliyeti" olarak gösteren tertipler tezgâhlandı. Hrant Dink'i öldürenler, "Fethullahçı" sicilli Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek'in Trabzon Emniyet Müdürü iken örgütlediği "haber elemanı"nın denetiminde idiler. Fethullahçı Gladyo, tertibin merkezine kurulmuştu.

2007 Haziran ayında Ergenekon tertibinin birinci tutuklama dalgası yürürlüğe konmuştur. İşçi Partisi, daha en başından bu operasyonun Atatürk Devrimi'ni ve Türk Ordusunu hedef aldığını açıklamıştır. Gözaltına alındığım 21 Mart 2008'in hemen ertesi günü, 22 Mart 2008 sabahı, avukatım aracılığıyla Türk milletine bir açıklamada bulundum: "Fethullahçı Gladyo timi soruşturmada var gücüyle Türk Silahlı Kuvvetleri'ne suç atmaya çalışıyor. Dün gece üç saat konuşma oldu: Nereden leke süreriz, yara açarız ve oradan işleriz çabası içindeler. Soruşturmayı yürütenler Amerika'yı savunuyor ve Ordu'ya karşı konumdalar. Yaptıkları girişim Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ikinci kez çuval geçirme girişimidir.

"Birinci kez Amerikan Ordusu, TSK mensuplarına çuval geçirmişti, şimdi de bu operasyonla çuval geçirme peşindeler. Kuşkusuz girişim düzeyinde kalacak ve altında kalacaklardır.

"Amerika, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne dışarıdan set çekiyor ve yıpratıyor. Bunlar da TSK'yı içerden hançerliyor. Özellikle TSK'nin Kuzey Irak'ta Özel Kuvvetlerle harekât yeteneğini yok etmek için milli olan Özel Kuvvetleri yıpratmak ve savaşamaz hale getirmek gayretindeler.

"Bugünkü ve geçmiş komuta kademesine suç atmak için özel çaba içindeler. Bu görevi aldıkları, sorularından ve araştırmalarından ortaya çıkıyor. Ordu'yu suçlu gösterecek kanıtlar üretme peşindeler.

"Açıklamalarımda Gladyo'nun adresinin Büyük Ortadoğu Projesi olduğunu belirttim. Gladyo'nun merkezi BOP'tur. BOP'un Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan'dır. Abdullah Gül 'ABD ile 2 sayfa 9 maddelik' bir hizmet sözleşmesi yaptığını itiraf etmiştir. PKK'yı meclise sokanlar ve PKK'yı temsil ettiğini açıkça belirten DTP üzerinden PKK'yla Çankaya'da sözümona 'Siyasal Çözüm' adı altında BOP gereği Türkiye'yi bölme yollarını konuşanlar; Türkiye'nin birliğini savunan Ordu'ya ve Milli Kuvvetler'e karşı bu Ergenekon Operasyonu'nu yürütmektedirler. Bu operasyon, BOP Eşbaşkanlığı tarafından yürütülmektedir. Ordu'yu hedef alma talimatı açıkça ABD yetkilileri tarafından ve Avrupa Parlamentosu Karar Tasarısı'nda belirtilmiştir. Yine, Avrupa Parlamentosu'nun Talat Paşa Komitesi'ni etkisiz hale getirme kararı (Şubat 2006) uygulanmaktadır.

"Gözaltına alınmama itiraz ettim. Orada bunları özetle belirttim. İtirazım reddedildi. Savcı Zekeriya Öz, bir Cumhuriyet Savcısı sorumluluğu ile görev yapmıyor. Ordu'ya suç yükleme görevini yerine getiriyor. Bu nedenle, Yüksek Hâkimler ve Savcılar Kurulu'na yeniden şikâyet edeceğim.

"Dün akşam, Savcı Zekeriya Öz, Aydınlık'ın bundan sonraki sayısında yer alacak haberleri sekiz polisin önünde ağzından kaçırdı. 'Sizi izliyoruz' dedi. O çalışma, telefonlarda konuşulmamıştı. Aydınlık ve Ulusal Kanal'ın duvarlardan kanunsuz olarak izlendiği görülüyor ve savcı suç işlemeye devam ediyor.

"BOP Eşbaşkanlığı ve Fethullahçı Gladyo suçlarını büyütmektedir. Türkiyemizi ve Atatürk Cumhuriyeti'ni hedef alan bu düşmanca girişimin altında kalacaklardır." [33]

Bu açıklama, Ergenekon operasyonunun özünü içerir. 11 Şubat 2011 günü emekli kuvvet komutanları ve halen görev başında bulunan korgeneral rütbeli generallerin de bulunduğu 163 görevli ve emekli subay tutuklandığı gün, sanırım Ergenekon operasyonunun ne olduğunu artık herkes anlamıştır. Türkiye'ye karşı tarihin en derin yabancı devlet operasyonunda hâlâ tarafsızlığını açıklayan MHP Genel Başkanı'nı bu "herkes" içinde saymıyoruz. O, 2002 darbesinden beri ve 2007 yılında Abdullah Gül'ü Çankaya koltuğuna oturturken de bu tertibin önemli unsurlarından biriydi.

Gözaltındaki ilk gecenin sabahında yaptığım açıklama, 23 Mart 2008 günlü gazetelerin hemen hepsinde yayımlandı. Kuşkusuz komutanlar da okudular. Daha sonra Silivri cezaevinde karşılaştığımız bazı komutanlar, Genelkurmay Başkanlığının "gafil avlandığını", olayı çok sonra anladığını söylemişlerdir. Ancak asıl gafil avlananlar, bu samimî açıklamaları yapan komutanlardır. Çünkü süreç şu acı gerçeği apaçık ortaya koymuştur: Org. Özkök'ten sonra gelen genelkurmay başkanları Büyükanıt ve Başbuğ da, bu operasyona bile bile teslim olmuşlardır. Bu teslimiyeti, "demokrasi", "hukuk devleti", "yargı çözer" gibi içi boşaltılmış kavramlarla perdelemişlerdir.

Generallerimizi, subaylarımızı ve astsubaylarımızı esir alan, TSK'ye karşı akıl almaz yalan ve iftiralar yayan, özetle halkın Orduya güvenini zayıflatan uygulamalar, kamuoyunda işgal dönemleriyle karşılaştırılmaktadır. Ergenekon operasyonu, çok açıktır ki, bir yargı faaliyeti değil, düşman devlet uygulamasıdır.

Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ'un teslimiyetçi tutumları sayesinde, Tayyip Erdoğan, Orduya boyun eğdiren, onlarca generali hapse tıkabilen, Yargıyı döven, emekçi hareketlerini şiddetle bastırabilen, Türk aydınını ezen, 23 Nisan yıldönümlerinde bile hükümet etmeyi "ister asabilirsin, ister kesebilirsin" diye tanımlayan güçlü iktidar görüntüsü kazanmıştır. Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ, AKP'yi güçlü gösteren tutumlarıyla AKP'ye en büyük desteği sağlamışlardır.

5.10. Psikolojik harekâta teslimiyet
Genelkurmay Başkanlığı, Türk Ordusuna karşı psikolojik harekât yürütüldüğünü sık sık belirtti; "asimetrik savaşın" [Türkçesi: eşboyutsuz savaş] psikolojik cephesine dikkat çekti. Ancak bu psikolojik harekâtı yürüten düşmanın kim olduğunu milletine açıklama kararlılığını ve cesaretini gösteremedi. Hep karanlığa yumruk salladı.

Bu psikolojik harekât, toplumun değer yargılarını, en başta yurtseverliği boğma derecesine gelmiştir. Vatan ve millet sevgisi, toplum çıkarlarını öncelik vermek, millet ile ordu arasındaki dayanışma ve fedakârlık; özellikle 1980'li yıllardan bu yana sürekli yıpratılmaktadır. Düşman, Türkiye'nin barışçı yoldan dize getirilemeyeceği saptamasında bulunduğu için, Türk Ordusunun moralini ve kararlılığını zayıflatılmayı amaçlamıştır. ABD, bu psikolojik harekâtı cepheden ve doğrudan doğruya kendi özgücünü kullanarak yürütmektedir. 2 Ekim 1992 günü Akdeniz ve Ege'de yapılan NATO'nun Display Determination 1992 (Kararlılık Gösterisi 1992) tatbikatında, ABD uçak gemisi Saratoga'nın gece yarısı iki füze fırlatarak Muavenet firkateynimizi vurması, aynı zamanda bir psikolojik harekâttır. [34] Jandarma Komutanımız Org. Eşref Bitlis'in 17 Şubat 1993 günü uçağına sabotaj düzenlenerek katledilmesi, bir yönüyle de psikolojik harekâttır. [35] ABD Ordusunun 2002 yılı 24 Temmuzunda başlayan "Binyılın Meydan Okuması2002" başlıklı Türkiye'yi işgal tatbikatının psikolojik harekât boyutu görmezden gelinemez. Bütün bu uygulamalar karşısındaki boynu eğiklik, Türk milletinin ve Türk Ordusunun maneviyatında derin izler bırakmıştır. Hele en son ABD silahlı birliklerinin 4 Haziran 2003 günü Süleymaniye'de Türk subayının başına çuval geçirmesi karşısındaki teslimiyet, ordunun ve milletin onurunda ve bilincinde durmadan kanayacak bir yara açmıştır.

ABD ve AB, psikolojik harekâtta dolaylı güçlerini de cepheye sürmüş bulunuyor. CIA'ya ve Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisine bağlı medya kullanılarak, Orduya karşı sistemli bir çamur savaşı yürütülmektedir. Ordunun ve komutanların saygınlığı bir futbol topu gibi sürekli tekmelenmektedir. Türk subayını ve askerini aşağılamak, artık sıradan bir faaliyet haline gelmiştir. Millet, bu aşağılamalara tanık olmaktan utanç duymakta ve komutanların başlarını dik tutmayışlarını acıyla izlemektedir.

Buraya, çamur savaşının ölçülerini hatırlatmak için üzüntüyle kaydediyoruz. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'la ilgili olarak bir genel yayın yönetmeni televizyon ekranından "dansöz" benzetmesi yapmıştır. [36] "Genç Siviller" denen Batı güdümlü örgütçük, bir yürüyüşünde, "İlker Başbuğ Çeneni Kapa" diye slogan atmıştır. [37] ABD güdümlü köşe yazarları, Genelkurmay Başkanı'ndan "otistik" diye söz etmişlerdir. [38]

En acısı, komutan ve subayların psikolojik harekât karşısındaki ezikliğidir. Ne yazık ki, genelkurmay başkanları bile bu harekâta istemeyerek de olsa katkıda bulunmuşlardır. Org. Büyükanıt, "Türk Ordusu suç örgütü değildir" diyerek, Türk Ordusunun suçluluğunu tartışmaya açmıştır. Bazı komutan ve subaylar, gözaltı ve tutuklamalarda başını dik tutamamıştır. Bir vatan savaşı yaptığını unutarak, suçlu görüntüleri vermiş, başını eğmiş, yüzünü saklamıştır. Hatta bu utanç manzaraları emir komuta içinde düzenlenmiştir. Komutanlar adliye binalarına göğüslerini gererek girmek yerine, arka kapılardan alınmış; komutanları gizleyen "Etten Duvar Mangaları" görevlendirilmiştir. Bu utanç, Türk komutanına yakışmamıştır.

Psikolojik savaş, adı üzerinde savaştır. Psikolojik harekâta karşı koymak, savaşın bir cephesidir. Kendisine kurşun veya top mermisi veya füze atılan bir ordu, ne yapmak durumundaysa, psikolojik harekâtın hedefi olduğu zaman da aynı durumdadır. Savaşın biricik kuralı, savaşmak ve düşmanı imha etmektir.

Peki bu psikolojik harekâta verilecek cevap, yalnızca basın toplantısı yapmak mıdır?

Komutanlar, psikolojik savaş karşısındaki boynu eğikliği, "ne yapsaydık, darbe mi yapsaydık" diye karşılıyorlar. Bu gerekçe, savaşın her türüne, düşmanın her taarruzuna karşı teslimiyetin örtüsüdür. Yarın düşmanın silahlı saldırısına karşı silahla cevap veren Ordu da, darbecilikle suçlanacaktır. Bugünden suçlanmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Güneydoğu bölgesinde bölücü teröre karşı mücadelesi de darbe suçlaması kapsamına alınmadı mı?

Asimetrik (eşboyutsuz) psikolojik harekâta karşı savaşamayanlar, tüfekle veya füzeyle savaşabilir mi? Komutanlar kendilerine bu soruyu sormalıdırlar. Herkes bilmekte ve görmektedir ki, Türkiye'de artık Ordunun her vatan görevi "darbe girişimi" suçlamasıyla karşılaşacaktır.

Teslimiyetin gerekçesi çoktur ve teslimiyetin sonu yoktur.

5.11. Yabancı devlet operasyonuna boyun eğilmesi
Önce şunu belirtelim, kimse Ordudan darbe istemiyor. Cumhuriyetin sahibi olan halk, Ordusundan ordu gibi davranmasını, düşman operasyonlarına boyun eğmemesini, yürütülen örtülü savaşa teslim olmamasını, tertibe dolaylı destek veren tavrını terk etmesini, ABD'yi ve AKP'yi güçlü gösteren tutuma son vermesini bekliyor.

Org. Başbuğ, ABD'nin AKP iktidarından vazgeçeceği beklentisini yaydı. Bu, öyle gözüküyor ki, komutanların da kolayına geldi. Böylece Başbuğ'un komutanlığındaki kademe, baştan aşağı sanal olarak üretilmiş kanıtlarla yürütülen Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz tertiplerine boyun eğdi. ABD planlarına, doğrudan olmasa bile, kenarında durarak dâhil olmuşlardır. Türk Ordusunu kendi vatanında yabancı bir devletten operasyon yiyen bir duruma düşürdüler. Türk Ordusu, silah kullanılmadan, yabancı bir devlet tarafından çok ağır kayba uğratıldı, savaş yeteneği, moral gücü ciddi ölçülerde tahrip edildi. News Week, Washington Post gibi, ABD resmî ağızlarını seslendiren yayın organları, "Türk Ordusu yenildi" ve "Türk Ordusu sarsıldı" gibi başlıklarla yayın yaptılar. [39] Bu yayınlar daha kesin yargılarla ve giderek alaycı bir üslup kullanılarak sürüyor.

Türkiye yurtseverlerinin olayı algılaması da farklı değildir. Abdullah Öcalan davasının savcısı Talat Şalk'ın sözleri milletin ortak acısını dile getirmektedir: "Ben şahsen askerlerin gözaltılarını televizyonda izlerken, sanki Türkiye işgal edilmiş, işgal kuvvetleri bizim komutanlarımızı götürüyor diye düşündüm." [40]

Ne yazık ki, komuta kademesi, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz gibi doğrudan Türk Ordusunu hedef alan operasyonların, ABD merkezli olduğunu görmekten kaçınmıştır. Dahası, ordu mensupları arasında bu gerçeğin görülmesini önleyen bir tavır içinde olmuştur. O kadar ki, bazı emekli komutanlar bile, bu anlayış yüzünden gerçeği görmek istemeyen açıklamalarda bulunmaktadırlar. Örneğin E. Org. Edip Başer, Aydınlık dergisinin bu konudaki sorusuna şöyle cevap vermektedir: "Dış destekliyse, nereden olduğu konusunda benim elimde bir belge bilgi yok. Onun için kesin bir şey konuşmak durumunda değilim. Ama bu tür belgeye bilgiye sahip olanların bunları ortaya koymaları elbette büyük bir vatanseverlik borcudur diye düşünüyorum." [41]

ABD Ordusu Türkiye'yi işgal tatbikatı yapıyor, Süleymaniye'de Türk subayının ve astsubayının başına çuval geçiriyor, Ergenekon operasyonunun düğmesine Bush ile Tayyip Erdoğan'ın 5 Kasım 2007 günlü Oval Ofis buluşmalarında basıldığı en yetkili ağızlardan açıklanıyor, [42] Ankara'ya operasyonu yürütmek için 2008 yılı başında 35 kişilik bir CIA heyeti yerleştiriliyor, [43] ABD basını Türk Ordusunu yendiklerini ilan ediyor; ama bazı komutanlarımız hâlâ belge arıyor.

Buna karşılık bizim saptayabildiğimiz E. Hv. Korg. Yaşar Müjdeci, E. Tuğg. Servet Cömert, E. Tuğg. Noyan Umruk, E. Kur. Alb. Cemalettin Korkut, E. Dz Alb. Reşit Çağın, E. Tümg. Osman Özbek, E. Tümg. Alaattin Parmaksız, E. Org. Necati Özgen, E. Tümg. Erdal Sipahi, E. Tuğg. Nejat Eslen, E. Hv. Tuğg. Ramiz İlker, E. Alb. Erdal Sarızeybek, E. Alb. Ömer Lütfü Taşçıoğlu, E. Dz. Yrb. Kemal Evci gibi komutanlar bu operasyonun ABD merkezli olduğunu açıkça belirtmişlerdir.

Dünya tarihinde, bir ordunun, yabancı bir devletin operasyonuna kendi vatanında böylesine teslim olduğu ikinci bir örneği biz bilmiyoruz. Belki bağımsızlık ve ordu geleneği olmayan bazı devletçiklerin tarihinde olabilir.

5.12. Kırılma noktası: 2007 baharı
Kimi ulusalcılarımız ve komuta kademesindeki bazı generallerimiz, iç cephenin çöküşünü anlamak istememişlerdir. Oysa Çankaya dâhil devletin bütün yönetim kurumlarının ABD'nin BOP Eşbaşkanlığı'na teslim edilmesi, düşmana Türkiye'yi bölme olanağının verilmesiydi. Başka deyişle Türkiye'nin devlet olanakları karşıdevrimin emrine sunulmuş oldu.

Kırılma noktası, 2007 baharındaki büyük halk hareketinin çelmelenmesidir. Böylece Ergenekon operasyonunun koşulları da yaratılmış oldu ve 2007 yılı Haziran ayında Ümraniye bombaları tertibiyle ilk tutuklama dalgası başlatıldı. Bombalar, tutanaklara göre, gecekondu çatısından iki saat önce Ümraniye karakolunda masaya dizilmiş ve görüntüleri çekilmişti. Görüntü kayıtlarında polis memurları, açıkça "Operasyon Ergenekon olduktan sonra sinkaf ederim hâkimini de savcısını da" diyor ve Genelkurmay Başkanlığından hem kurum ve hem de kişi olarak iki kez "O. çocuğu" diye söz ediyorlardı. Bombaları çatıda gören yoktu, aramaya katılan da yoktu. Askerî görevlilerin, yazılı inceleme talebine rağmen, bombalar hemen imha ediliyordu. İmha kararı, CMK'daki hurda kâğıt vb'nin hükmüne dayanılarak alınıyordu. [44] Bütün bunları, daha o zamandan Genelkurmay Başkanlığı'nın öğrenmemiş olması olasılığı yok. Ancak öyle görülüyor ki, Genelkurmay, bu ABD tertibini "hukuk devleti" yalanlarıyla örtme işlemine katılma kararı almıştı.

5.13. Bugün gelinen nokta: Bölünme ve dağılma
Türk Ordusu sindiriliyor ve savaş yeteneği kırılıyordu. Arkasından Kürt, Ermeni, Kıbrıs, Alevî açılımları geldi ve bütün cephelerde çözülme içine girildi. ABD'nin BOP Eşbaşkanlığı 12 Eylül 2010 referandumundan sonra evet oylarından aldığı cüretle yargı operasyonunu başlattı. HSYK'yi ele geçirdi; Beşiktaş'ta kurduğu özel yargıyı güçlendirdi ve Yargıtay'ı ele geçirme harekâtını başlattı.

Ve Türkiye bugün gözlerimizin önünde bölünmektedir. Fiilî durum ortadadır: Millet de bölünmektedir, ülke de bölünmektedir. Yurdumuzun güneydoğu bölgesinde ABD güdümlü yeni bir Kukla Devlet oluşmaktadır.

5.14. "Savaşmadan yenilme" stratejisi ve ordunun iç hat durumuna düşürülmesi
Türkiye, yalnız dışardan, Kuzey Irak üzerinden değil; içerden, Çankaya ve hükümet mevzilerinden de bölünmektedir. Türk milleti ve Türk Ordusu, ilerde daha geniş olarak açıklayacağımız üzere iç hat durumuna düşürülmüştür.

Eğer bu kuşatma kısa zamanda yarılmazsa, parçalanmanın ve iç çatışmaların kapıda bulunduğunu en iyi bilmesi gerekenler kuşkusuz komutanlardır. Ancak arkada kalan dönemde, komuta kademesinin Türk Ordusuna karşı yürütülen bu çok yönlü savaşa karşı koymadıkları görüldü. ABD'nin Türk Ordusunu savaşmadan yenme stratejisine savaşmadan yenilme stratejisiyle cevap verildi. Bugüne kadar izlenen çizgi budur.



Yazının tümünü okudugumda yok artık dedim. Hadi bu olaylar gerçek değil diyecegim ama adam belgeleriyle beraber sunmuş. Umarım sadece 10 dk ayırarak sıkılmadan sonuna kadar okursunuz.
Mesaj tarihi:
Diğer Yazılar

KOMUTANLARIN TESLİMİYET NEDENLERİ

KOMUTANLARIN TESLİMİYET NEDENLERİ
Artık komutanların teslimiyet nedenlerini çok iyi tahlil etmek gerekir. Bunlar hem nedendir, hem de gerekçedir. Başka deyişle maddî olgulara dayanırlar; bu açıdan nesnel nedenlerdir. İşte bu olgular, teslimiyet gerekçesi olarak kullanılmaktadır; isterseniz bahane de diyebilirsiniz. Savaşlarda teslim olmak isteyenlerin her zaman gerçeklerden derlenen bahaneleri olmuştur. Savaşları, varolan olumsuz koşulları, cesaret, kararlılık ve kumanda yetenekleriyle geçersiz kılan komutanlar kazanmışlardır. Zaten savaş da budur; düşmanın olanaklarını ve üstünlüklerini geçersiz kılmak!

Savaşmadan yenilme stratejisinin gerekçesi olarak öne sürülen görüşleri buraya sıralıyoruz. Strateji ve siyaset düzlemindeki nedenlerden gerekçe olarak da söz edilebilir. Bu nedenlerin teslimiyetin perdesi olarak kullanılması, kuşkusuz esas olarak felsefe ve kültürle açıklanabilir. O felsefeden bağımsız olmayan bireysel karakter ve özellikler de hesaba katılmalıdır. Böylece teslimiyet nedenlerini dört başlık altında inceleyebiliriz:

1. Stratejik nedenler,
2. Siyasal nedenler,
3. Bireysel nedenler,
4. Felsefî-kültürel nedenler.

Aslında birinci sırada felsefî-kültürel nedenlerin incelenmesi düşünülebilirdi. Çünkü diğer nedenler, en sonunda felsefe ve kültürle bağlantılıdır. Ancak biz daha somut olan stratejik, siyasal ve bireysel nedenleri öne aldık. Hepsinin temelinde yatan felsefî ve kültürel nedenleri en sonda tartışmayı daha yararlı bulduk.

1. Stratejik nedenler
Önce teslimiyetin stratejik düzlemdeki gerekçelerini sıralamak durumundayız:

1.1. ABD'nin üstün silahlı gücü
ABD'nin üstün silahlı gücüne karşı konamaz. NATO'nun silah sistemlerine bağlıyız; direnemeyiz.

1.2. İki cephede savaş tehdidi
ABD, Kuzey Irak üzerinden tehdit yanında, Ege ve Kıbrıs üzerinden bizi iki cephede savaşa zorlar; o zaman ne yaparız?

1.3. İç cephenin zorlukları
ABD, bölücü kitlesel ayaklanmalar tertipleyebilir; irtica güçleri ile turuncu NGO unsurlarını harekete geçirebilir. O zaman iç cephede de zor durumlara düşeriz.

1.4. Ekonomik mahkûmiyet
Türkiye, bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü savunarak, ABD'ye tavır alırsa, ekonomik açıdan ayakta duramaz; ekonomik kuşatma uygulanır; sıcak para gelmez; ihracat boğazlanır; borsalar çöker vb.

1.5. ABD'nin stratejik ortağı olma umutları
TSK personeli içinde artık kimsenin böyle bir hâyâl beslemediğini bilmekle birlikte, Türkiye'nin siyaset ve düşün çevrelerinde, ABD'yi "Ilımlı İslam" planından vazgeçirme ve onunla "Ilımlı laiklik" çizgisinde buluşma beklentisi içinde olanlar bulunmaktadır. Hele AKP'nin son yıllarda İsrail'i eleştiren sahte görüntüler vermesinden sonra, bu beklentiler iyice depreşti. Washington'un ve ABD Büyükelçisi Riccardione'nin ağzına bakanların Orduyu etkileme çabası içinde oldukları da hesaba katılmalıdır.

1.6. "Stratejik geri çekilme" perdesi ve savaşmadan yenilmek
Teslim olan hiçbir komutan, dünya tarihinde, teslimiyeti savunmamıştır; teslimiyeti bir zorunluluk olarak göstermiştir; "başka çare yoktu" demiştir ve çaresizliğin gerekçelerini sıralamıştır. Teslim olmak için gerekçe her zaman çoktur. Çünkü düşmanın da bir gücü ve olanakları var. Kafası teslimiyete çalışan komutanlar, süper zekâlarıyla bol bol teslimiyet gerekçesi bulurlar. Teslimiyetin askerî bir açıklaması da gerekir. Buna da, "Kuvvetleri koruyabilmek için stratejik geri çekilme" adı verilmiştir. Oysa uygulanan stratejinin askerlikteki adı, "stratejik geri çekilme" değil, savaşmadan yenilmektir. ABD'nin "küresel güvenlik" dediği stratejinin Türk Ordusuna yüklediği görev, şu an ABD'ye savaşmadan yenilmektir.

Bilindiği gibi, Strateji bilgisinin babası kabul edilen Çin'li Sun Tzu, savaşta en büyük başarıyı, "düşmanın iradesini savaşmadan kırmak" diye tanımlar. Bunun en etkin yöntemi, düşmanın iç cephesini kendi güçleriyle çökertmektir. Bu stratejiye Türkçemizde "Kaleyi içerden fethetmek" de diyoruz. Bu durumda savaşın bedeli ucuzlayacak, savaş zayiatsız veya çok düşük kayıplarla kazanılmış olacaktır. [45]

ABD Ordusu, şu anda Türkiye'de savaşmadan savaş kazanıyor. Türk Ordusu savaşa girmeden büyük kayıplara uğruyor. ABD, Türk Ordusunu, iç hatlardan vurmaktadır. Elindeki araçlar ise, Ankara'daki işbirlikçi iktidardır, yargı içindeki F tipi örgütlenmedir ve "sivil toplum örgütleri" adı verilen yıkıcı örgütlerdir. Türk Ordusu, tarihinin hiçbir savaşında, Ergenekon, Poyrazköy, Balyoz, Kafes, Islak İmza soruşturmalarındaki kadar çok general ve subay kaybına uğramamıştır. Hele en son 11 Şubat 2011 Cuma günü, Balyoz davasında 163 general ve subayımızın tutuklanması, işgal dönemlerinde bile görülmemiştir.

Batı basını, Türk ordusunun ağır kayıplarını ve hatta yenilgisini sevinç çığlıkları atarak vermektedir. ABD yönetiminin görüşlerini yansıtan The Washington Post, gazetesi, Janine Zacharia imzalı yazıda, "Orduda derin bir moral bozukluğu" yaşandığını saptıyor ve şu değerlendirme yapılıyor: "Gözaltılar Orduyu sarstı. Ordu yara aldı." [46] Yine ABD hâkim sınıflarının görüşünü yansıtan Wall Street Journal, bizim "savaşmadan yenme" stratejisi dediğimiz süreci, "kansız iç savaş" diye niteliyor. Bu "savaş"ın işlevini de açıkça belirtiyor: "Kansız iç savaş Türkiye'yi bölüyor." [47] Savaşın galibi ise şimdiden ilan edilmiştir. News Week 'in başlığı aynen şöyle: "Ordu yenildi". Owen Mathews imzalı yazıda, "AKP'nin en büyük rakibi olan ordunun kâğıttan kaplan olduğu ortaya çıktı" değerlendirmesi yapılıyor ve ABD'nin AKP'ye verdiği destek övülüyor. [48]

Sonuçlar ortadadır: Türk Ordusunun halk içindeki saygınlığı tahrip edilmiş; komutanlara ve orduya güven sarsılmış, generallerden subay ve astsubaylara kadar en seçkin komutanlar bertaraf edilmiş; onurlu komutanlar intihar etmiş, gaziler madalyalarını çiğnemiştir. Kısacası Ordunun savaş yeteneği zayıflatılmıştır. Komutanların "Kayıp vermemek için düzenli geri çekilme" adını verdiği strateji, en ağır kayıplarla sonuçlanmıştır. "Geri çekilme" adı verilen bozguna bir de hukukî kılıf bulunmuştur: "Hukuk devleti". Hatırlanacaktır, Bush yönetiminin Dışişleri Bakanı Rice, 2009 yılı Kasım ayı sonunda, Türk Ordusunu "hukukun üstünlüğüne saygı göstermeye" çağırmıştı. [49] Aslında bu, "ABD operasyonuna teslim ol" çağrısı idi. Türk Ordusu, "hukuk devleti", "yargı çözer", "demokrasiye saygı" gibi silahlarla teslim alınmış ve savaş dışı bırakılmıştır. Komuta kademesinin kendisi, Türk Ordusuna karşı psikolojik harekât yürütüldüğünü sık sık dile getirmiştir. Peki bu psikolojik savaşın cevabı süngüyü yere indirmek midir? Yıllardır Türk Ordusuna karşı bir çamur savaşı yürütülüyor ve Türk Ordusu karşılık dahi vermiyor.

Komuta kademesinin tavrı, ABD ile erken bir cepheleşme içine girmemek, zamanı kollamak gibi stratejik ve taktik ilkelerle açıklanamaz. Zaman yine kollanabilir. Bu uygulamalara boyun eğmek, hesaplaşmayı ertelemiyor, tam tersine yakınlaştırıyor. Çünkü bu kadar dirençsiz tavır, karşı güçleri azgınlaştırmakta ve düşmana nihai darbe için cesaret kazandırmaktadır.

Tarih, düşman harekâtına "hukuk devleti" sloganlarıyla cevap veren komutanlardan "Hukuk devleti şampiyonları" diye söz etmeyecektir; onlar için cepheden kaçtılar diye yazacaktır.

1.7. Halk kaybediliyor ve ordunun direnci zayıflatılıyor
En önemlisi, zaman Türkiye'nin zararına işliyor. Çünkü hem halk kaybedilmektedir; hem de Ordunun direnci zayıflatılmaktadır.

Halk iki türlü kaybediliyor:

Birincisi, Türkiye halkı tarikat ve cemaat ağına teslim ediliyor. Halkın beyni sulandırılıyor, vatan sevgisi köreltiliyor. Kalabalıklar dinci-yobaz hurafeler ve saplantılar içinde boğulmakta; bir şizofreninin kuyusuna atılmaktadır. Türkiye bölünürken, cumhuriyet yıkılırken, kitleler günümüz tehditleriyle hiçbir ilgisi olmayan bin dört yüz yıl öncelerinin acıları ve saplantıları içinde çırpınmaktadır.

İkincisi, Kürdümüz bölücülüğün kucağına itiliyor; Türkiye halkı acıda ve tasada bölünüyor; etnik düşmanlıklar sistemli olarak kabartılıyor; Cumhuriyet Devrimine sahip çıkan, toprak ve özgürlük isteyen Kürt köylüsü eziliyor. Türk bayrakları ve Atatürk posterleriyle toprak mücadelesi veren Bismil Aslanoğlu ve Sinan köyleri halkının jandarmayla bastırılması gibi uygulamalar, Cumhuriyet Kürdünü bölücülüğün yanına itmekten başka neye hizmet eder?

Kürt yurttaşlarımızın bölücü örgütün denetimine girmesinin en önemli nedenlerinden biri, Ordunun düşman operasyonu karşısında güçsüz görüntüler vermesidir. ABD ve AKP, Türk Ordusunu o hallere düşürmek için o uygulamaları yürütmektedir. Güneydoğu'da yaptırım gücü olmadığı izlenimi yaratan devlet ve ordu, bölücü örgütün belediyeleri kullanarak hükümetçikler kurmasını yalnızca seyretmektedir.

Ordunun direncinin kırılmasına gelince: Bugün geleceğin belirlenmesi açısından, hiçbir değer, Ordunun savaşma kararlılığı, morali, Türk milletinin Ordusuna güveni, Ordunun milletle olan bağlarıyla karşılaştırılamaz. Türk Ordusuna operasyon yapanlar, bunu çok iyi biliyor ve ne yazık ki önemli mevzilerimizi yıkıma uğratmışlardır.

Bu gerçekleri görmek istemeyen veya görmüş gibi yapıp da direnmeyen komutanlar, ne yazık ki ilerde ödenecek bedelden sorumlu olmayacaklarının rahatlığı içindeler. Çünkü sıraları geldikçe Fenerbahçe Orduevindeki huzurlu istirahatlerine çekiliyorlar. Kayıplar ilerde verilmiş gibi görülecektir. Oysa asıl büyük kayıplar bugün verilmektedir; ilerdeki kayıpların zemini oluşturulmaktadır.

Yarın tarikat ağları içindeki kalabalıklar ve bölücülüğün denetimine giren yurttaş kitlesi, şiddet kullanılan kalkışmaların unsuru haline gelince, komutanlar bugünden daha olumsuz koşullar içinde karar vermek durumunda kalacaklarını düşünmüyorlar mı? 5 Temmuz 2010 tarihli Aydınlık dergisinde yayımladığımız, "Genelkurmay'ın lambaları yanıyor/Genkur'da ele geçirilen kozmik FOLTP planı" başlıklı yazıdaki senaryo, bir fantezi değildi. ABD, silahlı kalkışmaların düğmesine bastığı zaman, karşılaşılacak manzaralar bellidir. O durumlarda, teslim olmak isteyenler için daha güçlü "ikna" gerekçeleri oluşacaktır.

Tehlike üstlenmekten çekinen sorumsuz ve cesaretsiz komutanlar, bugünün faturasını geleceğin komutanlarına ve ordusuna ciro ediyorlar. Geleceğin sorumlu ve cesur komutanlarına ve kahraman Ordusuna!

2. Siyasal nedenler
2.1. Siyasal hesap hataları
Komutanların en büyük hatası, bütün hesaplarını ABD'nin Türkiye'deki denetimini değişmez kabul ederek yapmalarıdır. Hemen bir soru: Türkiye'nin 1945 sonrasında Atlantik sistemine bağlanması, Atatürk Devrimi'nin yıkımını da getirmedi mi? Bu yıkım, ABD'nin 1991 yılında Irak'ı bölmesinden ve işgalinden sonra çözülmeye dönüşmedi mi? Emperyalist sistem içinde kalarak, Atatürk Devrimini bırakalım geliştirmeyi, korumak mümkün mü?

İşte komutanların bu stratejik yanlışı, bütün hesap hatalarının da temelidir. İşte yine bu nedenle, AKP iktidarının ABD'den gelen yeşil ışıkla değiştirilebileceği; laikliği ortadan kaldırmayan bir iktidar oluşturulabileceği ve böylece Ordunun da rahatlayacağı beklentisi içine girenler bile olmuştur.

2007 baharında Org. Büyükanıt, Dolmabahçe anlaşmaları yaparak, yükselen halk hareketinin saptırılmasına ve söndürülmesine hizmet etmiştir. 9 Haziran 2007 günü yapılan Diyarbakır Cumhuriyet mitingini baltalayarak, Kürdümüzü Cumhuriyetimize kazanma mücadelesine karşı tavır almıştır; kitleleri bölücülüğün kucağına iten senaryoda rol üstlenmiştir. Kararların arkasında durmayan, sürekli çözülen tavırlar, AKP'yi güçlü göstermiş ve 2007 Temmuz seçiminde AKP oylarına en büyük katkıyı yapmıştır.

Org. Başbuğ, "hukuk ve yargı" yalanlarıyla yürütülen düşman operasyonuna, "düşman operasyonu" diyememiştir; bunların kanunsuzluğunu ortaya koymamıştır; en önemlisi kendisinin bildiği tertipleri açıklamamıştır. Tutuklanan ve yakalama emri çıkartılan subayların kişiliğinde, Türk Ordusunun Atatürk Devrimi birikiminin ve yurtseverliğinin biçildiği gerçeğini bile millete söylememiştir. Poyrazköy, Kafes, Balyoz ve benzeri operasyonların tertip ve uydurma olduğunu belirtmemiştir. Ayarlanmış savcı ve mahkemelere "yargı" denmesine katkıda bulunmuştur. "Yargı çözer" safsatasıyla, yargının hiçbir zaman çözmeyeceği sözümona yargılamalarla Türk Ordusunun ve Türk subayının lekelenmesine göz yummuştur. Ekranlarda ve gazete sayfalarında boy boy yüzünü gizleyen subay görüntüleri yayımlanmıştır. Onurlu subayların kendi şakaklarına sıktıkları silahların namlusundan çıkan sesler bile Başbuğ'u uyandırmamıştır. Beşiktaş'ta üslendirilmiş Gladyo hukukuna "hukuk" diyerek yol vermiştir. Yasaların emrine rağmen, askerî yargıyı işletmemiş, TSK'nin yüzlerce değerli hukukçusunu, hâkimini savcısını, Gladyo hukukunun karşısına dikmemiştir. TSK'ye tertip düzenleyerek askeri suç işleyenlerin kovuşturulmasını önlemiş, Türk Ordusuna karşı işlenen suçların önünü açmıştır. O kadar ki, hukuku uygulayan Hava Kuvvetleri Komutanlığı Adlî Müşaviri ve Başsavcısı Alb. Ahmet Zeki Üçok'u suçluymuş gibi F yargısına teslim etmiştir.

Yine Başbuğ'un 12 Eylül 2010 Referandumu öncesindeki Yüksek Askerî Şura (YAŞ) toplantısı sürecindeki dirençsiz görüntüsü de, AKP'nin evet oylarını yükseltmiştir. YAŞ toplanırken, 102 görevli ve emekli subay hakkında bir anda kanunlar çiğnenerek yakalama kararı çıkartılmış; subaylar Orduevlerinde saklanmış, küçük düşürülmüştür. Yapılan araştırmalar, Başbuğ'un bu tutumu yüzünden evet oylarının yüzde dört yükseldiğini saptadı. Böylece Başbuğ, AKP'nin konumunu güçlendirme ve yargıyı ele geçirme hamlesine katkıda bulunmuştur.

Org. Başbuğ, ABD operasyonuna teslim olan tutumunu, "Biz karışmayalım, AKP iktidarı seçimle götürülsün" gibi gerekçelere dayandırmıştır. Doğrudur, AKP'yi deliğe halk süpürecektir. Yanlış olan, "Biz karışmayalım" önermesidir. Çünkü hep söylenmiyor mu, Ordu da milletin bir parçasıdır; halkın bir parçasıdır. Ordusu düşman operasyonuna teslim olan bir millet, Ordusu sürekli dayak yiyen bir millet; generalleri subayları her gün itilen kakılan bir millet; sabahları düşman saldırıları karşısında en üst rütbedeki komutanlarını bile koruyamayan Ordu manzaralarıyla uyanan bir millet; silahla bölünme sürecinde Ordusuz kalan bir millet, düşmanı nasıl yenecektir? Düşmanın psikolojik harekâtı karşısında Ordunun görevi teslim olmak mıdır? Bu teslimiyetin halkı ve seçimleri nasıl etkilediği üzerinde hiç düşünülmüyor mu? Bu teslimiyetin ABD'ye olan itaati güçlendirdiği ve ABD güdümlü AKP'nin durumunu pekiştirdiği hiç hesaba katılmıyor mu? Sonuç olarak, komutanların bu teslimiyeti, AKP'nin her alanda güçlenmesinin ve oy toplamasının da en önemli sebebidir. AKP, "mağdur" görüntüsüyle değil, tam tersine güçlü görüntüsüyle oylarını artırıyor.

2.2. Sorumluluğu hükümete yıkmak ya da sorumluluk üstlenmekten kaçmak
Teslimiyetin diğer bir siyasal gerekçesi de, sorumluluğun hükümette olmasıdır. Komutanlar, hükümet-ordu ilişkilerini ele almada ürkütücü bir yanılgı ve sorumsuzluk içindedirler. Anayasa Mahkemesi, bu hükümeti yöneten AKP'nin "Cumhuriyet yıkıcısı faaliyetin odağı" olduğuna hükmetmiştir. Bu hükümet yasadışıdır. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi'nin hükmü olmasa bile, bu hükümetin başındaki Tayyip Erdoğan, ABD devletine bağlı BOP Eşbaşkanı olduğunu 34 yerde söylemiştir. Çankaya'da oturan Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile "İki sayfa dokuz maddelik gizli anlaşma yaptığını" itiraf etmiştir. [50] Hadi bunlardan da vazgeçtik, bu hükümet Türkiye'yi "Kürt açılımı", "Alevî açılımı", "Ermeni açılımı" türünden ABD projeleri uygulayarak herkesin gözü önünde açıkça bölmektedir.

Türk Ordusunun komutanları, kendilerini çıkmaza soktular. Millî devletin yıkıldığı, milletin ve vatanın bölündüğü koşullarda, sorumluluğun iktidarda olduğu düşüncesiyle durumu idare etmek, komutanların bugünkü açmazıdır. Hükümetin yasadışılığını görmekten kaçınmak, durumu değiştirmiyor; daha da vahimleştiriyor.

"Siyasal kararları hükümet alır, biz uygularız." anlayışı, Cumhuriyet hükümetleri bağlamında geçerlidir. Eğer hükümet mevkilerinde oturanlar, büyük bir emperyalist devletin güdümünde Cumhuriyeti yıkıyor, milleti etnik gruplara ve cemaatlere bölüyorsa ve vatanı fiilen parçalıyorsa, onların aldıkları kararları uygulamak, Cumhuriyete, millete ve vatana ihanet sürecine ortak olmaya kadar gider. Komutan, vatanı ve Cumhuriyeti savunma görevini yapmaktan acizse, yerini o görevi yapabilecek komutana bırakmalıdır. Türk milleti bilmektedir ki, bu Orduda o görevi yapacak onurlu komutanlar çoktur.

Yasadışılığı mahkeme hükmüyle saptanmış bir iktidarın emirlerini yerine getiren bir komuta kademesi, belki görünüşü kurtarabildiğini sanabilir, ama Türkiye'nin bölünmesine seyirci kalır; en temel Anayasal görevini yerine getirmez ve Türkiye "barışçı yöntemlerle" bölünmüş olur. O zaman buna neden olan komutanlar, sorumluluğu hükümetin üzerine atabilirler, ama Türkiye de çok derin çatışmaların içine yuvarlanmış olur. Etnik ve mezhepsel çatışmalara giden bu süreç, eninde sonunda Ordunun yakasına yapışır. Çünkü Türkiye ancak silahla çözülebilecek sorunlarla karşı karşıyadır. ABD'nin Irak'ı işgal eden silahlı güçleri, Irak'ı bölme planlarını şimdi Türkiye'ye doğru yaymaktadırlar. Bu dayatma caydırıcı bir güç olmaksızın göğüslenemez ve geri püskürtülemez. Ordu bunu göremezse hiçbir şeyi göremez ve hiçbir görevini yerine getiremez. Mısır'daki ve Ortadoğu'daki gelişmeler bu açıdan dikkatle incelenmelidir. Türkiye'nin yangını oralardan çok daha büyüktür. O ülkelerin hiç olmazsa, bölünme tehlikesi bulunmuyor. Dahası Türkiyemiz, oralarla karşılaştırılamayacak kadar derin ve şiddetli bir dış müdahaleyle karşı karşıyadır.

Komutanlar, ABD'nin gücü ve olanaklar ile Türkiye'nin gücü ve olanakları konusunda yanlış bir değerlendirme içindedirler. Çünkü ufuklarında, Türkiye'nin ağırlaşan sorunlarını Atatürk'ün devrimci yöntemiyle çözmek yok.

3. Bireysel nedenler
3.1.NATO'ya bağlılığın belirlediği subay karakteri
ABD karşısındaki teslimiyetçi tavrı, diğer nedenler kadar önemli olmasa da, komutanların kişilikleri ve nitelikleri de belirlemiştir. Türk Ordusunda generallerin terfi sistemini, NATO'ya bağlandıktan sonra, savaşta geçerli olan komutanlık ölçütleri ve gerçek anlamıyla Atatürk Devrimciliği belirlemedi. Üstün nitelikli subayların çoğu, NATO'nun çeşitli boyutlardaki engelleriyle karşılaştılar. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askerî darbelerinden sonra, toplam 3 bini aşan devrimci subay tasfiye edildi. Org. Eşref Bitlis gibi yüksek nitelikte bir komutan suikast yöntemiyle bertaraf edildi. Bazı komutanların silah ithal eden mafyalarla ilişkileri medyada gündem oldu. 1980 öncesindeki Lockheed rüşveti örtbas edildi. AKP iktidarı döneminde bazı nitelikli komutanlar, çeşitli tertiplerle istifaya zorlandı veya önleri kesildi. En ürkütücü olanı, artık birçok üst rütbeli subayın da açıkça belirttikleri üzere, ABD servisleri, TSK'nin çeşitli kurumlarına sızdılar ve bazı subayları ele geçirdiler. Türk Ordusu, bütün bu nedenlerle devrimci kişilik, meslekî yetenek, cesaret ve fedakârlık açısından nitelikli kadro kaybına uğradı.

1991'de ABD'nin Irak'ı bölmesinden sonra komuta kademesinde, Okyanus ötesinden gelen dış tehdide karşı bir uyanma ve kararlılık gelişti. 1994 yılında ve arkasından 1998'de Genelkurmay Başkanlığı görevlerini üstlenen Org. İsmail Hakkı Karadayı ve Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu dönemlerinde ABD'nin Türkiye üzerindeki baskı ve tehditlerine direnen uygulamalar görüldü. Ancak ABD'nin 2002 darbesiyle Org. Özkök'ü Ordunun başına ve Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül ikilisini siyasî yönetime getirmesinden sonra, ABD operasyonlarına karşı kişilik zaafları da ortaya çıktı.

Org. Hilmi Özkök, ideolojik olarak küreselleşmeci olması bir yana, başına çuval geçirilmesi karşısındaki acziyle, komuta kademesine kumanda edemeyen dirayetsizliğiyle, daha vahimi silah arkadaşlarını gammazlayan kişilik zaaflarıyla da tarihe geçti. Özkök'ün Çuval Olayından sonra Diyarbakır'da yaptığı basın toplantısının görüntü kayıtları Harp Akademileri'nde bir ibret dersi olarak okutulmalıdır. Öyle ezik ve sinmiş bir komutan, dünyanın en kahraman ordusunu bile bozguna sürükler.

Org. Yaşar Büyükanıt, hiçbir kararının arkasında duramadı; mevzi tutamadı; silah arkadaşlarının tutuklanmaları karşısında komutan sorumluluğuna yakışan tavrı alamadı ve en sonunda başını Abdullah Gül'ün taktığı "madalya"ya uzattı.

Org. İlker Başbuğ, daha Kara Kuvvetleri komutanı iken, 24 Haziran 2008 günü Tayyip Erdoğan ile özel görüşme yaparak, mevki uğruna AKP'yi kapatılmaktan kurtarma senaryolarına dâhil oldu. Hiçbir sözünde duramadı. Başını dik tutamadı.

3.2. Şantaj ve tehditler
Arkada kalan süreçte Genelkurmay Başkanlığı görevini yapan komutanların bile Tayyip Erdoğan'la karşılıklı tehdit ve şantaj ilişkilerine girmeleri, halkımıza büyük acı verdi. Org. Yaşar Büyükanıt ve Tayyip Erdoğan birbirlerini kamuoyu önünde, Dolmabahçe görüşmesini açıklamakla tehdit ettiler. Org. İlker Başbuğ, kendisine yöneltilen tehditlere, elinde hükümet yöneticileriyle ilgili önemli bilgiler bulunduğunu açıklayarak cevap verdi. Devletin doruklarındaki siyasî ve askerî erkân, birbirlerini çeşitli suç ve bilgilerle tehdit ederek susturma yöntemine başvurdular. Halk, Tayyip Erdoğanların karanlık manzaralarından pek üzüntü duymadı; çünkü onlardan beklenen buydu. Ancak komutanlar, düş kırıklığı yarattı.

Sonuç olarak, 2002 yılından sonra, TSK'nin doruklarında başını dik tutamayan, sorumluluk üstlenemeyen, kendi mevki ve ikbalini öne çıkaran, emekli olup Fenerbahçe Orduevi'ne taşınana kadar durumu idare eden, Kemalist Devrimi tamamlama stratejisine değil, Atlantik stratejisine bağlanmış kişilik görüntüleri sergilendi.

4. Felsefî-Kültürel nedenler
4.1. Türk Ordusunda kimlik bunalımı
Savaşmadan yenilme çizgisinin, başka deyişle bu düzensiz ricatın temel nedeni, Türk Ordusundaki kimlik bunalımıdır. Türk Ordusu, ABD'nin küresel çıkarlarının vurucu gücü olan bir NATO ordusu mudur, yoksa Cumhuriyetin ordusu mudur? Bu soru, 1945 yılından beri, her kritik durumda Türk Ordusunun önüne bir kez daha geliyor.

Kimlik bunalımı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında millî stratejinin adım adım tasfiyesiyle ortaya çıkmış ve ağırlaşmıştır. Kemalist Devrimin bağımsız ve halkçı devletle çağdaş uygarlık stratejisi dağılınca, Ordunun millî kimliği de stratejik bir çözülme dönemine girmiştir. Büyük bir emperyalist devletin stratejisine bağımlı olan bir ordunun, millî kimliğini yalnızca geleneklere yaslanarak uzun süre koruması mümkün değildir. Ya devrimci gelenek ve milletin mücadelesi Orduyu yeniden millî kişiliğine kavuşturacaktır; ya da Ordunun bozulması süreci çözülmeyle sonuçlanacaktır. Ordunun özelleştirilmesine, genel askerlik sisteminin kaldırılmasına, yeni özel ordular oluşturulmasına yönelik girişimler, artık bir hesaplaşma aşamasına girdiğimizi göstermektedir.

Bu kimlik bunalımı, Türk Ordusunun ideolojisinde, stratejik kavramlarında, bağlandığı siyasetlerde, örgütlenmesinde, eğitiminde, her alanda görülmektedir. Birkaç örnekle yetineceğiz.

1951 Kore savaşında Türk Ordusu, bir Asya milletinin bağımsızlığına karşı ABD komutası altında cepheye sürülmüştür. Türk komutanları, akademik kurumlarda Kore savaşındaki strateji ve taktikleri tartışmaktadır. Böylece Türk subayı ABD konumunda düşünmeye şartlandırılmaktadır.

Yine Türk Ordusunun kurmayları, Cezayir ve Küba'nın bağımsızlık için mücadele eden gerilla hareketine karşı Fransız sömürgecilerinin ve Amerikancı Küba diktatörü Batista'nın konumunda düşünmeye zorlanmışlardır.

Türk Ordusunun çeşitli yayınlarına bakıyoruz, Vietnam savaşı ABD ordusunun bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Vietnam kurtuluş savaşı veriyor ve Türk subayı kafaca ve gönülce kurtuluş savaşına karşı kendisini ABD subayının yerine koyuyor.

Bütün bunlar kimlik yozlaşması değil midir?

Bir kısmı Amerikancadan çevrilmiş TSK yayınlarında göze çarpan Kore, Cezayir, Küba, Vietnam örnekleri göstermektedir ki, kurmaylarımız, ABD'nin emperyalist ordularıyla aynı cephede, aynı problemleri çözmeye mahkûm edilmişlerdir. Amaç, Türk subayının zihnini esir almaktır. Atatürk Devriminin yenilgi sürecine girdiği koşullarda, Türk Ordusu Türk subayının zihninde, kurtuluş savaşlarının düşmanları yanında mevzilenmiştir. Bu yeni mevzilenme, tatbikatlardaki renk değişikliğiyle de simgelenmiştir. Atatürk zamanında "Kırmızı Kuvvetler" olarak adlandırılan Türk Ordusu, NATO'ya bağlandıktan sonra, o zamana kadar düşmanın rengi olan "Mavi Kuvvete" dönüşmüştür.

Daha vahimi, askerî yayınlarda ve eğitim metinlerinde, Türk Ordusunun bölücü teröre karşı mücadelesi, ABD'nin Vietnam savaşına benzetiliyor ve ABD Ordusunun ruh hali aşılanıyor. Vatanını savunanlara karşı "benim işim ne" diyen ABD neferinin ruh hali, ABD Ordusunun yenilgisinin asıl sebebidir. Türk askerinin zihnine vatanı dışında savaştığı bilincini aşılayan bu Amerikancı anlayış, kendi vatanına ve milletine yabancılaşma anlamına gelmiyor mu? ABD'li "Ben Vietnamlıyım" demiyordu ve diyemezdi. Ama Güneydoğu bizim vatanımızın parçasıdır ve orada yaşayan Kürt halkı da bizim milletimizin bir parçasıdır. Kürt de biziz Türk de biziz, hepimiz Türk milletiyiz.

4.2. TSK'nin stratejisini Atatürk Devrimi değil ABD belirliyor
Bu kimlik bunalımından kurtulmak için öncelikle ve bütün açıklığıyla şu gerçeği saptamak gerekir: TSK, 50-60 yıldan beri Kemalist Devrim stratejisinin güvenliğine değil, Atlantik sisteminin güvenliğine hizmet etmeye zorlanıyor. Çünkü 1945'ten sonra adım adım Küçük Amerika hedefine ve stratejisine bağlanmıştır.

Atlantik stratejisi ile Kemalist Devrim stratejisi arasındaki karşıtlık, 1990'lara kadar önümüze ağır faturalar koymamıştır. Dünyadaki güç dengeleri, dünya çapında devrim dalgasının yükselmekte oluşu ve henüz bütünüyle tasfiye edilmemiş milli devletin direnci, faturaları hafifleten etkenler olmuştur. Ancak budönemde Kemalist Devrim içinden ağır ağır çürütülmüştür.

1991 yılında ABD'nin Irak'ı bölmesinden sonra bu sürecin çok tehlikeli bir aşamasına gelmiş bulunuyoruz. ABD "küreselleşme" stratejisiyle millî devletleri tasfiye için stratejik bir taarruza geçmiştir. Türkiye, birinci hedef konumundadır ve millî devletini yitirmektedir. Artık Atlantik sistemine bağlı kalmak, Türkiye'yi devletsiz bırakmak, milleti bölmek ve vatanı parçalamakla eş anlamlıdır.

Bu koşullarda, Atlantik sistemi içinde, soyut bir Atatürkçülük, Türk Ordusunu Atatürk Devrimi stratejisine bağlamaya yetmiyor. Çünkü Atatürkçülük lafta kalıyor, Ordunun stratejisini ve görevini, somut olarak, ABD stratejisinin emrindeki BOP Eşbaşkanlığı belirliyor.

Arkamızda kalan on yıllar göstermiştir ki, NATO stratejisi içinde Atatürkçülük yapılamaz. Nitekim Harp Okulları, Harp Akademileri ve Ordunun diğer araştırma ve eğitim kurumlarının yayınlarına baktığımız zaman, Büyük devrimci Atatürk'ün felsefesini, mevzilenmesini ve kavramlarını göremiyoruz. Türk subayı, ne yazık ki Atlantik emperyalistlerinin felsefesi ve doktrinleriyle eğitilmektedir.

ABD'nin Ortadoğu ve Asya stratejisi içinde, Türkiye'nin bölünmesi tehdidini bertaraf edecek askerî ve siyasî çözüm yoktur; tam tersine Türkiye'nin bölünmesi vardır.

Bir örnekle açıklayalım: NATO'nun füze kalkanı silahları, ABD'nin askerî stratejisinin bir aracıdır. Bu stratejinin düşmanları, İran ve Suriye gibi komşularımızdır ve Rusya ile Çin gibi ABD'nin rakipleri ve olası düşmanlarıdır. Türkiye, İran'a, Suriye'ye, Rusya'ya ve Çin'e karşı konumlanarak, ancak ve ancak kendi bölünmesini gerçekleştirir. Çünkü ABD'nin İkinci bir İsrail [lafta Büyük Kürdistan] kurmasını önleyecek güçler, ön cephede Türkiye ile birlikte Irak, İran ve Suriye'dir. Arka cephe derinliğinde ise Rusya ve Çin bulunmaktadır. Bu nedenlerle NATO stratejisi içinde Türk Ordusu sonuç olarak Türkiye'yi bölecek güçlerle aynı cephede saf tutmuş olmaktadır. ABD, İran'ı yenecek olsa, Türkiye'yi de yenmiş olacaktır.

ABD stratejisine bağlanmak, Türk Ordusunu Türkiye'yi bölen cephenin gücüne dönüştürüyor. Türk Ordusunun bugün yaşadığı stratejik çıkmaz buradadır. Yığınaktaki yanlış denen olay budur.

4.3. Cumhuriyet Devriminin yasallık anlayışının yitirilmesi
Atlantik stratejisinin hedefi, 1990 yılından sonra açıkça ilan edildiği üzere Türkiye'de Kemalist Devrimi tasfiye etmektir. ABD stratejisi açısından bakılırsa, Cumhuriyet Devrimi yasal değildir. Cumhuriyet Devrimiyle kurulan Türkiye'nin millî devleti ve ülke bütünlüğü de yasal değildir. Cumhuriyeti, millî devleti ve toprak bütünlüğünü tehdit eden küresel güç, ABD'dir.

Haçlı gericilik, Kemalist Devrimi yıkamaz; ama ABD Kemalist Devrimi tasfiye etmektedir. PKK, Türkiye'yi bölemez; ancak ABD, PKK'yi de kullanarak Türkiye'yi bölmektedir.

Bütün bunlara rağmen, ABD aynı zamanda sözümona "Büyük Müttefik"tir.

"Büyük Müttefik"in kullandığı en önemli araç, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül iktidarıdır. Türkiye, uzaktan kumanda ile Sözleşmeli Personel tarafından yönetilmektedir. Bu yönetim, bırakalım Türkiye'ye yönelen tehdidi saptamayı ve bu tehdidi etkisiz kılacak güvenlik siyaseti üretmeyi, tehdidin içerdeki uzantısıdır. AKP iktidarı, çıkarlarını yayılmacıların emelleri ile birleştirmiştir; Türkiye'ye karşı ABD emperyalizmi ile birlikte cephe tutmuştur; Türk Ordusuna karşı ABD emperyalizminin emrinde operasyon yürütmektedir. Fiilen durum budur.

Hukukî duruma gelince, AKP'nin Cumhuriyet yıkıcılığı Anayasa Mahkemesi kararıyla saptanmıştır; başka deyişle gayrimeşru olduğu hükme bağlanmıştır. "Laikliğe karşı mücadelenin odağı haline gelmek", Siyasal Partiler Yasası'nda Cumhuriyeti hedef alan faaliyet kapsamındadır.

Meşru olmadığı Anayasa Mahkemesi kararıyla saptanmış bir iktidara meşruluk tanınarak, Cumhuriyet savunulamaz. AKP, önünde esas duruşa geçilecek bir iktidar değildir. Komuta kademesi, irticanın yıkıcı faaliyetine karşı Türk Ordusunun Cumhuriyet Devrimini koruma görevini bile savunamamıştır ve AKP iktidarının irticaya karşı mücadeleyi suç göstermesi karşısında ezik bir tutum almıştır. Cumhuriyet yıkıcıları, Cumhuriyeti yıkma eyleminin "yasallığını" kabul ettirmişlerdir. Cumhuriyeti yıkmak yasal hale getirilmiş; Cumhuriyeti savunmak suç olmuştur. Böylece Büyük Devrimci Atatürk'ün Büyük Nutuk'ta vurguladığı ve Anayasada belirlenmiş olan görevin tam tersi uygulanmaktadır.

4.4. CIA demokrasisinin yasallığı
Önce demokrasi kavramını, ABD hegemonyasından kurtarıp, ayakları üzerine oturtmak gerekiyor. Demokrasi, halkın iktidarıdır; halk yönetimidir. Bir ülke yabancı devlet güdümünde ise, demokrasi olamaz. O nedenle devlet bağımsızlığı ya da millî bağımsızlık, demokrasinin ön koşuludur. ABD emperyalizmi, demokrasi kavramını baş aşağı çevirmiştir. Onların tanımına göre demokrasi, ABD emperyalizminin güdümündeki rejimdir. Nitekim ABD ve işbirlikçileri, ABD Ordusunun işgaliyle kurulan rejimlere demokrasi adını vermektedirler. Buna göre, ABD Ordusu, Afganistan'a ve Irak'a demokrasi götürmüştür. Bir zamanlar Genelkurmay Başkanlığı yapan Org. Hilmi Özkök gibi komutanlar, "demokrasi" adına ABD'nin Ortadoğu'ya silahlı müdahalelerini savunmuşlardır. Irak ve Afganistan'da ABD'ye ajanlık düzeyinde bağlı olanların kukla yönetimlerini "demokrasidir" diye desteklemişlerdir. O rejimlere demokrasi denecekse, "CIA demokrasisi" gerçeğe uyan isimlendirmedir.

İşte ABD'nin açık müdahale ve tertipleriyle kurulan ve sürdürülen Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül iktidarı da böyle bir "demokrasi"yi temsil ediyor. Türkiye halkının irade ve yönetimi, yabancı devlet müdahalesiyle bertaraf edilmiştir ve Türkiye devletinin yasama, yürütme organları yabancı devlet denetimine girmiştir. Yargı da kısmen öyledir. Bu iktidar yabancı güdümündedir. BOP Eşbaşkanlığı, Türkiye hükümeti olamaz. O nedenle bu iktidar yasadışıdır!

Komutanları teslimiyete zorlayan yasallık anlayışının temelindeki "demokrasi" budur. O zaman demokrasilerde karar verici olan hükümetin emrinde olmak, Ordunun görevi oluyor. Zaten NATO bağlantısı olan Ordumuzu, böylece iktidar üzerinden ABD'ye bir kez daha bağlamak istiyorlar. Türk Ordusu, "CIA demokrasisi" üzerinden teslim alınıyor.

Anayasa Mahkemesi'nin AKP hakkında verdiği "Cumhuriyeti yıkma faaliyetinin odağı" olduğu hükmü, fiilen bir anlam taşımıyor. Cumhuriyet Devrimi'nin yasallığına dayanan bu hüküm, "CIA demokrasisi" karşısında geçerliliğini yitiriyor.

Bu durumda, Türkiye'yi iç cepheden vuran yasadışı iktidarın, Türk Ordusunun savaş yeteneğini tahrip stratejisi, yasal sayılmaktadır. Komuta kademesi, Kemalist Devrimle kurulan millî devletin yıkılması, vatanın bölünmesi ve çağdaş yaşamın çözülmesi programının uygulanmasına boyun eğmiş, hatta bu programın emrine girmiş duruma düşürülüyor. Komutanlara göre bu emirler, siyasal iktidarın kararları oluyor ve Ordunun görevi de bunları uygulamak olarak tanımlanıyor. Törenlerde söylenen lafları bir kenara bırakıyoruz, Türk Ordusunun komuta kademesi, fiilen Atatürk Devrimi'nin değil, Atatürk Devrimi'ni yıkanların yasallığını kabul etmiş duruma düşürülmektedir.

Dikkat! Türkiye bugün "demokrasi" ve "insan hakları" parolasıyla bölünüyor!

Irak ve Afganistan, "demokrasi" adına işgal edilmedi mi? ABD markalı "demokrasi", Irak'ta Talabani'yi ve Afganistan'da Karzai'yi cumhurbaşkanı yapmadı mı?

Türk milleti ve Türk Ordusu, bölünmeyi "demokrasidir" diye kabul edecek midir?

Türkiye'nin bu sürece, Atlantik sistemi içinde kalarak karşı koyma şansı yoktur. Türk Ordusunun kurumlarının ve bazı komutanların geçmişte bu kapana kıstırıldığı görüldü. Bugün Türk Ordusu, Kemalist Devrimle kurulan millî devleti yıkan bir stratejiye bağlanmaya devam ederse, millî devleti savunma çırpınışları içinde çok ağır kayıplara uğrar. Gemi kayalıklara doğru yol almakta, komutanlar aynı gemi içinde ters yönde koşarak, kayalıklara çarpmayı geciktirebilecekleri gibi bir görüntü yaratmaktadırlar.

Peki o zaman biz de soruyoruz: Türk Ordusunun görevi nedir? Eğer Türk Ordusu, Atatürk Devrimi'ni savunmayacaksa, milletin ve vatanın bölünmesine seyirci kalacaksa, kendi savaş gücünün tahrip edilmesine teslim olacaksa, Ordunun kendisi kalır mı?

4.5. Darbeci suçlamasının altında ezilmek
Türk Ordusuna yıllar boyunca "darbeci" suçlaması yöneltilerek öyle bir hava yaratılmıştır ki, Komutanlar, darbeci damgası yememek için, vatanın bölünmesine teslim olmayı yeğlemektedir.

Anlamayanlar artık anlamış olmalı: Darbeci suçlaması, Ordunun vatan görevini yerine getirmesini önlemek için üretilmiştir ve başarıyla uygulanmıştır. Dikkat edilmeli, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini alkışlayanlar, bugün Orduyu darbecilikle suçluyorlar. Bu suçlama karşısındaki teslimiyetin nedeni, ABD korkusudur. NATO döneminde düşülen kimlik bunalımı, etkilerini göstermektedir. Cumhuriyet Devriminin zaferini gözeten millî hedefin yerini sahte "demokrasi" alınca, milletin yaşamsal geleceği ABD'nin emperyalist çıkarlarına feda edilmektedir.

Komutanların "darbeci" suçlamasından çekindikleri için görevlerini yerine getirmeyişleri, subayları ve astsubayları kahretmektedir. Gazilerin tahta bacaklarını yerlere atmaları, madalyalarını çiğnemeleri, şehit ailelerinin onur belgelerini Genelkurmaya postalamaları, ağır bir durumdur. Darbeci suçlaması, karşısındaki eziklik, Ordunun savaş gücünü sarsıyor.

Komutanlar, lütfen şunu görsünler: Darbeci suçlamasının kendisi, bugün Türk Ordusuna karşı psikolojik savaşın merkezî temasıdır.

Ordu, resmigeçitler yaptığı için değil, düşman saldırısına karşı cevap yeteneğiyle var olur. Burada gösterilen zaaf, Ordunun insan malzemesini çürütür ve depolarda duran silah ve teknolojiyi de sahipsiz hale getirir. En sonunda o silahlar da kullanılmaz ve çürür.

Sovyetler Birliği'nin barışçı yoldan dağılması, olumsuz bir tecrübe olarak durmaktadır. Türkiye, barışçı yoldan bölünür mü? Başka deyişle ABD'nin Türk Ordusunu savaşmadan yenme stratejisi başarıya ulaşır mı? Biz, düşman harekâtına tek bir mermi atmadan teslim olmayı bir alışkanlık haline getirir ve kurumlaştırırsak, Türkiye'yi barışçı yoldan bölme stratejisi başarıya ulaşır. Tehdit budur!

4.6. "Hukuk Devleti" aldatmacasına yalancı tanıklık
Genelkurmay Başkanları Org. Büyükanıt ve Org. İlker Başbuğ, Ergenekon operasyonları karşısında Cumhuriyet hukukuna bağlı kalmamışlar; iç ve dış düşmana karşı yasalarla belirlenmiş görevlerini savunamamış ve uygulayamamışlar; dik durmamışlar; Atatürk Devrimi'ne bağlılığıyla tanınan silah arkadaşlarının tertiplerle ve uydurma kanıtlarla hapislere atılmalarına boyun eğmişlerdir. Bu teslimiyete bulunan kılıf ise, "hukuk devleti" olmuştur. Sonuca bağlanmamak üzere kurgulanmış uydurma soruşturma ve davaları "yargı çözer" safsatasıyla meşrulaştırmışlar ve "hukuk devleti" aldatmacasının yalancı tanıklığını yapmışlardır.

Oysa bizzat Genelkurmay Başkanlığı, herkesten iyi bilmektedir ki,

-Darbecilik suçlamasının uydurma kanıtlarını imal etmek için yürütülen Ergenekon, Islak İmza, Poyrazköy, Kafes, Balyoz, Erzurum Ergenekon gibi operasyonların hepsi sanaldır ve psikolojik savaş amaçlıdır.

-Bu operasyonları ABD'den getirtilen 35 kişilik heyet güdümündeki Gizli Karargâh tertiplemekte ve yürütmektedir.

-"Büyük müttefik" denen ABD, Ordunun içinde ajan ağı oluşturmuştur.

-Beşiktaş merkezli özel yargılama örgütü kurulmuştur ve "yargı" adına gerçekler ve hukuk katledilmektedir.

-ABD, Türk Ordusuna karşı Türkiye'nin içinde bir operasyon yapmakta ve psikolojik savaş yürütmektedir.

Mesaj tarihi:
Diğer Yazılar

GENELKURMAY BAŞKANI ORG. KOŞANER’İN ÇÖZÜM ARAYIŞI

GENELKURMAY BAŞKANI ORG. KOŞANER'İN ÇÖZÜM ARAYIŞI
1. Org. Işık Koşaner'in 2008 ve 2010 konuşmaları
Bugünkü Genelkurmay Başkanımız Org. Işık Koşaner, 30 Ağustos 2008 günü, çok kritik bir durumda göreve başladı. Bu kritik durumu yukarda, yığınakta hata sonucu Türk Ordusu'nun iç hatlardan kuşatılması olarak özetledik. Org. Işık Koşaner'in başında bulunduğu Genelkurmay karargâhının durumun farkında olduğu konusunda kuşku duyulamaz. Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu 2008 yılı Ağustos'undan beri yaptığı konuşmalar, hem durumun ciddiyeti hem de çözüm arayışı konusunda önemli işaretler vermektedir. Org. Koşaner'in 27 Ağustos 2008 günü Karar Kuvvetleri Komutanlığı'nı ve 28 Ağustos 2010 günü Genelkurmay Başkanlığını devraldığı törenlerde yaptığı konuşmalarda çözümün ipuçları bulunuyor. 2008 yılı konuşması, daha stratejik bir konuşmadır. 2010 konuşması ise, ağırlıklı olarak güncel durum üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu iki konuşma aslında birbirini tamamlamaktadır. Biz, stratejik düzlemde yoğunlaştığı için 2008 konuşmasını esas alacağız. Ayrıca dipnot vermediğimiz görüşler, o konuşmadan alınmıştır. [51] 2010 yılı konuşmasına yapılan
göndermeler ise özel olarak belirtilecektir. [52]

1.1. İdeoloji: Atatürk milliyetçiliği ve bilimin yol göstericiliği
Org. Koşaner, dünya görüşünü ve ideolojik duruşunu, Atatürk Milliyetçiliği, Atatürkçü düşünce ve akıl ile bilimin yol göstericiliği kavramlarıyla ortaya koymaktadır. Koşaner, bu ideolojik duruşu, kazanımların korunmasının ötesinde, geleceğin kurtarılması açısından da belirleyici önemde bulmaktadır. Atatürk Milliyetçiliğini ve çağdaşlık amacını, Türkiye'de küresel sistemin egemenliğini sınırlayan direnme mevzisi olarak görmektedir.

1.2. Dünya durumu: Küresel-Ulusal çelişmesi
Org. Koşaner, dünya durumunu küreselleşme ile ulusal devlet arasındaki çelişmeler ekseninde açıklamaktadır. Hegemon güçlerin ulus devleti "küreselleşmenin önünde en büyük engel" olarak gördüklerini saptamaktadır. Bu tahlil, kuşkusuz günün gerçeklerine uygundur ve 20. yüzyıl devrimcileri ve Atatürk'ün Zalim Milletler-Mazlum Milletler çelişmesi zeminine oturttukları tahlilin hâlâ geçerli olduğunu da içermektedir.

Org. Koşaner, küresel güçlerin saldırılarını ve ulusal devletin direnmesini, siyaset, ekonomi, kültür ve güvenlik boyutlarında ele almaktadır. Çizilen tabloda, inisiyatifin ulusal devletlerde değil, "hegemon güçlerde" olduğu yönündeki olguların öne çıkarıldığı görülüyor: "Ülkemiz hayatî önemdeki sorunlarının çözümü ve hayatî çıkarlarının korunmasında dış kaynaklı siyasî ve ekonomik yaptırımlara bağımlı hale getirilmeye çalışılmakta, dayatılan yapısal reformlar yoluyla sürekli baskı ve tehdit altında yıpratılan ve sıkıştırılan bir ülke konumuna düşürülmek istenmektedir."

Org. Koşaner, siyasal düzlemde küresel hegemonyacı güçlerin iktidar alanının genişlediği, buna karşılık ulusal hükümetlerin alanının daraldığı görüşündedir: "Uluslararası ekonomik aktörlerin belirleyici rolü, ekonominin ulusal denetimini ve hükümetlerin etkinliğini sınırlandırmaktadır."

"Uluslararası kuruluşlar ve ulus ötesi sivil toplum örgütleri küresel karar alma ve etkileme aşamasında giderek daha etkili olmaya başlamıştır."

"Güç, etki ve denetim devletten [ulusal devletten] devlet dışı yasal ve yasal olmayan organizasyonlara geçmektedir." Buna karşılık, "ülkemizin yumuşak gücünü oluşturacak sivil kabiliyetler geliştirilemediği gibi, aksine dış fonlarla yönlendirilen sivil toplum örgütü veya kuruluşu görünümlü unsurlar, bozucu ve yıkıcı özellikleri ile kendileri güvenlik sorunu olmaktadırlar."

Org. Koşaner, ulusal devletlerin ulusallaşma sürecini henüz tamamlayamadıklarını, dolaylı olarak kabul etmektedir. Bu nedenledir ki, küresel güçler, "etnik kimlikçilik, cemaatçilik, kültürel farklılık gibi alt kimlikleri ön plana çıkaran girişimlerle" onları "dağıtmaya çalışmaktadır." Org. Koşaner, küresel devletlerin ulusal devletleri tasfiye amacıyla sahneledikleri rejim mühendisliğinde başvurdukları taktikleri de açıklıyor: "Rejimlerini ve düzenlerini yeniden tanımlamak", "ülke isimlerinin önüne sıfatlar eklemeye çalışmak [ABD'nin haydut devlet suçlaması kastediliyor] ve "renkli başkaldırılar aşılamak" [CIA'nın turuncu devrimleri kastediliyor].

Hegemon güçlerin ulusal devletlere karşı iletişim alanında kullandıkları yeni imkân ve araçlara da dikkat çekilmektedir: "Küresel güçler tarafından kurgulanan post-modern bir tabaka" diye tanımlanan güç, "ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanmıştır" ve "bir propaganda ve etki ağı oluşturmuştur." Bu sayede, "ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflaması ve çözülmesi yönündeki gayretler sürdürülmekte, toplumları ayakta tutan geleneksel değerler ile ahlak ve adalet anlayışının aşındırılmasına çalışılmaktadır. Ülkelerin iç istikrarlarını bozmaya yönelik etnik ve kültürel hassasiyetler istismar edilmekte, ayrılıkçı hareketler dayatmalara dönüşmektedir."

Org. Koşaner'i ulusal devlet açısından karamsar tahlillere yönelten kuşkusuz Türkiye'nin durumudur: "Tehdit ve riskler askerî nitelikten ziyade ekonomik ve sosyo-kültürel nitelik kazanmasına rağmen, askerî tehditten çok daha tehlikeli ve yıkıcı olmaktadırlar. Ancak; demokrasi ve insan hakları gibi çağdaş değerler istismar edilerek çok iyi gizlenebilmektedirler. Ulus devletler adeta demokrasi adına dağılmaya ve insan hakları adına da bölünmeye mahkûm edilmektedirler."

Bu belirlemeler göstermektedir ki, Org. Koşaner, daha önceki genelkurmay başkanlarından farklı olarak, aslında içi boşaltılmış "demokrasi" ve "hukuk devleti" kavramlarının, "hegemon güçlerin" ulus devletlere karşı yıkıcı silahları olduğunu saptamıştır. Belki daha öncekiler de saptıyordu fakat ideolojik baskılar ve sistemin gücünü gözlerinde büyüttükleri için söyleyemiyorlardı.

1.3. Türkiye'nin durumu: Yarı bağımlılık
Genelkurmay Başkanı, "hegemon güçlerin" Türkiye üzerindeki baskı ve denetimlerini vurgulamakla birlikte, ulusal devletin bütünüyle tasfiye edilemediğini de saptamaktadır: "Ülkemiz, tüm çabalara karşın küresel sistemin egemenliğine tam olarak girmemiştir."

Emperyalizmin nihaî hedefi, herkesin bildiği gibi Ezilen Dünya ülkelerini devletsizleştirmek, başka deyişle sömürgeleştirmektir. Türkiye'nin "tam egemenlik" altında bulunmaması, yarı bağımlılık denen durumu belirlemektedir.

Koşaner, Türkiye'de küresel sistemin egemenliğini sınırlayan direnme mevzilerini ideoloji ve kurumlar düzleminde şöyle belirliyor:

-Atatürk Milliyetçiliği ve Atatürkçü Düşüncenin varlığı,
-Cumhuriyetin anayasal kurumlarının ulusal çıkarlardan ödün vermeyen kararlı duruşu.

Buraya kadar anlattıklarımızdan, Org. Koşaner'in küresel güçlere karşı ulusal devleti savunan duruşu ortaya çıkıyor. Daha önceki genelkurmay başkanlarından farklı olarak, küreselleşme saldırısına cepheden direnen bir konumdadır ve sürecin "ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetilmesi" görevini açık olarak dile getirmektedir. Yine farklı olarak, bu konuda ABD ile işbirliği gibi bir beklentiye herhangi bir gönderme yaptığına rastlanamıyor.

1.4. Millî hedef: Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmak
Org. Koşaner, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, Atatürk Devrimiyle önümüze koyduğumuz millî hedefe bağlılığını vurgulamaktadır:

-"Aklın ve bilimin yol göstericiliğinden ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkma hedefinden ayrılmak söz konusu olamaz."

-"Laiklik ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan tüm değerlerin temel taşıdır, Türkiye'nin varoluş felsefesidir ve anayasal düzenin temelini oluşturur."

-"Demokrasi, ancak, devlet ve toplum düzeninin akla ve bilime dayalı olması şeklinde ifade edilebilecek laiklik sayesinde kurulup yaşatılabilir."

1.5. Devrimle kazanılan mevzi: Ulusal Devlet ve Ulus
Org. Koşaner, kazanılmış olan mevziiyi şöyle dile getiriyor: "Cumhuriyet devrimiyle ümmet toplumundan laik ulus devlete geçişte etnik ve dinsel farklılıklara bağlı olmayan, ancak dil, kültür ve ülkü birliği ortak paydasında buluşan siyasal, hukuksal ve sosyal bir birliktelik sağlanmıştır."

"Ulus devlet" diye özetlenen bu mevziinin "var olması ve daha da güçlenmesi, bu ortak paydanın herkes tarafından içtenlikle benimsenmesi ve gözetilmesiyle gerçekleşecektir. Etnik, kültürel, ideolojik ve benzeri nedenlerle farklılık iddiaları, sadece ulusumuza zarar verir. Ülke, ulus, egemenlik unsurları ve yasama, yürütme ve yargı erkleri bakımından teklik öngören üniter devlet, eşitlik ilkesinin korunmasının, bölgecilik, ırkçılık yapılmamasının ve azınlık yaratılmamasının garantisidir."

1.6. Stratejik düşman: Küresel hegemon güçler ve işbirlikçileri
Org. Işık Koşaner, konuşmalarında açıkça stratejik düşman ve güncel tehdit ayrımı yapmamakla birlikte, küreselleşmeci "hegemon güçleri ve işbirlikçilerini" stratejik düşman olarak belirlemektedir. Bunlar, "Ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet temeline dayanan anayasal düzenimizden, aklın ve bilimin egemenliğinden, cumhuriyetin kazanımlarından ve küreselleşme dayatmalarına karşı ulusal duruş sergilemesinden, değişik amaç ve beklentiler nedeniyle rahatsız olan" güçlerdir. Dikkat edilirse, stratejik mevzilenme, Atatürk Devrimi ekseninde tanımlanmıştır.

1.7.Güncel tehdidin kaynağı: Küresel güçler
Org. Koşaner, Türkiye'ye yönelik güncel tehditleri küreselleşme ekseninde açıklamaktadır: "Bundan sonra iç ve dış değil, küresel tehdit ve riskler söz konusudur."

Dikkat edilirse, Org. Koşaner, bu cümlesiyle, iç tehditleri de dış tehditle bağlantılı olarak değerlendirmektedir. Bu, stratejik düzlemde belirleyici önemde bir saptamadır ve aslında çözümün de anahtarını vermektedir.

Yine Org. Koşaner'e göre, tehdit, devletten devlete, yani "simetrik" (eşboyutlu) ve "asimetrik" (eşboyutsuz) olmak üzere iki boyuttadır. Eşboyutlu tehdidin kaynağı, küreselleşmeyi dayatan "hegemon güçler"dir. Eşboyutsuz tehdit ise, üç maddede özetleniyor: Bölücü terör, yıkıcı faaliyetler ve uluslararası terör.

Org. Koşaner'in eşboyutsuz (asimetrik) terör tehdidinin, küresel boyuttaki emperyalist tehditle bağlantısını saptaması çok yerindedir ve daha önceki genelkurmay başkanlarından farklıdır. Geçmişte, büyük devletlerden bağımsız bir "uluslararası terör" hayaletine vurgu yapılıyordu. ABD emperyalizminin uydurduğu bu maval ne yazık ki bizim Ordumuzun strateji kurumlarında da itibar görmüştü. ABD, bu "uluslararası terör" mavalıyla, kendi güdümündeki terör örgütlerinin arkasındaki varlığını gizlerken, emperyalizme karşı savaşan örgütleri de "uluslar arası terörist" ilan ediyor. "Ergenekon demek, TSK demektir" kurgusuyla, Türk Ordusu da, bu kara listenin içine konmuş bulunmaktadır.

Org. Koşaner, Türk Ordusunun "teröre karşı mücadelede taraf" olduğu ve "taraf olmaya devam edeceği" vurgularıyla terörü destekleyen bütün güçlere kesin bir uyarıda bulunmaktadır: "Dünyada hiçbir ülke, eli silahlı kişilerin devlet otoritesine karşı çıkmasına, isteklerinin zorla kabul ettirilmesine, vatandaşlarının güvenliğinin tehlikeye atılmasına müsamaha gösteremez ve bu gruplarla muhatap olamaz."

1.8. Uluslararası denetime ve rol dayatmasına tavır
Org. Koşaner, haklı olarak, Türkiye'nin "jeopolitik ve jeostratejik bakımdan küresel güç dengesinin önemli ve kilit bir ülkesi" konumunda olduğunu belirtiyor. Bilindiği gibi, ABD yöneticileri de, Türkiye'yi Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya kapılarını açan kilit olarak tanımlamışlardır. Yine bununla bağlantılı olarak, Türkiye'yi "model ülke" ilan etmişlerdir. Çok önemlidir, ilk kez bir komutan, ABD'nin Türkiye'ye bazı roller dayattığını açıkça vurgulamıştır: "Türkiye, küreselleştirilecek model ülke olarak uluslararası arenada rol üstlenmeye zorlanmaktadır."

Dayatılan rol, küresel güçlerin eşboyutlu (simetrik) tehdit bağlamındadır. Org. Koşaner, eşboyutsuz tehdidi temsil eden bölücü terörün ötesinde, eşboyutlu silahlı güçlerin tehdidine göndermede bulunmaktadır. Değerli komutan, uluslararası dayatmalara açık tavır almak yanında, yabancı denetimine de karşı çıkarak, isimlerini vermeden ABD ve NATO'ya karşı Türk Ordusunun bağımsızlığını savunmuştur: "Türk Silahlı Kuvvetleri, gücünü ve kudretini emrinde ve hizmetinde bulunduğu Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk ulusundan alır. TSK'nin ulusunun denetimi dışında ayrı bir denetime ihtiyacı da bulunmamaktadır."

1.9. Teröre karşı mücadelede uluslararası destek
Org. Koşaner, teröre karşı mücadelede, "uluslararası destek ve işbirliğinin büyük önem arzettiğini" belirtiyor. Konuşmaları, teröre karşı işbirliğinde bölge ülkelerine işaret etmektedir. Batı devletlerinden destek umanlara ise kesin uyarılarda bulunmaktadır: "Terörü hiç yaşamamış, terörün tanımlamasını bile yapamayan ve olaylara sadece insan hakları ve özgürlükler penceresinden bakarak kendi ulusal çıkarlarını ön planda tutan ülkelerden bu mücadelede destek beklemek aşırı iyimserlik olur."

Daha önemlisi, Org. Koşaner, ismini vermemekle birlikte, ABD'nin Türk Ordusuna Kuzey Irak'ta harekât yasağına da tavır almaktadır: "Türkiye teröre karşı mücadeleyi Irak'ın kuzeyinde tedbirler alınmasını da sağlayacak girişimlerle kendisi yürütmek ve sonuçlandırmak durumundadır."

1.10. Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye
Org. Koşaner, varolan koşullarda, sahte "barış" sloganları ve hayalleri yerine, "çağdaş güç ve kudrette ve yüksek hazırlık düzeyinde" bir silahlı güce sahip olmanın belirleyici olduğunu vurgulamaktadır. Barışın güvencesi de bu caydırıcı güçtedir.

ABD'nin güney komşumuz olduğu, Türkiye'deki yönetimi ele geçirdiği, içerde gericiliğe ve bölücülüğe dayanarak bir hıyanet cephesi örgütlediği ve terörü açıkça beslediği ve desteklediği koşullarda, Türkiye'nin ulusal devletinin ve çağdaş uygarlık hedefinin ancak caydırıcı ve etkin bir yaptırım gücüyle savunulabileceği açıktır. O nedenle Türk Ordusunun 30 Ağustos yıldönümlerinde "Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye" sloganıyla toplumun önüne çıkması yerindedir. Bugün Ordunun güçlülüğü, Türkiye'nin güçlü olmasının temel şartı ve önceliğidir.

Koşaner'in konuşmalarında, devletin yaptırım gücünü etkisiz kılarak bölücü terörü başarıya ulaştırma siyasetine karşı da sağlam bir duruş bulunuyor. Koşaner, "Kürt sorununu çözmek, barış, demokrasi, insan hakları" gibi kavramların ulusal devlete, Cumhuriyete ve ülke bütünlüğüne karşı kullanıldığına dikkat çekiyor ve başarının ölçüsünü şöyle belirliyor: "Teröre karşı mücadelede ana hedef, örgüte ve destekçilerine terörle hedeflerine ulaşamayacaklarını göstererek başarı umutlarının yok edilmesidir. (…) Teröre karşı yürütülen mücadele tek terörist kalmayıncaya kadar kararlılıkla sürdürülmeye devam edilecektir. Bunun dışındaki her düşünce teröre taviz vermek olacaktır."

Bu mücadelede, öncelikle "örgüte katılım ve destek sağlanmasının önlenmesi" üzerinde durulmaktadır. Org. Koşaner şöyle devam ediyor: "TSK ve güvenlik güçlerine düşen görev teröristleri arayıp bulmak ve etkisiz hale getirmektir. Silahlı kadro etkisiz hale getirilmeden, sadece diğer alanlarda alınacak tedbirlerle bir sonuca ulaşılması mümkün değildir."

1.11. Topyekûn ve uzun süreli mücadele
Org. Koşaner teröre karşı mücadelenin topyekûn ve uzun soluklu olduğunu vurgulamaktadır.

Topyekûn mücadele, devlet tarafından "güvenlik, ekonomi, sosyo-kültürel, psikolojik harekât ve uluslararası alanda, birbirine paralel ve eş zamanlı" olarak yürütülecektir.

Ancak bir gerçek var: Özellikle 2007 yılından bu yana AKP'nin yönetimindeki devlet, Org. Koşaner'in saydığı bütün alanlarda, topyekûn mücadeleyi teröre karşı değil, Türk Ordusuna karşı yürütmektedir.

Org. Koşaner, "güvenlik güçlerinin görevlerini daha etkin yapabilmeleri için yasal desteğe" ihtiyaç duymaktadır. Oysa devlete ve yasama organına hâkim olan AKP iktidarı, Kürt, Alevî, Ermeni, Kıbrıs açılımları, Ergenekon dalgaları ve örgütlediği tarikat ağıyla, yasal ve yürütme desteğini ulusal devletin dağılması yönünde kullanmaktadır. Devletten teröre karşı topyekûn mücadele bekleyen Türk Ordusu, AKP devletinin kendisine karşı yürüttüğü mücadeleyle karşı karşıya gelmiştir. TSK, bu açmazdan kurtulmadan Cumhuriyeti ve vatanı savunma şansına sahip değildir.

Aynı durum devlet düzleminin ötesinde toplum düzleminde de geçerlidir. Org. Koşaner, Jandarma Genel Komutanlığı döneminde de dile getirdiği "silahsız teröristler ve ayrılıkçılığın destekçileri"nden yakınıyor, ama devlet iktidarının sahipleri, o "silahsız teröristleri" desteklemekte ve onlarla işbirliği yapmaktadır. Türk Ordusu, devletin yabancı devletler güdümündeki operasyonlarıyla karşı karşıya kalmak yanında, yine AKP iktidarı tarafından toplum içinden de kuşatılmıştır ve iç hat durumuna düşürülmüştür.

1.12. Birleştirici ulus tanımı: Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı
Org. Koşaner, Atatürk'ün birleştirici millet tanımını devam ettirmektedir: "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı."

Komutanların bu tanımı benimsemesi on yıl öncesine dayanıyor. Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde, Kara Kuvvetleri Komutanlığı karargâhından bir general, İşçi Partisi Genel merkezini aradı ve Komutan adına Doğu Perinçek'in yazısında geçen Atatürk'ün yukarda andığımız millet tanımına ilişkin belgeleri istedi. Belgeler, açıklama ve yorumlarıyla birlikte gönderildi. Bir süre sonra kışlaların alınlıklarına bu tanım yazıldı. Org. Çetin Doğan da, bu tanımı Birinci Orduda eğitimlerde değerlendirdiklerini belirtmiştir.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu tanımla birlikte milleti oluşturan farklı etnik kökenlerin bir "kültürel zenginlik" olduğunu da savundu. Ancak bu kültürel zenginlik, Org. Koşaner'in de belirttiği üzere, "toplumsal talepler haline getirilip siyasal alana taşırılmamalı ve ulus devlet yapısına zarar vermemelidir." TSK, "Kültürel zenginliklerin yaşaması için" yapılacak düzenlemelerin "bireysel özgürlük alanında" kalması gerektiğine sık sık dikkat çekmektedir. Org. Koşaner, bu bağlamda "daha fazla demokrasi söylemleri"nde ifadesini bulan gerekçelere itibar edilmemesi görüşündedir. Başka deyişle demokrasi, ulusal devletin ve birleşik milletin tasfiyesinin aracı olarak kullanılamayacaktır.

1.13. Başarının esas kaynağı: Eğitimli komutan ve Mehmetçik
Org. Koşaner, güvenlikte başarı için, teknolojik imkânlara değil, insan etkenine vurgu yapmaktadır. "Nitelikli insan gücünün" oluşturulması şöyle tanımlanmaktadır: "Başta her seviyedeki komutanların eğitimi olmak üzere, hiçbir orduda bir eşine daha rastlanmayacak kahraman, cesur ve fedakâr Türk askeri Mehmetçiklerin eğitimlerine daima en büyük öncelik verilmelidir."

Genelkurmay Başkanı, Türk Ordusunun insan etkenindeki üstünlüğünü, halkımızın askerlik görevine ilgisiyle açıklamaktadır: "Bir şehrin bir meydanında bir şehit cenazesi kaldırılırken, bir başka meydanında davul zurna eşliğinde ve halaylar çekilerek gençlerin askere uğurlanmasının dünyada örneği bulunmamaktadır."

Türk komutanının üstünlüğü ise Mehmetçikle tanımlanmaktadır: "Kazanılan her başarıda en büyük payın sahibi olan kahraman Mehmetçiklere komuta etmek, her komutan için paha biçilmez bir onur ve gurur kaynağıdır."

1.14. Özgüven
Org. Koşaner'in stratejik konuşması özgüven vurgularıyla noktalanıyor: "Tarihi zaferlerle dolu bir ulusun temsilcileri olarak kendimize güveniyoruz, güçlüyüz ve mutlaka başaracağımıza inanıyoruz."
Konuşmanın tamamında bu güven dört düzlemde dile getiriliyor:
- Uluslararası desteklere değil, Türkiye'nin gücüne güven.
- Millete güven.
- Mehmetçiğe güven.
- Türk Ordusuna güven.

1.15. Bölgede güncel krizler
Org. Koşaner'in bölgemizde güncel duruma ilişkin görüşlerini, 28 Ağustos 2010 konuşmasından aktaracağız. Hem taze olduğu için, hem de 2008 konuşmasında bölge durumuna pek değinmediği için.

Genelkurmay Başkanı, bölgede kriz nedenlerini altı maddede topluyor:
a. ABD kuvvetlerinin Irak'tan çekilmesi: "Bu süreçte ortaya çıkacak güç boşluğunun istikrarsızlığı artırması olası görülmektedir." Irak'taki "Farklı etnik ve mezhepsel gruplar, ülke istikrarı açısından hassasiyet yaratmaya devam etmektedirler. Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelere ilişkin henüz bir çözüm getirilememiştir."

b.İran'ı hedef alacak sıcak çatışma: "Yaptırım kararlarına rağmen İran'ın nükleer programını sürdürmesi ve bunun sonucunda sorunun bir sıcak çatışmaya dönüşmesi ihtimali ülke güvenliğimizi ciddi olarak etkileyecektir."

c.Kıbrıs'ta anlaşmazlığın sürmesi.

d.Güney Kafkasya'da hegemonya çatışması: "Güney Kafkasya'da, Rusya Federasyonu'nun, ABD ve NATO'nun etki alanlarını genişletme çabalarından duyduğu rahatsızlık ve enerji kaynaklarına erişme mücadelesi, yeni kriz alanlarının ortaya çıkmasına sebep olabilecektir."

e.Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarını işgali: Ermenistan'ın Dağlık Karabağ'ı işgali, bölgede barış ve istikrarı bozmaktadır.

f. Afganistan'daki ABD ve NATO işgali: "Afgan halkının uluslararası topluma ve çok uluslu kuvvetlere olan güveninin azalmakta olduğu görülmektedir. Afganistan, NATO ittifakı için ciddi bir sınav ve ittifakın geleceği açısından belirleyici unsurlardan biri durumundadır."

1.16. Bölgede güncel siyasetler
Dikkat edilirse, Org. Koşaner, bölgedeki krizlerin ABD ve NATO'nun işgal ve müdahalelerinden geldiğini örtük ifadelerle de olsa saptamaktadır. Yine ABD'nin denetimindeki "merkezî ve bölgesel otoritelerin" Irak'ın kuzeyindeki bölücü terör örgütüne karşı "etkili tedbirler almasının sağlanamadığını" da belirtmektedir. Başka deyişle okyanus ötesinden gelen ABD, bölge krizinin asıl sorumlusudur. Bunun yanında, "İran'ın nükleer programını sürdürmesi", "Rusya'nın enerji kaynaklarına erişme mücadelesi" ve Ermenistan'ın Karabağ'ı işgali de kriz etkenleri arasında sayılmaktadır.

Bölgesel krizin derinleşmesinin getireceği tehlikelere karşı, Org. Koşaner'in savunduğu siyasetler, şu başlıklar altında özetlenebilir:

- Irak'ın toprak bütünlüğü.

- Irak'ın kuzeyinde yerleşmiş olan bölücü terör örgütüne karşı etkili tedbirler alınması.

-Kıbrıs'ta, Türk ve Rum liderler arasındaki görüşmeler yoluyla, BM şemsiyesi altında, BM parametreleri çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki kurucu devlet arasında tesis edilecek yeni bir ortaklık devleti ve iki ayrı halk ile iki ayrı demokrasinin varlığına dayanan bir anlaşmaya varılması. Türkiye'nin etkin ve fiili garantörlük haklarının ve askeri varlığının devam etmesinin tartışma konusu olarak dahi kabul edilmemesi.

-İran sorununun diplomatik temaslar ve karşılıklı güvenceler yoluyla çözülmesi.

- Karadeniz'de Montrö Boğazlar Sözleşmesi'nin önemi, Türkiye'nin kararlı tutumuyla Karadeniz bölgesel işbirliği girişimlerinde öncü rol oynaması.

-Kafkaslar'da Ermenistan ile normalleşme sürecinde milli menfaatlerimizin korunması, Azerbaycan toprakları konusunda, BM Güvenlik Konseyi kararları ve Minsk grubunun girişimleri kapsamında ve Azerbaycan'ın toprak bütünlüğü çerçevesinde bir çözüm bulunması.

1.17. Bölücü terör örgütünün aldığı mesafe
Org. Koşaner, yine dolaylı ifadelerle bölücü terör ve ayrılıkçı hareketin atakta olduğunu saptamaktadır:

a.Yeni aşama: "Son dönemde kendilerince yeni bir aşamayı gerçekleştirme çabasına girmiş bulunuyorlar."

b. Devletle pazarlık: "Bireysel seviyede kalması gereken talepleri siyasal alana taşımaya çalışıyor ve her geçen gün adeta devletle pazarlık yaparcasına, bu talepleri bir adım daha ileriye götürüyorlar."

c. İkinci bir idarî yapılanma: "Yurt içinde, ikinci bir idari yapılanma tesis etme girişimleri içindeler."

1.18. İç cephede kaybedilen mevziler ve yeni girişimler
Org. Koşaner, "iç cephe" kavramını kullanmamakla birlikte, bu alandaki olumsuz gelişmeleri de kaydetmektedir. Genelkurmay Başkanı'nın 28 Ağustos 2010 konuşması, Türk Ordusunun içerde hükümet mevzilerinden de kuşatıldığına işaret eden saptamaları içermektedir. Olgular, arkada kalan yıllardan çok daha vahim bir tabloyla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir:

a. TSK'yı hedef alan faaliyet psikolojik harekâtın ötesine geçti-"Son yıllarda TSK'nin açık ve planlı bir asimetrik psikolojik harekât ile karşı karşıya olduğu bir gerçektir. İftira ve hukuk dışı uygulamalar devam etmektedir. Son günlerde psikolojik harekâtın da ötesine geçen bu faaliyetlerin asıl hedefinin, TSK üzerinden devleti yıpratmak olduğu açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır."

b. TSK, yargıya müdahale denmesin diye kendini sınırlıyor-"Saldırılar karşısında, itidalle hukuk çerçevesinde kalmaya çalışan TSK, yargıya müdahale olarak değerlendirilmemek için sınırlı şekilde ve daha dikkatle hareket etmek mecburiyetinde kalmıştır."

c. "Özel Ordu" ve "profesyonel ordu" girişimleri var-"Bazı çevreler", Türk Ordusunu "değiştirme" girişimlerini sürekli gündeme getiriyorlar. Buna "Özel ordu" diyorlar ve "profesyonel ordu"ya geçmekten söz ediyorlar. "Vatan savunması hafife alınacak bir konu değildir. Değişimin hatırı için değişim de yapılamaz." "Profesyonel orduya geçiş" kabul edilemez. "'Özel ordu' tabiri ise, son derece yanlıştır. Türkiye'de bir tane ordu vardır. O da Türk Silahlı Kuvvetleridir. Alternatifi yoktur ve olamaz."

d. Kuzey Irak'a operasyon yetkisi verilmiyor-"TSK'nin Irak kuzeyine operasyon yapma yetkisinin devam ettirilmesinin" önemi vurgulanarak, hükümetin bu operasyona yetki vermediği belirtilmektedir.

1.19. İç cephede siyasetler
a. Türk Ordusu taraf-"TSK, devletin, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma görevi kapsamında; ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında her zaman taraf olmuş ve olmaya devam edecektir."

b. TSK personeli hakkında dayanaksız iddialara göre hüküm kurulamaz. Yürütme ve yargı hukuka saygılı olmalıdır-"TSK, iddialar personelin eylemleriyle doğrulandığı takdirde, onları içinde barındırmayacaktır. Hukuka saygılı olması gereken kurum sadece TSK değildir. Herkesin, her kurum ve kuruluşun ve bilhassa yargı erkini kullananların da kendilerini bağlayan hukuk kurallarına itina ile uymasını beklemek ve istemek hakkımızdır. Bir yüksek mahkeme başkanımızın ifade ettiği gibi 'Yargı erkini kullananların adil yargılama yaptığını, tarafsız kaldığını ve herkesin güvencesi olduğunu topluma hissettirme borcu vardır.' Emekli ve muvazzaf TSK personeline yöneltilmiş olan ve henüz iddiadan ileri geçmeyen suçlamalarla açılmış olan soruşturma ve kovuşturmaların bir an önce sonuçlandırılması ve gerçeklerin bir an önce ortaya çıkarılması en büyük dileğimiz ve beklentimizdir."

c. "Özel ordu" ve "profesyonel ordu" kurulamaz. Türk Ordusunun ve Mehmetçiğin alternatifi yoktur-"Anayasamız gereğince vatan hizmeti, her Türk'ün hakkı ve ödevidir. TSK'nin temel unsurunu vatan hizmetini yerine getirmek üzere silah altına koşan 'Mehmetçik' teşkil eder. Milletinin bağrından çıkan TSK 'millî ordu' olmakla gurur duyar ve gücünü milletinin ona olan güveninden ve sevgisinden alır. TSK'de Mehmetçiğin yerini alabilecek hiçbir alternatif yoktur. TSK'nin bazı unsurlarında, tecrübe gerektiren görevler için, sınırlı sayıda profesyonel personel görevlendirilmesi hiçbir şekilde 'profesyonel ordu' değildir."

d.Türk Ordusunun teröre karşı etkin mücadele için yasa talepleri karşılanmalıdır.

e. "TSK'nin Irak'ın kuzeyine operasyon yapma yetkisi devam ettirilmelidir."

2. Org. Koşaner'in görüşlerinin genel değerlendirmesi
2.1. Farklı komutan
Org. Işık Koşaner'in 27 Ağustos 2008 günü Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini alırken yaptığı konuşmayı televizyonlardan canlı olarak dinlemiş ve çok önemli bulmuştum. Org. Yaşar Büyükanıt ve Org. İlker Başbuğ'dan farklıydı. Emperyalist Batı sistemine bağlılık işareti veren tek bir sözcük yoktu. Aksine Türkiye'nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü konusunda tutarlı görüşler açıklamıştı. Gösterişten uzak, sade ve kararlı bir duruşu vardı. Bu görüşümü o zaman Partimizin Merkez Yürütme Kurulu'na yazılı olarak bildirmiş, fakat kamuoyuna açıklanmamasını rica etmiştim. 28 Ağustos 2008 tarihinde, İşçi Partisi MYK üyesi arkadaşlarıma yolladığım mektubun ilgili bölümünü buraya aynen alıyorum:

"Biraz önce Org. İlker Başbuğ'un ve E. Org. Büyükanıt'ın konuşmalarını dinledim.

"Dün de yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Koşaner'i dinledim. Mükemmeldi, derin bir fikir birikimi ve sağlam yurtsever-devrimci tavır var. Sistemli, tutarlı, berrak, kararlı.

"Org. Koşaner'in bende bu konuşmasıyla bıraktığı izlenim, son elli yılın en birikimli ve manevi nitelikleri en yüksek komutanı!

"Org. İlker Başbuğ'un konuşmaları hakkındaki görüşlerimi ayrıca uzun uzun yazıp yolluyorum. Özeti: Felsefi temelleriyle bir hükümet programı ve siyasal bildirge açıkladı. Türk Devrimi'nin felsefi ve temel kurum ve ilişkileri! Ne güzel!

"Ancak bu konuşmada bir saatli bomba var; ABD ile tarihi ve kapsamlı işbirliğine vurgu düzeyinde sahip çıkma ve 'NATO görevlerini yerine getirme' sözü! Hem de şu sıra!

"Atatürk Devrimi'ni yıkan tarihe ve görevlere bu denli sahip çıkmak ne anlama geliyor?" [53]

30 Ağustos 2010 terfilerinin görüşüldüğü Yüksek Askerî Şura toplantıları sırasında yaşanan kriz koşullarında yayımlanan haberlerden anlaşıldı ki, Org. Işık Koşaner'in Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu zaman yaptığı konuşma yalnız bizim dikkatimizi çekmemiş; ABD yetkilileri de bu konuşmanın üzerine bir mim koymuşlar.

Org. Koşaner'in konuşmalarına ve eylemine bakarak 2008 yılında yaptığım değerlendirmeyi, komutanı yakından tanıyan, onunla uzun yıllar birlikte çalışmış arkadaşları da doğruladılar: "Işık Koşaner, her şeyden önce ciddi, dürüst, az konuşan, dinlemeyi seven, namuslu, çalışkan bir Cumhuriyet askeridir. Siyasilerin alanına girmemeye ve onlarla polemikten uzak durmaya özen gösterir. Anayasanın, yasaların ve güvenlik hizmetinin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yüklediği görevlerde çok duyarlı ve titiz davranacağından herkes emin olmalıdır. Gösterişten hoşlanmayan, işini iyi yapmaya çalışan, titiz bir devlet adamı özelliklerine sahiptir."

Işık Koşaner'i bana, başka silah arkadaşı, İşçi Partisi MKK üyesi, E. Alb. Dinçer Kömek de anlatmıştı. Can arkadaşım, rahmetli Kömek, 1974 harekâtında Kıbrıs'a paraşütle atlayan ilk komando bölüğünün komutanıydı ve Koşaner'i görev alanında tanımıştı. Onun Türk subayında olması gereken örnek niteliklerinden mutlulukla söz etmişti. Askerle hayatı paylaşan, çetin mücadele ruhuna sahip olduğunu belirtmişti.

2.2. Doğru hedef, doğru mevzilenme
Org. Koşaner, dünya, bölge ve Türkiye durumu üzerine doğru saptamalarda bulunuyor. Dünya durumunu, hegomonyacı küresel güçler ile ulusal devletler arasındaki çelişme ve mücadele zemininde açıklıyor. Buna bağlı olarak Türkiye'nin konumunu ve millî hedefini de tarihsel süreç içinde doğru saptıyor.

Varolan koşullarda, bu hedefe ulaşabilmek için, güçlü bir ordunun belirleyici önemine işaret ediyor.

İçleri boşaltılmış "demokrasi" ve "hukuk devleti" kavramlarının, hegemon güçlerin ulus devletlere karşı yıkıcı silahları olduğunu belirliyor.

Bölgemizdeki kriz nedenleri konusunda gerçekçi saptamalar ve siyasetler dile getiriyor.

Atatürk tarafından "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı" diye belirlenen birleştirici ulus tanımını benimsiyor.

TSK'nin başarısında insan etkenini esas alıyor, milletin desteğine ve Mehmetçiğe vurgu yapıyor; eğitimli komutanın önemine dikkat çekiyor.

2.3. Dünya ve Bölge dengelerine ilişkin karamsar saptamalar
Org. Koşaner, küresel hegemon güçlerin ulusal devletlere karşı inisiyatifi ele geçirdiklerini vurguluyor. 1975 sonrası, özellikle 1990 sonrası yaşananlar, bu saptamanın gerçekçi olduğunu gösteriyor. Özellikle Türkiye süreci, bu karamsar tahlilleri doğruluyor.

Ancak son yıllarda emperyalist sistemin içine düştüğü iflah olmaz bunalım yanında Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Vietnam, Kore, Güney Amerika ülkeleri ve İran'a vb baktığımız zaman, ulusal devletlerin atağa kalktığı görülüyor. ABD, "arka bahçesi" olduğu söylenen Latin Amerika'daki denetimini yitirmiştir. Venezüella'dan Brezilya ve Arjantin'e kadar bu ülkeler eski patronlarına kafa tutmaktadırlar. ABD ordusu, Irak ve Afganistan savaşında hedeflediği sonuçlara ulaşamamıştır. 2011 yılıyla birlikte Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da ABD işbirlikçisi dikta rejimlerine karşı büyük halk ayaklanmaları başlamıştır. Washington yönetimi, daha geri mevzilerde tutunma telaşı içindedir. ABD, 2000'lerin başında Kuzey Afrika ve Ortadoğu'nun haritasını ve rejimlerini değiştirmeyi tasarlayan projeler yaptı. Oysa şimdi Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri ve halkları, ABD'nin haritasını ve rejimini değiştiren bir süreci başlatmışlardır. ABD ekonomisi üretkenliğini yitirmiştir; dış ticaret açıkları ve bütçe açıkları kapatılamaz hale gelmiştir ve büyük patlamaların işaretlerini vermektedir. İçerde büyük huzursuzluk başlamıştır. ABD mafyasının Soros gibi temsilcileri ve strateji uzmanları, Dolar saltanatının çöktüğünü ve ABD'nin en azından dünyaya hükmetme iddialarından artık vazgeçmek zorunda olduğunu vurguluyorlar. ABD'nin kabuğuna çekilmesini savunan ünlü Monroe doktrini yeniden gündeme getirilmektedir. Avrupa'nın büyük devletleri de artık Atlantik çağının sona erdiğini görmekte ve ABD denetiminden uzaklaşmaktadırlar. Merkezinde ABD'nin bulunduğu hegemon güçler inişe geçmişlerdir ve emperyalist sistem tarihinin en derin krizine girmiştir. Bu koşullarda, ABD'nin etkin güç kullanma imkânları da, hem dışardan hem içerden sınırlanmaktadır.

ABD, denebilir ki, bir tek Türkiye'de denetimini güçlendirebilmiştir. Ancak Türkiye'deki "Sözleşmeli Personelinin" durumları da parlak gözükmüyor.

2.4. Uluslararası mafyanın ve cemaatlerin eline geçen devletten beklentiler
Org. Koşaner, devletin ve milletin teröre karşı topyekûn mücadelesini savunuyor. Çok doğru. Ancak devlet, bırakalım bölücü teröre ve yobaz terörüne karşı topyekûn mücadeleyi, onlarla birlikte Türk Ordusuna ve Türk milletine karşı topyekûn mücadele yürütmektedir. Bugünkü devlet, Atatürk'ten kalan millî devlet değildir. 1980'de başlayan millî devletin tasfiyesi süreci, özellikle AKP iktidarı döneminde büyük bir hız kazanmış ve 2007 yılında tamamlanmıştır. Hükümetin, Çankaya'nın, Meclis çoğunluğunun, güdümlü yargı kurumlarının, polisin dışında bir devlet bulunmuyor.

Arkada kalan yıllarda, komutanların bilinçlerinde, devletin emperyalist ve gerici güçlerin eline geçmesi gibi bir olasılık bulunmadığı görülmüştür. Atatürk'ten farkları da buradadır. Namık Kemal, Talat Paşa ve Mustafa Kemal kuşakları, Osmanlı devletinin baskı ve zorbalığına karşı mücadele içinde yetişmişlerdi. Devrimciydiler. Bu nedenle devleti yöneten Osmanlı sultanının ve İstanbul hükümetinin düşmanla işbirliği karşısında çözümleri vardı. Atatürk, Nutuk'un hemen başlarında İstiklâl Savaşı'nın öncelikli görevini çok açık olarak saptıyordu: "İstanbul hükümetine ve Müsliminin halifesine karşı milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu."

Topyekûn mücadelede yer alması düşünülen toplum katında da emperyalizm, gericilik ve bölücülük, önemli kuvvetler örgütlemiştir. Org. Koşaner, "silahsız teröristler ve ayrılıkçılığın destekçileri"nden yakınıyor, ama devlet iktidarının sahipleri, o "silahsız teröristleri" desteklemekte ve onlarla işbirliği yapmaktadır. Türk Ordusu, devletin yabancı devletler güdümündeki operasyonlarıyla karşı karşıya kalmak yanında, yine AKP iktidarı tarafından toplum içinden de kuşatılmıştır ve iç hat durumuna düşürülmüştür. Bu durumda, devletçe ve milletçe yapılacak topyekûn savaş, devlet iktidarının milletçe yeniden kazanılması koşuluna bağlıdır. Burada çözüm yoksa, Türkiye'nin bölünmesi ve yobazlığın faşist diktası kaçınılmaz olur.

2.5. Altkimliklerin toplumsal-ekonomik temelinin gözardı edilmesi
Org. Koşaner, küresel güçlerin, etnik grupçuluğu ve cemaatçiliği kullanarak ulusal devletleri "dağıtmaya çalıştığını" saptarken, bu "alt kimliklerin" hangi temelde var olduğuna değinmiyor. Bu can alıcı meselenin göz ardı edilmesi, Atatürk sonrasındaki komutanlarımızın temel sorunları arasındadır. Org. Koşaner'in bu konuyu teğet geçmesi, kuşkusuz "siyasal" alana girmeme kaygısından ileri geliyor. Ancak öyle bir döneme girdik ki, Türkiye'nin bütün toplumsal ve ekonomik sorunları, artık aynı zamanda askerî sorunlardır. Hele Güneydoğu'nun sorunları! Çünkü her çözümsüzlüğün faturası Türk Ordusuna çıkmaktadır.

Üniter devletin ve millî bütünlüğün yalnızca bir bilinç sorunu olmadığı açıktır. Hatta bilinçten önce, o bilincin de dayandığı toplumsal-ekonomik sorunlarımız artık yakıcıdır ve biz onlardan ne kadar kaçarsak kaçalım, bizi en sonunda savaş siperlerinde yakalayacaktır. Bugünden yakalamaktadır. Örneğin jandarma gidip Diyarbakır Bismil'in veya Erzurum Çat'ın, Türkiye'nin birliğini savunan, Atatürk'e sahip çıkan Cumhuriyet köylüsünün toprak mücadelesini bastırdığı zaman, fatura bölücülüğün güçlenmesidir.

Kültürü ve yaşam tarzını toplumsal-ekonomik temelden bağımsız gören anlayışlar, TSK'yi 1945'ten beri tutucu bir konuma yerleştirmiş ve Atatürk Devrimi'ni tamamlama hedefinden uzaklaştırmıştır. Bu yüzden Cumhuriyetle kazanılan mevziler de savunulamamış ve korunamamıştır. Artık gerçeği saptamak, bir yaşam sorunudur. Türkiye, uluslaşma sürecini ancak Ortaçağ kurum ve ilişkilerini temizleyerek tamamlayabilirdi. Kemalist Devrimin programı buydu. 1937 yılının 6 Şubat günü Anayasada yapılan stratejik değişikliklerle, Atatürk yönetimi köklü bir toprak reformu için en kritik hukuki sorunu çözdü. Büyük toprakların neredeyse tazminatsız denebilecek ödeme koşullarıyla kamulaştırılmasını öngören hükmü anayasaya koydu. Ayrıca Kemalist Devrim'in temel programı olan Altı Ok, Anayasanın 2. maddesine yerleştirildi. Bunlar Kemalist Devrimin yeni stratejik atağının gündemde olduğunu gösteren çok ciddî girişimlerdi. Ne yazık ki, arkasından Atatürk'ü kaybettik ve Dünya Savaşı geldi. Devrim tamamlanamadı. Atatürk'ün 1935 yılı Mayıs ayındaki CHP 4. Genel Kurultayı'ndaki "Arasız devrimler" çağrısı, bugün daha büyük anlam kazanmıştır. [54] Atatürkçülük, herhalde devrimin yıkıntılarının muhafızlığını yapmak değildir, tutuculuk değildir; devrimciliktir.

2.6."Muhafaza ve müdafaa" taktiğine mahkûm olmak
Org. Koşaner, stratejik düzlemde, genellikle koruma ve savunmaya vurgu yapmaktadır. Korunacak olan mevziler, Türkiye'nin "birliği, beraberliği, bütünlüğü ve istikrarı"dır. "Varlığımız ve geleceğimiz", "Cumhuriyetin ve devrimlerin korunmasına" bağlı görülmektedir.

Daha somut bakalım. Org. Koşaner, "birlik, beraberlik, bütünlük ve istikrarın" korunabilmesinde en önemli etkenleri dört düzlemde özetlemektedir:

a-Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapımız,
b-Ulus devlet, üniter devlet ve laik devlet temeline dayanan anayasal düzenimiz,
c-Her türlü etnik ve dinsel ayrımcılığı reddeden, hoşgörü, dayanışma, birlik ve beraberliği öngören toplumsal yapımız,
d-Atatürkçü düşünce ve değerler.

Bu kurum ve değerler, bugün devlet ve toplum katında ne ölçülerde yaşamaktadır? Bir devrimle gerçekleştirdiğimiz "birliğin, beraberliğin, bütünlüğün ve istikrarın" ne kadarı elimizde kalmıştır? Bu stratejik soruların cevaplarına örtük olarak dahi rastlanmıyor; yalnız tehditlerden ve tehlikelerden söz ediliyor. Atatürk Devrimiyle kurulan cumhuriyetin 65 yıllık Atlantik döneminde karşılaştığı yıkımın bilançosu yapılmıyor; kaybedilen mevziler belirlenmiyor. En önemlisi, bütün komutanlar gibi Org. Koşaner de, Türkiye'nin "birlik, beraberlik, bütünlük ve istikrarının" varolan sistem içinde korunabilmesi mümkün müdür sorusunu sormuyor. Yine, bu sistem, İstiklâl Savaşı ve Cumhuriyetle kurduğumuz ve kurmayı amaçladığımız sistem midir? Bu soru da cevaplandırılmıyor.

ABD güdümündeki mafya ve tarikatların devleti ele geçirdiği ve toplumu da devlet mevzilerinden yeniden biçimlendirdiği koşullarda, Atatürk Devrimi nerede yaşamaktadır? Başbakanlıkta mı, hükümette mi, Çankaya'da mı, Mecliste mi? Yoksa Türk Ordusunu suçlu ilan eden, Türk Ordusu'nun kahramanlarına kelepçe takan ve "Kozmik odalara" kadar giren güdümlü yargı kurumlarında mı? Cumhuriyeti yıkan partiyi ABD'nin emriyle kapatmayan Anayasa Mahkemesi'nde mi? Parçalanan ve hurafelerle boğulan eğitim sisteminde ve kurumlarında mı? Bölücülüğün ve yağmacıların eline geçen mafya belediyelerinde mi, nerede?

Eğer devlet bunlar değilse, bir başka devlet mi vardır?

Hükümetin, Cumhurbaşkanlığının, Meclisin, yargının dışında bir devlet yoktur. Böyle bir devlet olduğu ve o devletin de hâlâ Atatürk Devrimi'ne dayandığı yolunda kamuoyunu yönlendirme çabaları, bütünüyle psikolojik harekât kapsamındadır. Hepsi bir kısım halktan kopuk aydınları aldatmak ve denetim altında tutmak içindir. Bu varsayımlara kapılan esrarengiz aydınlar da, zaten aldatılma meraklısıdır. Onlar da aynı varsayımlarla halkı aldatmaktadırlar.

TSK komutanları, sürekli "muhafaza ve müdafaa" vurgularıyla Atatürk Devrimi'ne dayanan bir devletin yaşadığı gibi bir varsayımın imal edilmesinin önde gelen sorumlusudurlar. Bu tutumlarıyla aydınları ve toplumu rahatlatmakta ve yine varsayılan bir muhafızın günü gelince görevini yapacağı beklentilerini yaymaktadırlar. Bu varsayım, Ordunun kendi kendisini aldatmasına ve avutmasına da hizmet etmektedir. Türk ordusu kendi yarattığı yanılsamalarla gerçekler zemininden uzaklaşıyor. TSK'nin stratejik zaafı buradadır. Öncelikle gerçeği saptamak zorundayız: Atatürk Devrimi büyük bir yıkıma uğramıştır. Bu nedenle Türkiye'de milletin birliğinin, vatanın bütünlüğünün, halkın barış ve huzurunun temeli yıkılmıştır. Bu temel yeniden inşa edilmeden, yıkıntıdan başka "muhafaza ve müdafaa" edeceğimiz bir varlığımız esas olarak kalmamıştır.

Geçelim "koruyacağımız ve savunacağımız" toplumsal ilişkilere.

Bir yandan emperyalist sistemden gelen korkunç bir çürümenin, bencilleşmenin, milletsizleşmenin ve vatansızlaşmanın, öte yandan tarikatların ve etnik bölünmenin karanlık kuyularında çırpınan kalabalıklarımız, Atatürk Devrimiyle kurmak istediğimiz özgür, aydınlanmış ve çağdaş topluma ne kadar benziyor? "Şeyhler, müritler, dervişler, mensuplar ülkesi olamaz" dediğimiz Türkiyemize neler olmuştur?

Birlik ve beraberliğimiz, mafyalara, tarikatlara, cemaatlere, etnik gruplara ve din temeline mi dayanacaktır? Ortaçağ'lı olan bu sınıf ve zümreler, artık bir kalıntı değil, hükmeden konumundadır ve toplumu feodal zeminde parçalıyorlar. ABD güdümlü Fethullahçı Gladyo'nun yönettiği devlet, mafya ve Ortaçağ toplumunu kurmuştur.

Bu koşullarda varolan sistemin "demokrasi" diye tanımlanması da, bir Atlantik hurafesidir. Bu hurafeye kapılıp gidenler, halkı değil bölünme etkenlerini özgürleştiriyorlar; birliği değil yarılmayı derinleştiriyorlar. Bu bölünme tablosunda "muhafaza ve müdafaa" stratejisinde ısrar etmek, "birlik, bütünlük ve istikrar" getirmeyecektir. Çırpınış, hiçbir zaman strateji ve taktik değildir.

Her devrim, yıkıma uğradığı zaman, devletin bazı kurumlarında varlığını sürdürür; toplumun çeşitli kesim ve ilişkilerinde yaşamaya devam eder. Bunları göstererek, devleti ve toplumu Cumhuriyetle kurduğumuz devlet veya toplum saymak, bizi ancak tarihsel bir bozguna sürükler.

Çaresizlik içinde kalan bazı aydınlarımız hayallerinde yaşattıkları millî devlet ve çağdaş toplum aldanmalarıyla yüreklerini ferahlatıyorlar. Tarihte büyük yıkımlar karşısında, zihinlerde bu tür saplantıların imâl edilmesine ilk kez rastlanmıyor. Alfonse Daudet'nin Pazartesi Hikâyeleri'nde "Berlin Kuşatması"nı okumalarını bütün subaylarımıza ve aydınlarımıza salık veririm. Orada, emekli Albay Jouve, 1871 savaşının sonunda, Prusya taburları Paris'e girerken duyduğu mızıka sesleri üzerine, zaferden dönen Fransız Ordusunu selamlama hayalleriyle üniformasını giyip kılıcını kuşanarak bulvardaki evinin balkonuna çıkar. Varsayımların tehlikesi işte buradadır. En sonunda Daudet'nin ustaca anlattığı o acıklı manzara ortaya çıkar. [55]

Bir çıkış yolu bulacak isek, önce kabul etmeliyiz ki, Kemalist Devrim, bugün devlet ve toplum katında esas olarak yıkılmıştır. Bu gerçeği Albay Jove gibi balkonumuza çıkıp, vinçlerin Atatürk heykellerini indirdiği manzaralarla karşılaşınca mı anlayacağız? Devrimimiz, ancak büyük bir yurttaş kitlesinin ve devlet içinde henüz tasfiye edilememiş bir kısım görevlilerin bilincinde ve hayatında yaşamaktadır. Bu mevziler, hayatî önemdedir ve önümüzdeki büyük devrimci çözümün dayanaklarıdır. Devlet yönetimi bu tarihsel birikim ve güçle yabancı güdümlü mafyanın ve tarikatların elinden alınacaktır. Halk hükümeti, millî devlet ve özgür toplum yine o tarihsel birikimle yeniden ve devrimci temeller üzerinde inşa edecektir. Türk Ordusu, bu bunalımları aşacak ve hiç kuşkusuz halkla beraber olacaktır.

2.7. Savunma ve Geri Çekilme taktiğinin tarihçesi
Koruma ve savunma, bir strateji değil, taktiktir. Bir stratejik dönem boyunca, saldırı, savunma, geri çekilme gibi taktikler, koşullara göre uygulanır. Bunları komutanlarımız kuşkusuz çok iyi bilirler ve öğretirler de. Ancak savunma taktiği, Türk Ordusunda Atatürk'ü kaybetmemizden bu yana bir strateji düzlemine çıkartılmıştır. Başka deyişle bütün taktikler, savunma ve korumaya indirgenmiştir. 70 yıldır komutanlar, "muhafaza ve müdafa"ya vurgu yaparlar. Ama neyi "muhafaza ve müdafaa" ettiklerine somut olarak bakmıyorlar; bakmak istemiyorlar.

Zihinlerde bir saplantı haline gelmiş olan bu korumacılığın tarihsel kaynakları da vardır. O tarihsel zemini hepimiz bilsek de, bu açıdan bilincimize çıkarmak gerekir. Uzak geçmişten yakınlara doğru gelecek olursak:

-Osmanlı'nın gerileme döneminde, savunma ve geri çekilme tarihsel bir zorunluluktu. Kanije'den Plevne ve Silistre'ye kadar hep kaleler savunuldu ve o kaleler birer birer düştü. Kapitalizmin yükseldiği ve millî devletlerin kurulduğu bir çağda, çöken bir feodal imparatorluğun kaderiydi bu. Osmanlı ordusu taarruz etmeyi unutmuştu.

-Savunmanın ve geri çekilmenin stratejiye dönüşmesine 1908 Hürriyet Devrimi son verdi. Türk Ordusuna taarruz taktiği yeniden bir devrimle geldi. Edirne'nin geri alınması; Ordunun gençleşmesi, Birinci Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı kazanılan askerî başarılar, hep o devrim sayesindedir. Kurtuluş Savaşımız, 1919 yılında değil, 1914 sonlarında başlamış ve sekiz yıl sürmüştür. Çanakkale Savaşı çok büyük bir askerî başarıdır. Türk Ordusu merkezden çok uzak ve ikmal olanakları çok zayıf olan, olağanüstü geniş cephelerde dört yıl savaşabildiyse, bunun esas kaynağı 1908 Hürriyet İnkılâbıdır. O devrimin Türk subayına kazandırdığı devrimci ruhun en güçlü örneği Mustafa Kemal kuşağıdır. Mehmetçik olgusu da, o devrimin ürünüdür. [56] Çeşitli cephelerde maceracı taarruzlar da yapılmıştır; ama Türk Ordusu o yıllarda savunmaya ve geri çekilmeye mahkûm olmaktan kurtarılmıştır. Yeni bir devrimci subay kişiliği ve karakteri doğmuştur; kahraman ve fedakâr Mehmetçik de bu dönemde ortaya çıkmıştır.

-23 Nisan 1920'de gerçekleşen Anadolu İhtilâli, milletin imkân ve kabiliyeti yanında Ordunun cesaretini ve savaş yeteneğini de padişahın zincirlerinden kurtarmıştır. Önce padişah hükümeti bir anlamda yıkılıp iç hatlardaki kuşatma yarılmıştır. Türk Ordusu, 1908 ve 1920 devrimleriyle bir bakıma yeniden kurulmuş ve örgütlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Sovyet generali Frunze'ye İstiklâl Savaşı'nın ateşi içinde devrimci bir halk ordusu örgütlediklerini anlatır. [57] Büyük Taarruz, Osmanlı ordusunun içine kapandığı iki yüzyıllık savunma mahkûmiyetine de son vermiştir.

-Ankara'daki genç "İnkılâp hükümeti", İstiklâl Savaşı'ndaki taarruz ruhunu toplumsal, ekonomik ve kültürel devrimle sürdürmüştür. Devrimin kendisi bir taarruzdur. Ancak başarılan devrimin kalelerini korumak da bir görevdir. Biz, Atatürk'ün Büyük Nutku'ndaki "Muhafaza ve müdafaa" görevine devamlı göndermede bulunuruz. Ancak hep unuturuz; o zaman korunacak ve savunulacak bir devrimci cumhuriyetimiz vardı! Bugün yok! İşte bu durumu görmek istemiyoruz veya kabul edemiyoruz. Oysa Büyük Devrimci Atatürk, o tarihsel nutkunda, karşıdevrim tehdidine işaret etmişti. Bursa Nutku da aynı tehdidi vurguluyordu. Bu karşıdevrime verilecek cevap ise, devrimdi. Başka deyişle Atatürk'ün Büyük Nutuk'ta ve Bursa Nutku'nda, savunma ve taarruz taktikleri iç içedir; durum tahliline göre belirlenmiştir. Esas vurgu, devrimedir. Atatürk'ün 1935 yılı Mayıs ayındaki CHP Büyük Kurultayı'ndaki mesajı da, özetle "arasız devrimler"dir. Çağdaş uygarlığın en önünde olmanın kendisi, genel bir taarruzdur; elbette içinde savunma dönemlerini kapsayan bir taarruz. Zaten her taarruz savunmayı da içerir ve her savunma ise taarruz taktiklerine başvurarak yapılabilir.

-Türkiye'nin 1945 yılından sonra Atlantik sistemine bağlanmasından sonra, Atatürk Devrimi'ne gönül veren herkes savunma kaygıları içinde yaşadı. Missouri zırhlısı davullar ve zurnalarla karşılanırken, acaba devrimimize bir şey olur mu korkuları da başlamıştı. Zaman, o korkuları haklı çıkardı ve derinleştirdi. Devrimin kaleleri tek tek düşürülüyordu, devrimimizi muhafaza edemiyorduk. Devrim muhafızlığı, 70 yıldan beri, Türkiye aydınının ve subayının bilincindeki köşe taşıdır.

-1990'dan sonra devrim muhafızlığına bir de vatan muhafızlığı eklendi. Türkiye'nin büyük emperyalist devletler tarafından bölünmesi, zihinlerdeki belirsizlikleri ve kaygıları derinleştirdi. Kemalist Devrim'in yıkımı ve vatanın bölünmesi sürecinde, taarruz kavramının içini dolduran bir tek 27 Mayıs 1960 Devrimi'ne rastlıyoruz. Devrimcilik ve taarruz taktiği bir kez daha bir devrimle Türk Ordusunun gündemine gelmiştir.

-Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri, Osmanlı devletinin son dönemlerindeki gibi, bir savunma ve muhafaza çağı yaşamaktadır. Geri çekile çekile en sonunda uçurumun kenarına gelmiş bulunuyoruz.

Strateji haline getirilen savunma taktiği için deniz bitmiştir.

Mesaj tarihi:

KÖR ÇIKMAZDAKİ BÜYÜK ÇÖZÜM

KÖR ÇIKMAZDAKİ BÜYÜK ÇÖZÜM
1. Acil uyarı: Yığınakta hata
Türkiye, 1991 Körfez Savaşı'ndan beri fiilen bölünüyor.

ABD, Körfez Harekâtından sonra Irak Ordusunun 36 paralelin kuzeyine geçmesini önledi ve Irak'ı böldü. Irak'ın bölünmesiyle birlikte Türkiye'nin bölünmesi operasyonu da başladı. Türkiye bu harekâta karşı koyamadı; tam tersine Çekiç Gücün Silopi'ye yerleştirilmesine razı olarak, kendisini bölen harekâtı destekledi. Dahası ABD, Türkiye'deki işbirlikçi iktidarları Kuzey Irak'taki oluşumun bekçisi yaptılar. İşbirlikçi hükümetler, Kuzey Irak'ta kurulan Orduyu eğiterek, silahla destekleyerek ve kurumlaşmasını sağlayarak kendisine karşı kullanılacak bir silahlı gücün kurulmasına birinci derecede hizmet etti. Yine Amerikancı iktidarlar, Habur kapısını açıp Irak'la ticaretin Suriye üzerinden yapılmasını önleyerek Kuzey Irak ekonomisinin gelişmesini en büyük katkıyı sağladı. Dahası Türkiye'nin Güneydoğusu, ABD planı gereği Kuzey Irak ekonomisiyle bütünleştirildi ve Kukla Devletin Türkiye'ye doğu genişlemesinin ekonomik temeli yaratıldı.

Yine işbirlikçi iktidarlar, ABD ordusunun 2003 baharında Irak'ı işgal hareketini destekleyerek, Türkiye'nin bölünmesi planında en kritik atağın gerçekleştirilmesine hizmet ettiler. Irak'ta ABD'ye direnen, Arap Kemalizmi diyebileceğimiz Baas yönetimi yıkıldı ve Irak'ın bölücülerinden Talabani Irak cumhurbaşkanlığına atandı. ABD Irak'a "demokrasi" götürürken, Türkiye'ye getirmekte olduğu "demokrasi"yi de tanımlamış oldu. ABD, PKK'yi her alanda destekledi; güçlendirdi; yasallaştırdı ve AKP iktidarının gizli ortağı haline getirdi. Türkiye'nin işbirlikçi yöneticileri, ABD'nin PKK'ye karşı olduğu yalanlarıyla milleti aldattı. Oysa bizzat Obama, BDP yöneticilerine, TBMM çatısı altında yapılan görüşmede, "PKK'yi terör örgütü saymadıklarını" söylüyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı yazışmaları bu gerçeği belgeledi. [58]

ABD'nin Türkiye'nin bir bölümünü de kapsayacak Kukla Kürdistan dayatması sonucu Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül Kürt Açılımı'nı sahneledi. Böylece Türkiye'nin BOP Eşbaşkanlığı eliyle bölünmesi planında cüretkâr bir atak gerçekleştirildi ve süreç devam ediyor.

Bütün bu uygulamalarda Türk Ordusunun konumuna askerî stratejide "yığınakta hata" deniyor. Başka deyişle Ordu, askerî taktik ve uygulamalarda ne kadar başarılı olursa olsun, yenilmeye mahkûm bir konuma yerleştirilmişti. Nitekim 2000'lerin başlarında bölücü terör eylemleri katlanılabilir bir sınıra indirildiği halde, 2003 baharından sonra yeniden yükselişe geçti ve bugünlere gelindi.

Bölücü teröre karşı yürütülen askerî mücadelenin verileri incelendiği zaman, bir denklem bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor: ABD'nin bölgemize her müdahalesi, bölücü terörü güçlendirdi. 1991 Körfez Savaşı ve 2003 yılında Irak'ı işgali, ABD açısından sıçrama noktalarıdır. Türkiye açısından ise, kırmızı çizgilerin çiğnenmesi ve ciddî mevzi kayıplarıdır.

Silahın kullanıldığı bu uğraklarda, Türk Ordusunun yığınak hatası da ortaya çıkmıştır. Karşı harekâtlar, yığınakta yapılan hatayı giderememiş, ancak süreci çelmeleyen etkilerde bulunmuştur. Örneğin Türk Ordusu 1995 Çelik Harekâtıyla ABD'nin egemenlik alanına girmiş ve bölücü teröre karşı önemli başarı kazanmıştır. Yine 1996 sonbaharında Türk Ordusunun desteğiyle Barzani'nin Irak hükümetiyle ittifak yapması sonucu 3 bin CIA Peşmergesi Guam adasına gönderilmiştir. 28 Şubat 1997 Kararlarıyla iç cephede "Batı destekli irtica"ya karşı, Cumhuriyet Devrimi Kanunlarını hayata geçirmek ve Sekiz Yıllık Eğitim gibi uygulamalara girişilmiştir. Bu tecrübeler göstermiştir ki, Türk Ordusu, iç cephede ve Kuzey Irak'ta Cumhuriyet yıkıcılığına ve bölücü teröre karşı, ABD'nin dayattığı hatalı mevzilenmenin dışına çıkabildiği ölçüde başarı kazanmıştır.

2. Türk Ordusu iç hatlardan kuşatıldı
ABD, 2002 yılı sonunda Tayyip-Gül ikilisini iktidar koltuklarına oturtarak, Orduyu hükümet mevzilerinden vurmaya başlamıştır. Haçlı irtica ve bölücülük arasında gizli bir koalisyon yönetimi kurulmuştur. Hemen arkasından 2003 yılı baharında ABD, Irak'ı işgal etmiş ve Türkiye'yi kuşatan dış çemberi de daraltmıştır. 2002 öncesinde eylem yeteneği en aza indirilmiş olan PKK, bu koşullarda Kuzey Irak'tan ABD desteği ve içerden iktidar desteği yeniden canlanmış ve eylemlerini yoğunlaştırmıştır. Kürt Açılımı, PKK'nin yasallaştırılması, Güneydoğu'da halk üzerindeki denetiminin yayılması ve güçlendirilmesi için yapılmış ve başarıyla yürütülmüştür. İç gericilik de ele geçirdiği devlet iktidarını kullanarak toplum içinde yeni mevziler kazanmış ve önemli bir güç yaratmıştır.

Varolan durum, çıkmaz sokaktaki arabanın haliyle karşılaştırılıyor. Dahası geri dönüş yolu da kapalıdır; çünkü başka arabalar park etmiştir. Bu önü ve arkası kapatılmış araba benzetmesi, dış ve iç cepheden kuşatılmayı ifade ediyor.

Arkada kalan 20 yılın tecrübesi, Türkiye'nin ABD güdümünde kaldığı sürece, bölücü terörü zayıflatamayacağını, fakat bölüneceğini göstermiştir. Şimdi bu hatalı yığınağın giderilmesi olanağının kaybedildiği bir sürece girmekteyiz.

3. Temel olan iç cephedir
3.1.Mustafa Kemal Paşa'nın özetlediği deneyim ve stratejik ilke

Atatürk, 4 Mart 1922'de çok önemli bir stratejik ilkeye işaret etmiştir: "Dahili cephe, görünürdeki cephe… Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlup olabilir. Fakat bu hal, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dâhili cephenin düşmesidir. Bu hakikate bizden ziyade vâkıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da olmuşlardır. Hakikaten 'kaleyi içinden almak' dışından zorlamaktan çok kolaydır." [59]

Mustafa Kemal Paşa, emperyalizmin Birinci Dünya Savaşı sonunda iç cepheyi çökertmesine, iç cepheyi bir devrimle yenileyerek cevap vermişti. 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin açılması ve devrimci bir hükümetin kurulması, saltanatın yıkılması ve cumhuriyetin eylemli olarak kurulması anlamını taşıyordu. Böylece milletin bütün imkân ve kabiliyeti düşman güdümündeki İstanbul hükümetinin elinden alındı ve devrimci bir hükümetin olanağına dönüştürüldü. Emperyalizmin kuşatması, önce iç cephede yarıldı. Eğer iç cephenin çökertilmesine Anadolu'da devrimci bir hükümet kurularak cevap verilmeseydi, Kurtuluş Savaşı imkânsız olurdu.

Bugün Türk Ordusu, Damat Ferit Paşa hükümetlerinin kumandası altında "vatanın bütünlüğünü koruyor" görüntüsü vermektedir. Savunulan bütünlük, yalnızca görüntüdür. Kuşatma yarılmazsa, kesin yenilgi kaçınılmazdır.

3.2. Komutan teslim olursa
Açıkça saptamak gerekir: Komutan teslim olursa, ordu yenilir. Kumandanın rolüne ilişkin, Mustafa Kemal Paşa'nın ders değerindeki bir anısı, bugünler içindir. Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarında Yıldız Sarayı'nda yaşadığı olayı şöyle anlatır: "Balkan Muharebesi kumandanları hararetli bir konuşma içinde idiler. Bir büyük kumandan diyordu ki: '-Efendim, bu Türk erlerinden hayır yoktur, bunlar hayvan sürüsüdür; yalnız kaçmayı bilirler. Allah muhafaza etsin, böyle hissiz bir sürüye kimseyi kumandan etmesin.'

"Kendi vaziyetimi unutarak onlarla ilgilendim. Coşkun konuşmaların en çok söyleyen kumandanına dedim ki: '-Paşam, biz de askeriz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk eri kaçmaz; kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk erinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınızın alçaklığını Türk erlerine yüklemek istiyorsanız, insafsızlık ediyorsunuz.'" [60]

Yine Atatürk, Türk komutanının ağır sorumluluğunu, Alman Mareşali Moltke'den esinlenerek şöyle
dile getirmiştir: "Türk yenildi derse inanmayınız, yenilen kumandandır." [61]

4. Kör çıkmazların yasası: İç hatları yarmak
Türkiye'nin millî güçleri, ABD kuşatmasını öncelikle iç cepheden acil olarak yarmak durumundadır. Başka deyişle Türkiyemizi, Damat Ferit benzeri BOP Eşbaşkanlığı yönetiminden derhal kurtarmak göreviyle karşı karşıyayız. Türkiye'nin Türkiye'den yönetilmesi, doğru bir mevzilenme içine girmesi demektir.

Eğer bu görevi başaramazsak, Türkiye'nin iç ve dış savaşlarda çırpınarak dağılması veya barışçı yoldan bölünmesi senaryoları gündeme gelecektir. Aslında Türkiye, Sovyetler Birliği gibi barışçı yoldan bölünme "şansına" dahi sahip değildir. Türkiye Kürtlerinin çoğunluğu, Güneydoğu bölgesinde değil, fakat Trakya'ya kadar bütün vatan düzeyine yayılmıştır ve ülke nüfusu ile iç içe yaşamaktadır. Bu nedenle Kürtlerimizin ayrılması, bir çözüm seçeneği değil, fakat Türkiye'yi kargaşalıklara sürüklemenin örtüsüdür. Bu nedenle Türkiye'nin nasıl ve nereden bölüneceği sorusunun barışçı bir cevabı yoktur. Türkiye, kuşatmayı iç cepheden yarmazsa, karanlık bir kaos ve savaşlar dönemine yuvarlanır.

Org. Koşaner, çemberin iyice daraldığı durumda, Genelkurmay Başkanı olmuştur. Bir asker olarak şanslıdır. Koşullar, O'nun sıradan bir komutan olarak Fenerbahçe Orduevi'ndeki istirahatına çekilmesine izin vermiyor. İstiklâl Savaşı'ndan bu yana hiçbir komutanın önünde, bu kadar büyük sorumluluk ve bu kadar ağır görev yoktu. Artık var. Tarih, yalnız komutanların değil, hepimizin önüne ağır sorumluluklar koymuştur. O nedenle bugün Türkiye'de yaşayan herkes hem sorumlu hem şanslıdır. Ve asıl şanslı olan da Türkiye halkıdır; çünkü büyük çözümün eşiğine gelmiştir.

Dışardan ve içerden kuşatma, Mustafa Kemal için çözümsüzlük değildi. Tam tersine büyük çözümün dayatılması anlamına geliyordu. Çıkmaz sokakta olan Türkiye ve Türk Ordusu değildir, düzenin içine sıkışmış olan zihinlerdir. Bu durumlarda dünya tarihinin tecrübelerini, Brecht özetlemiştir: "Köklü değişimler çıkmaz sokaklarda gerçekleştirilir." [62] Bu özete gelin, "Çıkmaz Sokak Yasası" diyelim. Atatürk, aynı yasayı, "Devrimin kanunu bütün kanunların üzerindedir" diye ifade etmişti. Çıkmaz sokaklarda devrimin kanunu yürürlüğe girer. İstiklâl Savaşıyla başlayan Kemalist Devrim, bunun en parlak örneklerindendir.

5.Taarruz taktiğinin gündeme girmesi
Devrim, bir yönüyle taarruz taktiğin gündeme gelmesidir. Türkiyemizi savunma taktiğiyle savunamayacağımız bir tarihsel durumdayız. Bugün Türkiye, ancak devrimle korunabilir; daha doğrusu Türkiye'yi ancak yeniden kurarak koruyabiliriz. Çemberin daraldığı koşullarda, taarruz dışında bir çözüm bulunmuyor. Sürekli savunma ve geri çekilme, bizi zorunlu taarruz noktasına getirmiştir.

Zamanın dar olduğunu saptadıktan sonra, millî güçler açısından mesele taarruz anının doğru belirlemektir.

6. İki değişken: dış ve iç cephe
6.1. Stratejik ve taktik düzlemdeki belirleyiciler
Bu koşullarda Türkiye açısından birbiriyle bağlantılı iki değişkeni tahlil etmemiz gerekiyor. Bu değişkenler iç ve dış cephedeki kuvvet ilişkileridir. (Değişken kavramı ne anlama geliyor diye soracak olursanız, Batı dillerinde parametre diyorlar. Bizim Akademi görmüş subaylarımız, Türkçemizde çeşit çeşit karşılıkları olduğu halde bu tür yabancı sözcükleri paralamaya bayılıyorlar. Bu da, ideolojik kökenli bir tavırdır ve başlı başına bir inceleme ve eleştiri konusudur. Geçerken değinmiş olalım.)

İç ve dış cephe değişkenleri açısından sorular açıktır:

-İç cephede, milletin gücü ile toplumu saran gerici ve bölücü güçler arasındaki kuvvet dengesi ne yönde gelişiyor?

-Dış cephede, ABD'nin Ortadoğu ve Türkiye'deki gelişmelere hükmetme yeteneği ve olanakları açısından nasıl bir süreç yaşanmaktadır?

Kuşkusuz günün koşullarında, stratejik düzlemde belirleyici olan dış cephedir. İç cephedeki kuvvet ilişkilerini belirleyen, son kertede, Türkiye'nin bölgesel güçlerle birleşme ve küresel güçlere direnme yeteneğidir.

Ancak bugünkü durumda, kısa sürede, ya da taktik düzlemde belirleyici olan, iç cephedir. Türkiye'nin millî güçleri, stratejik atağını iç cephede kazandığı başarı ve topladığı güçle gerçekleştirecektir. Başka deyişle dış cephede kazanılacak zafer, iç cephede mavi kuvvetlerin iktidardan indirilmesiyle ve devlet ile milletin topyekûn gücünün seferber edilmesiyle mümkün olacaktır.

6.2. Dış cephedeki gelişmeler olumlu yönde
Bugünkü durumda, dış cephedeki gelişmeler olumlu yöndedir. ABD imparatorluğu dışarda ve kendi ülkesinde büyük zorluklarla karşı karşıyadır ve kuvvet kaybetmektedir. Washington yönetimi, Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da 24 ülkenin haritasını ve rejimini düzenleyecek projeler yapmıştı. Şimdi o ülkeler, ABD'nin haritasını ve rejimini düzenleme işine başladılar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu halkları, ABD'nin kurduğu mafya diktatörlüklerine karşı ayaklandılar. Irak'ın kuzeyinde bile huzursuzluklar başlamıştır; Barzani ve Talabani'nin saltanatları bile artık güvenli değildir.

Sam Amca'nın dünyaya hükmetme iddiaları ile ekonomisi arasındaki uyumsuzluk hızla büyüyor. Üretimden kopan sanal bir ekonomi oluşmuştur. ABD'nin dünyadaki teknoloji önderliği geçmişte kalmıştır. Birleşik devletler ve tek tek eyaletler, boğazlarına kadar iç ve dış borca batmışlardır; iflas gündemdedir. Halk yoksullaşmaktadır.

Dünyaya toplam olarak bakarsak, Atlantik çağının sonuna gelinmiştir ve Asya çağına girilmiştir. Batı batarken, Çin ve Hindistan'ın güneşleri yükselmektedir. Neoliberalizm iflas etmiştir; dışardan yönetilmeyen halkçı-devletçi ekonomiler büyük başarılar kazanmaktadır. Bu koşullarda, Washington, olaylara hükmetme kudretini yitirmiştir; mevzilerini mümkün olduğu kadar koruma dönemine girmiştir. ABD üç beş yıl içinde stratejik bir karar vermek zorundadır. Şu anda gerileme olayını sineye çekme ve kabuğa çekilme eğilimi güçleniyor. Bu eğilim ağır basmaz ve ABD geniş ve yaygın savaşları tetiklerse, en büyük bedeli kendisi ödeyecektir. Türkiye, her durumda bağımsızlığı için tarihsel bir fırsat yakalamıştır.

6.3. İç cephede mafya ekonomisiyle birlikte gericilik ve bölücülük gelişiyor
Türkiye'nin içerdeki kuvvet dengeleri açısından, dıştaki kadar iyimser bir tahlil yapamıyoruz. 2002 sonlarından bu yana, Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül yönetimindeki zümre, sıcak para komisyonculuğu, faizcilik, hortumculuk, arazi rantları, devlet ihaleleri ve olanakları yoluyla büyük servetlere sahip olmuştur. Rakiplerini çok gerilerde bırakmış, Türkiye'nin en zengin mafyasını oluşturmuştur. [63]

AKP iktidarı, toplumda devlet olanaklarını seferber ederek ve tarikatlar aracılığıyla geniş bir ağ oluşturmuştur. ABD planı gereği, yerel yönetimler AKP ile PKK arasında parsellenmiş ve Türkiye'nin bölünmesi süreci yerel zemine oturtulmuştur. Güneydoğu bölgemizde özerk hükümetçikler inşa etmişler ve bölünmenin halk içindeki ayağını oluşturmuşlardır. AKP, Gladyo operasyonları yürüterek, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin halk içindeki saygınlığını yıpratmış, İşçi Partisi yöneticilerini hapislere atmış ve CHP'yi kendi amacına göre düzenleme girişiminde bulunmuştur.

Gidiş, Türkiye ekonomisi açısından da, teslimiyeti güçlendiren yöndedir. Türkiye'nin 2011 yılı başında iç ve dış borç toplamı, bu satırların yazıldığı tarihte 600 milyar Doları bulmuştu. Mafya ekonomisi, "sıcak para" adı verilen serumla yaşamaktadır. Türkiye ekonomisinin üretme yeteneği hızla zayıflatılmaktadır. KİT'ler tasfiye edilmiş, kamu hizmeti çökmüştür. Bu ekonomik tablo, Türkiye'nin dış ve iç tehditlere direnme yeteneğinin hızla tahrip edildiği anlamına gelmektedir. Bütün bu olumsuz etkenlere karşılık, emekçi sınıfların ve millî güçlerin mafya-tarikat diktası yönündeki gidişe karşı mücadele eğilimi de yükselmektedir.

6.4. Düşman Özel Ordusunu kuruyor
Mafya-tarikat iktidarı, ABD desteği ve Fethullahçı Gladyo marifetiyle Türk Ordusuna karşı işgal dönemleriyle karşılaştırılabilecek kapsamda operasyonlar tezgâhlayabilmektedir. Türk Ordusu, bugüne kadar hiçbir savaşta 200 kadar komutanını kaybetmemiştir. Hiçbir savaşta düşman, 30 generalimizi ve toplam 163 subayımızı bir günde esir almamıştır. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşı'nın sekiz yıllık komutan zayiatı, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes ve Balyoz tutuklamalarının yanında hiç düzeyindedir.

En önemlisi, ABD, Polis içinde Fethullahçı örgütlenmeyi yayarak ve profesyonel ordu girişimleriyle kendi özel ordusunu kurmaktadır. Ordunun özelleştirilmesine, genel askerlik sisteminin altının oyulmasına, yeni özel ordular oluşturulmasına yönelik girişimler, artık bir hesaplaşma aşamasına girdiğimizi göstermektedir. Özel Ordu girişimi, yalnız Türk Silahlı Kuvvetleri için değil, Cumhuriyet için ve millet için kırmızı çizginin geçilmesidir. ABD ve AKP'nin Özel Ordu kurması, Türk Ordusu'nun karşısına ikinci bir ordu dikmesi anlamına gelir. Karşıdevrimin düzenli ordusu kurulmaktadır. Paralı asker, Mehmetçiğin karşısına mevzilendiriliyor.

Genel askerlik, demokratik devrimlerin en temel kurumlarındandır. Bu açıdan yabancı güdümlü hortumcu ve tefecilerin diktatörlüğünü kuran mafya-tarikat iktidarı, genel askerliği tasfiye etmek zorundadır. Yalnız kendi diktalarını pekiştirmek için değil, ABD hegemonyası da bunu gerekli kıldığı için. Türkiye'yi bölme operasyonu, içerde Türk Ordusu'nun karşısına yeni bir Özel Ordu dikerek yürütülüyor. Bu Özel Ordu, içerde tarikat güçleriyle ve bölücülükle, dışarıda ise Irak'ta bulunan ABD ordusuyla işbirliği yaparak Türk Ordusunu tasfiye işlemini tamamlamak için kurulmaktadır.

Bir ülkede iki ordu olmaz. Biri diğerini eninde sonunda tasfiye eder. Bu açıdan Özel Ordu kurmak, aslında bir iç savaş girişimidir ve dış düşmanın attığı en ileri adımdır.

6.5. İç cephede başarı kazanarak dış cepheye kuvvet yığmak
Toplam olarak baktığımız zaman, içerde kuvvet ilişkileri, AKP iktidarı altında olumsuz yönde değişmektedir. Bu durumda, iç cephede başarı kazanarak dış cephede etkin ve caydırıcı bir güce kavuşma olanağı açısından zaman dardır.

Halkın gücüyle bir millî hükümet kurmak, milletin birliğini ve vatanın bütünlüğünü sağlamak, millet-ordu birliğini pekiştirmek, millî direnme ekonomisini hızla inşa etmek ve Türkiyemizi yeniden Kemalist Devrim rotasına sokmak, acil görevdir.

7. Stratejik çözüm: Devrimi göze almak
7.1. Yıkımı koruyarak yıkımdan kurtulamayız
Türkiye'nin sorunları, artık ancak ve ancak devrimle çözülebilir. ABD, Kemalist Devrim'i yıkma ve Türkiye'yi bölme operasyonuyla Türkiye'ye devrimi dayatmaktadır.

1980'li veya 1990'lı yıllarda, hatta 2002 yılında bir millî devrimci hükümet kurulabilseydi, bugün durum ve görevler farklı olabilirdi. Ancak en büyük yanlış, tarihsel sorunları varsayımlarla tartışmaktır. Süreç, Türk milletini ve öncülerini, bugün ancak devrimle çözebilecekleri bir tabloyla karşı karşıya bırakmıştır. Devrimden kastımız, milletin somut maddî ifadesi olan halkın hükümetinin kurulmasıdır. Millî hükümetin programı, Kemalist Devrimi tamamlamaktır.

Yıkıma, yıkımı muhafaza ederek direnme olanağı yoktur. Bölünmeye, bölünme unsurları olan etnikçiliği, tarikatçılığı koruyarak direnme şansı yoktur. Ekonomik çöküşe, mafyanın sıcak para ekonomisiyle, borsa oyunlarıyla, tefecilikle, kilit sektörleri yabancı sermayeye teslim ederek direnmenin lafı bile edilemez. Mehmetçik kavramı dâhil bütün millî kültür değerlerimizi yok eden bu çürümeye, çürükleri koruyarak direnme olasılığı yoktur.

7.2 Bütün devrimler halk-ordu beraberliğiyle yapıldı
Dünya tarihindeki bütün devrimler, halk ile ordunun işbirliğinin eseridir. Bunun tek bir istisnası bile yoktur ve olamaz. İsterseniz hatırlayalım: 1640'ta Cromwell'in önderliğindeki İngiliz Devrimi, 1776'da Washington'un önderlik ettiği Amerikan devrimi, 1917 Sovyet Devrimi, 1876, 1908 ve 1920 Türk Devrimi, 1949 Çin Devrimi, Cezayir, Kore, Vietnam, Kamboçya, Laos, Küba ve Arap devrimleri, Angola, Mozambik ve Gine Bissau, Zimbabve ve Güney Afrika devrimleri ve diğer devrimler, hepsinde halk ile ordu birleşerek devrim yapmıştır. Bugün de Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da Amerikancı diktalara karşı halk ayaklanmaları ile ordu arasındaki beraberliği görüyoruz. Bu gerçek, devrimin tunç yasasıdır.

7.3 Devrim kapıyı çaldı mı "evde yokuz" diyen olmamıştır
O nedenle Komutanların, "Bizi siyasete karıştırmayın" türünden açıklamaları, "Bizi devrime karıştırmayın" anlamına gelmez. O anlamda kullanan varsa, 1876, 1908 ve 1920 Devrimlerini iyi incelemelidir. Devrime karışmayanlar, Ordunun da tepesinde kalamamış ve tarihin kenarına atılmışlardır. Devrim geldi mi, yalnız halkın öncülerinin ve halk kitlelerinin kapısını çalmaz; ordunun da kapısını çalar. O durumda hiç kimse "Evde yokuz" diyememiştir. Diyenleri de dinleyen olmamıştır. En büyük örnek, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarıdır.

7.4. Mustafa Kemal tecrübesi
Komutanlar, on yıldan beri Türkiye'nin Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ağırlıkta tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya olduğunu saptıyorlar. Varlık yokluk sorunları en başta hükümet düzleminde çözülür. 30 Ağustos 1922 zaferinin aslında 23 Nisan 1920 günü kazanıldığını, TSK'nin strateji kurumları yeniden incelemelidir. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya çıktıktan sonra öncelikle bir devrim hükümeti kurulması gerektiğini, kurtuluş stratejisinin birinci maddesine yazdı. 18-22 Haziran 1919'da Amasya'da yapılan gizli Birinci Komutanlar Toplantısı'nın ve daha sonra Sivas Kongresi'nden sonra 16-28 Kasım 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilen İkinci Komutanlar Toplantısı'nın birinci konusu, Anadolu'da Millî Hükümetin kurulmasıdır. Ali Fuat Paşa, uzun yıllar sonra bu tartışmalara gönderme yapar ve Kurtuluş Savaşı'nın başında iki strateji önerisi olduğunu belirtir. Mustafa Kemal Paşa, önce orduyu da yönetecek bir ihtilal hükümetinin kurulmasını zaferin şartı olarak belirler. Çünkü milletin bütün imkân ve kabiliyetini millî hükümet örgütleyecek ve seferber edecektir. İstanbul hükümeti ise karşı cephededir. Ali Fuat Paşa, o zaman Mustafa Kemal Paşa'yı anlamadıklarını yazmıştır. Çünkü diğer paşalar, önceliği ordunun örgütlenmesine vermişlerdir. Oysa ordunun örgütlenmesi de, milletin seferber edilmesine bağlıdır ve bir hükümet işidir. [64]

Bugün de durum aynıdır. Damat Ferit Paşalarla İstiklâl Savaşı yapılamayacağı ne kadar büyük hakikat ise, bugün de Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül yönetiminde millî devletini ve vatanını kurtarılamayacağı o kadar büyük gerçektir.

Türkiye'nin ve Türk Ordusunun varlık yokluk sorunu, artık bir hükümet sorunudur. Bu anlamda siyaset, isterseniz millî siyaset diyelim buna, Türk milletinin olduğu kadar Türk Ordusunun da zorunlu gündemidir.

7.5. Artık devrim ürküntüsüyle vatan savunulamaz
Açıkça saptamak ve belirtmek gerekiyor: Türk Ordusu ABD tehdidini gözünde büyütmektedir; yanlış hesaplar yapmaktadır. Türkiye'nin bir millî hükümet kurduğu zaman, ABD'nin askerî tehdidinden çok, ekonomik sorunların üstesinden gelinemeyeceği korkusu içindedir. Türkiye ekonomisinin aynı eroine bağımlılık durumunda olduğu gibi, sıcak paraya bağlanmış olduğu bir gerçektir. Ancak bu bağımlılık, Türkiye ekonomisinin bağımlılığı değildir; sanayici ve tüccarın da bağımlılığı değildir. Eroinsiz yapamayanlar, sıcak para komisyoncuları, büyük faizciler, borsacılar ve hortumculardır. Türkiye'nin tepesine oturanlar onlardır. Türkiye halkı, onları devirmeden ekonomisini kurtaramaz. Bu, elbette bir devrim meselesidir ve Türk Ordusunun komutanları, aslında ABD'den korkmaktan çok, devrimin getireceği koşullardan korkmaktadırlar. Oysa millî devlet de, üniter devlet de, ancak bir devrimle yeniden kurulabilir veya komutanların diliyle söyleyelim "muhafaza ve müdafaa edilebilir."

Millî hükümetin uygulayacağı Millî Direnme Ekonomisinin temel mantığı, Türkiye'nin varolan kaynaklarını hortumcu, faizci ve borsacıdan kurtarıp, Türk milletinin yaşam sorunlarına tahsis etmektir. Bu temel mantığı kabul ettiğimiz zaman, dışa akan kaynakları millete çevirir, paranın giriş çıkışını kontrol alarak faiz gelirlerini kamu kaynağı haline getirir, hortumcunun, borsa vurguncusunun ve arazi rantçısının yağmalarını millî direnmenin kaynağı yaparız. Milletçe topyekûn direniş ancak ve ancak böyle olur, lafla olmaz. Hortumcuları tepesinde tutarak direnebilmiş bir millet dünya ve Türkiye tarihinde yoktur. Milletin en temel yaşam sorunlarını karşılamak yanında Türk Ordusunun savaş yeteneğini yükseltmek ve düşmanın bütün yıkıcı faaliyetine her cephede son vermek, milletin kaynaklarını milletin geleceği için kullanmakla olur. Bu nedenle geldiğimiz noktada, Türk Ordusu ya Mustafa Kemal devrimcisi olarak halkıyla bütünleşir; ya da tasfiye olur; yerini Fethullah Hoca'nın özel ordusuna bırakır. Bu nedenle devrimi göze almak, devrimcileşmek, Mustafa Kemal'deki devrimci köklerine sarılmak; Türk Ordusu için zorunludur ve kaçınılmazdır. Tutuklanan 163 general ve subayın eşleri, 12 Şubat 2011 günü Beşiktaş'ta yolu keserek devrimci gösteri yapıyordu. Türk Ordusunun devrimcileşmesi, eşlerden başladı.

8. TSK Devrimle Kuruldu
8.1. Türk Subayı ve Mehmetçik: Demokratik devrimin askeri
Bugünkü Türk Ordusu bir devrim sürecinde kurulmuştur. Gerçi Ordu'nun kuruluş tarihi, ünlü Hun Kağanı Mete (Maotun)'ye, MÖ 3. yüzyıla kadar uzatılıyor, hatta Türklerin devlet ve ordu geleneği konusunda çok daha eski çağlara giden tarih teorileri de vardır. Flora, Koppers, Menghin, Schmidt gibi Alman halkbilimcilerinin ve tarihçilerin MÖ 3 binlerden gelen atlı çoban kültürüyle açıkladıkları bilimsel tezlerini bir gün tartışırız bu sayfalarda. [65]

Bu köklü geleneğin Türk Ordusu için büyük bir miras olduğu gerçektir. Ama bugünkü Ordunun kurum olarak, Osmanlı Yeniçeri, Sipahi vb teşkilatlarının devamı olmadığı da açıktır. Yeniçeri'nin anası, babası, kardeşi, hısımı, aşireti, köyü yoktu. Mehmetçik, anasının kınalı kuzusudur.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bir demokratik devrim ordusudur; 19. yüzyıldaki çağdaşlaşma sürecinde yeniden kurulmuştur. Türk Ordusu'na hayat veren Mehmetçik de, devrimci subay da, arkada kalan iki yüzyılın ürünüdür.

1908'de Balkanlar da dağa çıkan veya Anadolu'daki halk hareketlerinin başına geçen, Trablusgarp'ta gerilla savaşı (Harbi Sagir) yapan, Çanakkale'den Yemen cephelerine kadar vatan savunmasında görev alan çağdaş Türk Subayı, Mehmetçik gibi demokratik devrim döneminde oluştu.

8.2. Taarruz yapma cesaretini devrimci subay getirdi
Çağdaş Türk Subayı, devrimci subaydır.

Osmanlı'nın o yıkım dönemine şöyle bir bakınız; sürekli yenilgiler ve bozgunlar vardır. Osmanlı ordusu taarruz yapmayı bile unutmuştu.

1908 Devrimi, millî ordunun kuruluşunda tarihsel bir ataktır. 31 Mart 1909 gerici kalkışması üzerine, Balkanlar'dan Yeşilköy'e gelen Hareket Ordusu'nun Komutanı Mahmut Şevket Paşa, oradan Abdülhamit'e,

"-Köhne Bizans'ın Yıldız Burcu'nda ikamet eden baykuş,
-İnsan kanı emmekten, öksüz yetimlere gözyaşı döktürmekten zevk alan haris,
-600 senelik muhteşem, muzaffer bir milletin tarihini, ecdadının namusunu lekeleyen o insan kıyafetindeki canavar!"

diye meydan okuyordu. Bu konuşma, 1908 Hürriyet Devriminin orduda yarattığı ideolojik devrimcileşmenin en güzel ve en coşkulu ifadesidir. O Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanı, bilindiği gibi, Kolağası Mustafa Kemal Beydir. Artık Osmanlı ordusu bir devrim ordusudur. İdeolojik devrimcileşmeyi kurumların yenilenmesi ve gençleşme izlemiştir. 1909 yılında çıkarılan "Tasfiye-i Rüteb Kanunu"yla okuma yazma bilmeyen, iltimasla yükselmiş, eski dönemden kalma, savaş yeteneği bulunmayan 10.189 paşa ve zabit tasfiye edilmiştir. [66]

Türk Ordusu, 1908 Hürriyet Devrimi'nin önderleri olan devrimci genç subaylarla yeniden taarruz yapmaya cesaret edebilmiştir. Edirne'nin geri alınması, Çanakkale'deki 19 Mayıs 1915 taarruzu, 26 Ağustos 1922'nin Büyük Taarruzu, hep o devrimci subayın atılganlığıdır. Ve en önemlisi, devrimci subayın halkına, Mehmetçiğine duyduğu güvenin eseridir. Bu özgüvenin kaynağı, Meşrutiyetlerde başlayan halk devrimciliğidir.

8.3. Devrimci Türk subayının dünya tarihine katkısı
1908 Devrimi olmasa, Çanakkale direnişi olmazdı. Çanakkale direnişi olmasa, ne Kemalist Devrim olurdu, ne de Sovyet Devrimi!

Bizim Kurtuluş Savaşımız, 1914 yılında başlar, 1922 Ekim ayına kadar sekiz yıl devam eder. 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesinden Hatay'da düşmana yeniden kurşun sıkıldığı 19 Aralık 1918 gününe kadar 49 günlük bir mola dönemi vardır. [67] En büyük savaşlarda bile daha uzun süren ateşkesler vardır. Birinci Dünya Savaşı'nda Türk Ordusunun olağanüstü bir direnç gösterdiği ve başarıyla savaştığı dünya âlemce kabul edilir.

8.4. Mustafa Kemal Paşa'nın "Halk Ordusu"
Son zamanlarda Genelkurmay başkanları, "Türkiye Cumhuriyeti devrimle kuruldu" vurgusu yapıyorlar. Bu saptama, her şeyden değerlidir.

Ancak o kadar önemli bir saptama da şudur: Türk Silahlı Kuvvetleri de, devrimle yeniden kuruldu. Mustafa Kemal Paşa, 1921 sonu ve 1922 yılı başında Ukrayna'lı Sovyet Generali Frunze'ye devrimle bir halk ordusu kurduklarını anlatır: "Yeni orduyu, tamamen yeni prensipler ve temeller üzerinde kurduk. Bu ordu, eski ordunun halkın davasına, vatan müdafaasına sadık kalmış kısımlarından ve emekçi köylü kitleleri arasından toplanan kişilerden oluşturulmuştur. Biz bu orduyu kurarken, yalnızca bir tek amaç güttük. Bu da, bu ordunun sultan ordusu değil, halk ordusu olması, tek tek kişilerin değil, bütün halkın menfaatlarını savunmasıdır." [68]

Türk subayını Türk subayı yapan en önemli mânevî özellik, devrimci köklerinden beslenmesidir. Bu açıdan Mustafa Kemal'in subayı için şaşmaz mevzilenme, yaşanan süreçte ve tarih içinde devrimin safında olmaktır. Büyük Nutuk ve Bursa Nutku'nun ve Mustafa Kemal Paşa'nın 31 Temmuz 1921 Afyon'da Zabitlere Hitabı ve Türk Ordusuna 29 Ekim 1938 tarihli Son Mesajının özeti budur.

9. Tarih içinde doğru mevzilenmek
Tarihin içindeki mevzilenme, aslında savaşta mevzilenmedir.

9.1. İttihat Terakki karşıtlığının anlamı
NATO döneminde, Türk Ordusunun komutanları, dünya ölçeğinde Atlantik emperyalistleriyle birlikte cephe tutarken, tarih içindeki mevzilenmedeki karışıklıklar da boy vermiştir. Örnekleri son yıllardan vereceğiz. En vahimi, zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün millî egemenlik ve millî güvenlik kavramının modasının geçtiğini ilan etmesiydi. 2005 yılı Nisan ayında yapılan bu açıklamayı yukarda inceledik. [69]

Hilmi Özkök'ün açtığı çığırdan sonra Türk Ordusunda artık İttihat Terakki karşıtı "Atatürkçülere" bile rastlanmaktadır. 2006-2008 yıllarının Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt'ın İttihat ve Terakki devrimcilerini hedef alması, bu eğilimin en tepelere tırmandığını göstermiştir. Bu tutum, bir tek emperyalistlerin ve Abdülhamit kalıntılarının alkışını almıştır.

Türk ordusuna komuta edenler, o ordunun devrimci-kurucularına yönelen saldırıları göğüslemekten çekinir hale gelmişlerdir. Bunun birinci nedeni küreselleşme ve gericilik döneminin ideolojik yıkımıdır. İkinci neden ise, Birinci Dünya Savaşı'na girmemizi doğru tahlil edemeyen anlayışlardır. Birinci Dünya Savaşı, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın Türkiye'yi paylaşma savaşıdır. Savaşın konusu Türkiye'nin paylaşılmasıdır. Bu nedenle Türkiye'nin savaş dışı kalması olasılığı sıfırdı. Bu nedenle Atatürk, Birinci Dünya Savaşı'na Almanların yanında girmenin zorunlu olduğunu dört ayrı yerde saptamıştır. Yanlış olan, savaşa girmenin zamanlamasıdır ve "Büyük Müttefik" Almanya'nın bazı dayatmalarına boyun eğilerek bazı maceraya dönük harekâtlara girişilmesidir. Bu konuyu merâk edenlerin, yaptığımız etraflı çalışmayı okumalarını öneririz. [70]

9.2. Karabekir "açılımı"
Komutanların Ordunun devrimci tarihi konusundaki yalpalamaları, İttihat Terakki konusuyla sınırlı kalmadı; Cumhuriyet Devrimciliği konusunda da belirsizlikler görüldü. Genelkurmay'ın önüne Kazım Karabekir Paşa'nın heykeli dikilmişti. Devamı geldi. Cumhuriyetin yıkıma uğradığı en kritik süreçte, Org. İlker Başbuğ, Karabekir'in büyük posteri önünde tarihe pozlar verdi.

Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanı Kâzım Paşa, kuşkusuz İstiklâl Savaşımıza katkıda bulunmuş bir komutandır. Elbette saygıyla anılacaktır. Ancak bunun bir ölçüsü vardır. Komutanlar, herkese Büyük Nutuk'u okuma öğüdü veriyorlar, ama kendileri incelemiyorlar mı? Atatürk, 1927 yılında CHP 2. Genel Kongresi kürsüsünden, gelecek kuşaklara Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimci hesaplaşma tecrübesini özetlemiştir. Ve o özette, Kâzım Paşa (Karabekir), Rauf Beyle birlikte Cumhuriyet'in devrimci atılımlarına karşı koyan güçlerin lideri konumundadır. Yoksa Atatürk, "kişisel ihtirasları ve diktatörlük hevesleri" nedeniyle mi yaptı o bilançoyu? Emperyalistler ve gericiler öyle söylüyor! Karabekir, Cumhuriyet'in inşası sürecinde taraftı; Atatürk'ün karşısındaki taraftı. Türk Ordusu, Cumhuriyet Devrimi'ne karşı duranların heykelini dikerek Cumhuriyeti nasıl koruyacak?

9.3. "Muhsin Reis" açılımı
Org İlker Başbuğ, Cumhuriyet yıkıcılarının taarruzuna Karabekir Paşa'nın posterine sığınarak cevap verdikten sonra, Türkiye'de Fethullah Hoca'ya bağlılığıyla övünen Muhsin Yazıcıoğlu'nun cenaze merasimine de katıldı. Atatürk Devrimiyle kapatılan türbelerde yapılan o merasim, bir Gladyo merasimiydi ve karşıdevrim buluşmasıydı.

Komutanlar, tarih içinde Atatürk mevzisini terk ederken, aslında güncel mevzilenmede kendilerine yeni yerler arıyorlardı.

Türk subayı, Nahit Sırrı Örik'in Abdülhamit Düşerken, Mithat Cemal Kuntay'ın, Üç İstanbul ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, Sodom ve Gomore ile Yaban gibi romanları yeniden incelemelidir. Oralarda yozlaşmalar ve ihanetler yanında, devrimci Türk subayının karakter örnekleri de vardır.

9.4."Türk Tarihinin hakkından nasıl gelinir?"
AB Türkiye temsilcisi Karen Fogg, şeflerine yazdığı e-postada onlarla şu soruyu tartışıyordu: "Türkiye tarihinin hakkından nasıl geleceğiz?" [71]

"Türk tarihinin hakkından gelmek", milli devleti ve milli orduyu tasfiye etmenin kültürel-ideolojik boyutudur. Savaşlar aynı zamanda tarihsel mevzilerde verilir. Ergenekon operasyonuyla yapılan budur! Türk Ordusuna karşı "Asimetrik psikolojik harekât", Türk Ordusuna karşı bir çamur savaşıdır. Bazı komutanlar, çamur savaşına teslim olmuşlardır.

1950'lerden beri ABD askeri raporlarını okuyunuz! Oralarda "Türk Ordusu'ndaki Kemalist anlayış yok edilmeli" diye yazar. [72]

Son 60 yılda Atatürk Devrimi'ne vurulan her darbe, Türk Ordusu'nun cephesinden bakarsak, Mustafa Kemal'in devrimci subayına indirilen darbedir.

10. Devrimci Türk subayı
Türk Ordusunun tarihi, herhangi bir tarih değildir. Yalnız savaş tarihi de değildir. Yakın tarihimizi hatırlarsak, Türk Ordusunun tarihi, bir devrim tarihidir. O tarihten kopulduğu zaman, hangi manzaralarla karşılaşıyoruz? Bunları son yıllarda bu millet acılar çekerek gördü. Yabancı bir devletin operasyonuyla yüzlerce Türk subayı, işgal dönemlerini hatırlatan görüntülerle tutuklandı; hapislere atıldı. Olabilir, adı konmamış bir savaş verilmektedir. TSK'nin bu savaşta kurum olarak milletini gururlandıran bir sınav vermesi beklenirdi. Kimi subaylarımız ve emekli subaylarımız, savaştaki Türk subayı örneğini unuttuklarını gösteren davranışlarda bulundular. Başına çuval geçirilen subay ve astsubaylara teslim olmayı emreden anlayış, 2010 yılı Ağustos başında 100'ün üzerinde görevli subay ve emekli subay hakkında yakalama kararı çıktığı zaman, yine kumanda katındaydı. Yakalama kararı çıkan subayları Orduevlerinde sipere yatıran uygulama, bir kez daha göstermiştir ki, stratejik planda hatalar yaptıktan sonra, durumu taktik planda kurtaramıyorsun. Nitekim 11 Şubat 2011 günü Balyoz davasında 163 görevli ve emekli subay tutuklandığı zaman, herkes anlamış olmalıdır ki, Orduevlerine sığınmak gibi çareler saygınlık kaybından başka sonuç getirmiyor. ABD tertibini "Hukuk devleti" ve "Yargı çözer" örtüsüyle gizleyenler, o çok güvendikleri özel mahkemelerin kararları karşısında boyunlarını eğmekten başka bir şey yapamamışlardır. Çünkü düşman saldırısını ve boyutlarını başından beri görmek istemiyorlar.

Daha acısı, tutuklanan bazı subayların yüzlerini saklamalarıdır. Ne yazık ki, Org. Başbuğ döneminde, mahkemelerin mutfak kapılarından girilmiş, tutukluları suçluymuş gibi halktan saklayan "Etten Duvar Örgütleri" kurulmuş, perdeleme mangaları örgütlenmiştir.

Bu utanç manzaralarının tek bir nedeni vardır: Türk ordusundaki ideolojik bunalım!

27 Mayıs Devrimi önderlerinden, İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı E. Kur. Alb. Suphi Karaman ağabey, "Ben Harp Okulu'nda Mustafa Kemal'i kıskanırdım" derdi. Devrimci subay karakteri işte budur.

Ne var ki, artık Türk subayı devrimci olarak yetiştirilmemektedir. Atatürkçülük, NATO sistemi içinde, adım adım düzenin muhafızlığına dönüştürülmüştür. Türk subayı sisteme itaat ruhuyla eğitilmektedir. Bu sistemin Atatürk'ün kurduğu devrimci Cumhuriyetle ilgisi olmadığını kuşkusuz her yurtsever saptamaktadır. Ancak pratiğe gelince, sanki iktidarda "gaflet, dalâlet ve hatta ihanet sahipleri" değil de, Atatürk bulunuyormuş gibi bir tutum içine girilmektedir. Devletten gelen her uygulamaya, isterse Cumhuriyeti yıksın, "Uluül emre itaat" anlayışıyla bakılmıştır. Atatürk'ün Büyük Nutku'ndaki uyarıları, eylemde Türk subayının ideolojik cephaneliğinden atılmıştır. Türk subayı, mafya ve tarikatların ele geçirdiği devlet karşısında çaresiz duruma düşürülmüştür. 1876, 1908 ve 1920 devrimleri içinde oluşan çağdaş Türk subayının emperyalizme ve gericiliğe isyan ruhu büyük ölçüde söndürülmüştür; subayımızın gözüpek, başıdik, fedakâr kişiliği ve halka bağlılığı yıpratılmıştır.

Artık hatırlanması gerekir: Devrimci Türk subayı, emperyalist ve gerici iktidar sahiplerinin kapıkulu değildir. O, Abdülhamit'in karanlık zindanlarında ve sürgünlerinde, işgalcilerin Bekirağa koğuşlarında ve Malta sürgünlerinde başını dik tutmuştur. Subay için, istiklâl ve hürriyet uğruna düşülen hapishane, bir görev yeridir; savaşın iç cephesidir. Mustafa Kemal'in sınıf arkadaşı Ali Fuat Paşa (Cebesoy), "Harp Okulu'nda ranzalarda sabahlara kadar ihtilâli konuşurduk" diye anlatır. Mustafa Kemal'in bu ihtilâl özlemiyle gözlerine uyku girmediğini hikâye eder. [73] Mustafa Kemal, Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde hapislerde yatmıştır. Hapishane ve sürgün tecrübesini gururla dile getirir. [74] İlk görev yeri olarak Şam'a sürgüne gönderilmiştir. İstiklâl Savaşı için Anadolu'ya geçmeden önce Bekirağa bölüğünde tutuklu silah arkadaşlarını ziyaret etmiş, onların şerefli bir görev yaptıklarını belirtmiştir. Kendisi de İngilizlerin kara listesindedir; Anadolu'ya geçerek tutuklanmaktan birkaç gün farkla kurtulmuştur. İstiklâl Savaşını boynunda Nemrut Mustafa Divanı'nın idam fermanlarıyla yürütmüştür.

Türk subayı, padişahlara ve işbirlikçi hükümetlere isyan ruhuyla yetiştiği için, İstiklâl Savaşı'nı verebilmiştir. İçlerinden çıkan çürükler, İngiliz ve Fransız işgalcilerinin ve Damat Ferit Paşaların emrinde, Kuvayı İnzibatiye görevi yapmışlardır.

Bugün de İstiklâl Savaşı koşullarından söz ediliyor. Bugün ülkemizin ABD'nin Sözleşmeli Personeli tarafından esarete sürüklendiğini herkes görüyor ve birbirine söylüyor. O zaman Türk subayı, İstiklâl Savaşı'nın subayı gibi olacaktır. Mustafa Kemal'i örnek alan devrimci Türk subayı, vatan ve hürriyet için sorgulara çekilmekten, hapislere atılmaktan utanmayacaktır. Fikret Otyam ağabeyimizin deyişiyle, "Silivri 5. Ordu Komutanlığı"ndaki görevini de gururla karşılayacak, savaşın her cephesinde görev yapmaya hazır olacaktır.

Artık cesaretle saptamak gerekir: Türk subayı, yakın tarihimizde sık sık komutan ihanetiyle karşılaşmıştır. Türkiye'nin Amerikancı darbeler tarihi, aynı zamanda orduya darbeler tarihidir. 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 müdahaleleri ve en son Ergenekon operasyonu hep devrimci subayı biçmiştir ve biçiyor. 12 Mart'ta bin beş yüz, 12 Eylül'de iki bin Atatürkçü subay ve Harp Okulu öğrencisi tasfiye edilmiştir. Dünyada binlerce subayını NATO operasyonlarına kurban vermiş bir başka ordu var mıdır?

Felsefi açıdan bakarsanız özel mülkiyetçi, özel çıkarcı, bireyci, piyasacı Batı kapitalizmi; Türk subayının kamucu halkçı felsefesini, vatan ve millet için fedai ruhunu, topluma adanmışlığını, atılganlığını, halka bağlılığını, yaratıcı zekâsını, çağdaş yaşam sevgisini yıkıma uğratmaktadır. Türk ordusunda devrimci değerlerin yerine yavaş yavaş, arsa borsa araba gibi özel çıkar kavramları konmaktadır.

Arsa için ölünmez, vatan için ölünür. Borsa için can verilmez, millet için verilir.

Arsacıların, borsacıların vatanı yoktur!

Hedef stratejik ve kapsamlıdır: ABD emperyalizmi, Devrimci Subayı ve Devrimci Astsubayı yok etmek istiyor!

Mustafa Kemal'in Devrimci Subayı Türk Ordusu'nun ruhudur. Devrimci Subayı ve Devrimci Astsubayı yok edin, Mehmetçik komutansız kalır. O zaman Mehmetçik de kalmaz!

Mehmetçiğe, "Sana ölmeyi emrediyorum" diyen, devrimci subaydır.

Mehmetçiği 9-10 günde Afyon ovalarından İzmir Körfezi'ne kadar savaşa savaşa koşturan, yine o devrimci subaydır! Türk Ordusu'nun Subayı, ya devrimcidir; ya da subay değildir.

Türk Ordusu'nda Atatürk Devrimciliğini tahrip etmeye kalkışanlar, Ordu'nun savaş yeteneğini tahrip ediyorlar. Türk Ordusu, Atatürksüz kalırsa, savaşamaz.

"Bu ordu savaşamaz" diyen Bülent Arınç'ların, Fethullah Hoca'ların, Tayyip Erdoğan'ların, Abdullah Gül'lerin istedikleri budur. Çünkü onların ordusu, Irak'taki ABD ordusudur!

11. Mehmetçik Devrimi
Mehmetçik de, Türk devriminin bütün kaleleri gibi tehdit altındadır. Önümüzdeki devrim, bir bakıma Mehmetçiği kurtarma ve Mehmetçik olma devrimidir.

Yaşanan kültürel çözülmeye rağmen, hepimiz Mehmetçik olmakla gurur duyarız. Mehmetçik, hayatımızın ve millî kültürümüzün temel taşlarındandır. Bugün Türkiye halkının ve Türk Ordusunun önündeki yol ayrımı şudur: Köşe dönmeci mi olacağız; yoksa Mehmetçik mi kalacağız?

Bu bir felsefe tartışmasıdır. Ama aynı zamanda nasıl yaşayacağız ve ne olacağız sorularının cevabını da içerir. Bireycilik varsa, bireysel çıkar varsa, Mehmetçik tehdit altında demektir. Düşman kahpe, pusuda nişan almış, Mehmetçiği alnından vurmak üzeredir. Çünkü Mehmetçik, biziz. "Biz" yoksa, yalnızca ben varsa, Mehmetçik orada vurulmuştur; şehit de olmamıştır; bilinçlerimizden ve kültür hayatımızdan uçmuş gitmiş demektir.

Kapitalizmin liberal bireyci felsefesi, Mehmetçiğe tahammül edemez. Dünya merkezlerinden bize dayatılan bireysel çıkar, hatta aç gözlülüktür. İşte AKP iktidarında bu dünya görüşünün nerelere tırmandığına tanık oluyoruz. "Dünya ekonomisiyle bütünleşme"nin sonuçlarını yaşayarak gördük. Liberalizm, birbirinin sırtına basarak, birbirini çelmeleyerek, hayvanlaşarak zengin olmanın ideolojisiymiş! Mehmetçiği yok etmenin ideolojisiymiş! Mehmetçiğin karşısına "özel ordu" dikmenin, paralı askerliğin ideolojisiymiş! Anlamayanlarımız kaldı mı?

Mehmetçik, vatan, millet ve hürriyet kavramlarıyla birlikte tarih sahnesine çıkmıştır. Namık Kemaller, arkasından Ömer Seyfettinler, Mehmetçiğin ideolojik babalarıdır. Mehmetçiğin edebiyatımızdaki izdüşümü, Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre oyunundaki İslam Bey'dir.

Mehmetçik, Türkçemizdeki can sözcüğü gibidir; rütbesi yoktur. Belki onbaşıdır, çavuştur, hatta astsubay veya subaydır, olabilir. Ancak Mehmetçik kavramında rütbeler savaştaki gibidir, görünmez. Asker orada eşitlenir. Bu açıdan Mehmetçik, bizim toplumsal hayatımıza ve kültürümüze eşitlik davasıyla birlikte girmiştir.

Millî demokratik devrimimizin doruğu olan Cumhuriyet, Mehmetçiği ideolojik tahtına oturtmuştur; heykelini dikmiştir. Ankara Ulus Meydanı'nda eliyle ufukları gözetleyen Mehmetçiğe iyi bakınız. Yine bir elinde silah, diğer kolunu açmış "Bana güvenin" işareti yapan Mehmetçiğe ve onlarla birlikte bomba taşıyan kadınımıza da iyi bakınız. Orada Mehmetçik, aynı zamanda Zeynepçiktir. Mehmetçik, yalnız askeri eşitlemez; analarımız ve kız kardeşlerimiz dâhil bütün milleti eşitler.

Mehmetçiğin etnik kökeni yoktur; bazen Memo'dur; bazen Temel'dir; bazen Ramiz'dir. O, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının, Türk milletinin" askeridir.

Toplumumuzda, hiçbir kavram, Mehmetçik kadar eşit değildir. O nedenle Mehmetçik ile oynamak, "profesyonel ordu", "özel ordu" gibi icatlar, yalnız Türk Ordusuyla oynamak değildir; eşitlik ve demokrasi adına kazanılmış her varlığımızın temellerini yıkmaktır. Genel askerlik, demokratik devrimlerle gelmiştir ve demokrasilerin en temel kurumlarındandır. Mehmetçik, yurttaşlıkta eşitlenmenin Türkçe adıdır.

Mehmetçik, hayatın kendisinde eşitlenmektir. Koğuşta ranzada yatar ve karavana yer; diğer Mehmetçiklerle acıyı ve sevinci paylaşır. Askerde kantinden çok alışveriş yapanlara sıcak gözle bakılmaz. Böylelerine "özel" denir. Toplum hayatımızda eşitliğin en güçlü olduğu kurum, Mehmetçiktir. Bu açıdan Mehmetçik, insanların sınıfsız ve kardeşçe yaşama özlemleriyle buluşma mihrabıdır.

Mehmetçik, bizden bir şey istemez, hep bize verir. Bu açıdan Mehmetçik millî kültürümüzün en verici, en fedakâr, en vefalı, en sadık kavramıdır. Bize ihanet ettiği hiç görülmemiştir.

Türk Ordusu, ne yazık ki serbest piyasa rüzgârını göğüsleyemedi. Anlamadı Neoliberalizmin Kemalist Devrim'e düşmanlığını. Anlamadı komutanlar, özelleştirme en sonunda Türk ordusunun özelleştirilmesidir. Piyasa açısından bakarsanız, NATO ülkelerinde maliyeti en düşük asker, Türk askeridir. Ama Mehmetçiğin değeri piyasada ölçülemiyor. Mehmetçiğin fiyatını hiçbir ekonomist saptayamıyor. O nedenle, piyasa değerlerine direnen yine Mehmetçiktir.

Türkiye, zor dönemdedir. Caddelerden albayraklara sarılmış tabutlar geçiyor. Millet olarak koşuyor, onları omuzlarımızda taşıyoruz ve ellerimizle toprağa veriyoruz. Omuzlarımızdaki Mehmetçik, bizleri birleştiriyor; kaynaştırıyor. Bu tabloda bir yanda vur patlasın çal oynasın yaşayanlar varsa, onlar Mehmetçik değildir. Onlar bizden değildir. Özel çıkarcılığın, artık geçersiz olduğu, benbenciliğin fermanının yürümeyeceği bir zamanı yaşıyoruz. Bu dönemler aynı zamanda Mehmetçiğin çağıdır. Gözler ona döner. Genelkurmay Başkanlarımız da 30 Ağustos'larda birkaç yıldır Mehmetçiğe vurgu yapıyorlar. En son Org. Işık Koşaner, 27 Ağustos 2008 konuşmasında, Türk subayını "Mehmetçiğin komutanı" diye tanımladı. Belki de Mehmetçik, dünya orduları arasında komutanını da tanımlayan tek askerdir.

Mehmetçik bu kadar önemlidir, güzel, ama bugüne kadar niçin araştırılmadı? Hangi çağda ve nasıl ortaya çıktı, bu soruya Türk Silahlı Kuvvetleri'nin araştırma ve eğitim kurumlarında bugüne kadar bir cevap aranmadı. Neyse ki, yarın yapılsa çok geç olurdu, Ergenekon tutuklularından E. Astsb. Oktay Yıldırım, Mehmetçik araştırmasını yaptı ve kitaplaştırdı. [75]

Türkiye'nin bugün yakıcı ihtiyacı, Mehmetçik Devrimidir.

Hortumcuyu beslerseniz, faizciyi beslerseniz, dolar ve borsa vurguncusunu beslerseniz, Mehmetçiği de vururlar, sınırları da geçerler, Türkiye'yi de bölerler, vatanı da parçalarlar, Atatürk Devrimi'ni de yıkarlar!

Biz bu coğrafyada, hele emperyalistlerin üzerimize çullandığı koşullarda, ancak Mehmetçik felsefesiyle var olabiliriz. Atatürk'ün önderliğinde 1937 yılında Anayasanın 2. maddesine koyduğumuz Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve Devrimcilik programı, aslında Mehmetçik çözümüdür. Bu program, milletimiz için herhangi bir tercih değil, bir yaşam tercihidir. Biz millette eşitlenmeye, yurttaş olmaya mecburuz. Şeyhin müridi, tarikatın mensubu, ağanın marabası olamayız. Bağımsız ve başı dik yaşamak için, "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir toplum" kurmak, Zeynepçikler ve Mehmetçikler toplumunu kurmak zorundayız. Arkada kalan 60-70 yıllık macera sonunda milletçe geldiğimiz nokta budur. Önümüzde bir halk devrimi vardır. Buna Mehmetçik Devrimi dersek, çok yakışır.

Bu satırları yazarken, esir düşen 163 subayımız, koğuşlara yerleştiriliyordu. Artık kahraman Türk subayının son terfi makamı, Silivri'dir; Hasdal'dır. Esirliğin rütbe olduğu tuhaf bir tarih yaşıyoruz. Generallerimiz de Mehmetçik oldular. Eşleri yolları kesip, "Sıra sana gelecek" diye eylemler yapıyorlar. Nöbeti onlar devraldı; örgütlendiler, adını "Vardiya Bizde" koydular. Ergenekon kadınları, Balyoz kadınları, Kafes kadınları, artık İskit Amazonlarıdır.

Mesaj tarihi:
Diğer Yazılar ...

MİLLETİN ORDUDAN YAKICI TALEPLERİ

MİLLETİN ORDUDAN YAKICI TALEPLERİ
1. Ergenekon tertibi bütün kanıtlarıyla ortaya konmalıdır
Genelkurmay başkanları bilmiyor mu, ABD emperyalizmi, Türk Ordusuna karşı operasyon yürütüyor. Daha en başında, 1 Nisan 2001 tarihinde, Aydınlık, bu operasyonun Endonezya modeli örnek alınarak hazırlandığını açıkladı: "İçerden kuşatma harekâtında Endonezya modeli uygulanıyor. ABD geçmişte Endonezya'da 'Özel Kuvvetler'e yaptırdığı operasyonları açıklayarak, Endonezya Ordusu'nu yıpratmış ve Doğu Timor adalarının koparılmasına direncini kırmıştır.

"'Endonezya modeli' Türkiye'de de servise kondu. Nitekim Çetin Altanlar, Sabah gazetesinde maaile yazdıkları yazılarda, ABD gizli servislerine Türk Ordusu komutanlarını 'okka altına' götürecek gizli bilgileri açıklaması için çağrılarda bile bulundular." [76]

Genelkurmay Başkanlığı'nın yapacağı ilk iş, Türk Ordusuna karşı yürütülen tertibi bütün boyutlarıyla ve bütün kanıtlarıyla Türk milletine açıklamaktır. Nitekim Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner, 18 Şubat 2011 Cuma günü Hasdal Askerî Tutukevi'ni ziyaret ettiği zaman, silah arkadaşlarının Genelkurmay'dan en temel talebi, Ordu içindeki tertibi bütün kanıtlarıyla ortaya çıkarması olmuştur.

2. Düşmanın psikolojik harekâtı ve yıkıcı faaliyeti bertaraf edilmelidir
Türkiye'de ve dünyada, Türk Ordusu içinde yabancı devlet ajanlarının yıkıcı faaliyet yürüttüğünü görmeyen kalmış mıdır?

Genelkurmay Başkanlığı da bu faaliyeti kuşkusuz herkesten önce saptamıştır. Bunu basına yansıyan haberlerden de öğreniyoruz. Genelkurmay, İçişleri Bakanlığı'na "ABD ajanlarına dikkat" uyarısı yapıyor. "Gizli" damgalı bir "kripto" yollayarak polislerin "izin almadan AFOSI görevlileriyle temas kurduklarına" dikkat çekiyor. AFOSI dedikleri, Air Force Office of Special Intelligance, Türkçesi: "Hava Kuvvetleri Özel Araştırma Bürosu". Genelkurmay, AFOSI ajanlarının "görev ve yetkilerinin dışına çıktıklarını" belirtiyor ve "polisin bunlarla hiçbir görüşme yapmamasını" istiyor. Tarih, Aralık 2009. O sırada BOP Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan ABD gezisinde. Genelkurmay, aynı uyarıyı sekiz ay önce, Nisan 2009'da, ABD Başkanı Obama Türkiye'ye geldiği zaman da yapmış. "Çok özel eğitimden geçirilmiş" olan bu AFOSI ajanlarının sicili kabarık, 2004 yılında Adana İncirlik üssünde görevli olan iki ajan, hiçbir makamın bilgisi olmadan Giresun, Rize ve Trabzon'da faaliyet yürütüyor. Trabzon'a dikkat! Bu Amerikan ajanlarının, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi merkezlerimizde de faaliyet yürüttüğü Genelkurmay tarafından saptanmış. Fesat ocağı ise, ODC (Office of Defense Cooperation=Savunma İşbirliği Dairesi) yanında, İncirlik 10. Tanker Üs Komutanlığı. [77]

Konumuz, ABD servislerinin Türkiye'deki yıkıcı faaliyeti değil. Bu örneği vermemizin nedeni, bu faaliyetlerin çok önceden bilindiğini saptamak. O nedenle Türk Ordusunun en mahrem merkezlerinin delik deşik olması ve en önemli sırlarının internetlere dökülmesi, Genelkurmay için şaşırtıcı olmasa gerektir. Nitekim Kafes tertibine hedef olan komutanlarımızdan E. Koramiral Feyyaz Öğütçü, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 12 Ocak 2009 günü yapılan duruşmada, ABD'nin "içimizdeki sütü bozuklarla ortak tertipler düzenlediğini" açıklamıştır. Eski Kuzey Deniz Saha Komutanı olan Amiralimiz, SAT Grup Komutanlığı'nda bir grup personelin, dördünün adını tek tek sayarak, "aniden paralanıp ev ve araba aldıklarını" belirtmiştir ve SAT'taki tertibin bunlardan birinin izinsiz olarak ABD'ye gidip gelmesinden sonra başladığına dikkat çekmektedir. Yine, bunlardan Mehmet Solak'ın 25 Mayıs 2009 günü denize mühimmat attığının da kendisine rapor edildiğini dile getirmiştir. Tutuklanan Solak, mermileri denize attığını itiraf etmiştir. Bu tertip ekibinin evlerinde yapılan aramalarda C4 patlayıcıları yanında, CD kayıtları dâhil suçun bütün kanıtları ele geçirilmiştir. Suçlulardan 26 Mayıs 2006 tarihinde ve sık sık izinsiz yurtdışına çıkan Mehmet Emin Koçak da 23 Haziran 2009 tarihinde tutuklanmıştır. [78] En son, Zir vadisine silahları yerleştiren polislerin iki gün önce ABD'li uzmanlar tarafından eğitildiği, kamera kayıtlarıyla kanıtlandı. Müstafi Yrb Mustafa Dönmez, kayıtları 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdi. [79]

Komutanlıklar, kuşkusuz daha birçok olayı da biliyor. Ergenekon tertibini yürüten faaliyetin 18 Şubat 2008'den sonra 35 kişilik CIA-Pentagon heyeti tarafından yürütüldüğünü, Genelkurmay Başkanlığı herhalde Aydınlık dergisinden önce öğrenmiştir. [80]

Özellikle ABD'nin cepheden taarruz taktiğine geçmesinden sonra yoğunlaşan bu yıkıcı faaliyete, Türk Ordusunun karşı koymadığı artık ne yazık ki sıradan yurttaş tarafından derin üzüntüyle saptanmıştır. Genelkurmay Başkanları, Türk Ordusuna karşı "asimetrik psikolojik harekât yürütüldüğünü" söylemişler, ancak karşı koymamışlardır. Hattâ "insan hakları" ve "hukuk devleti" beyanatlarıyla düşmanın psikolojik harekâtının önünü açmışlar, yıkıcı faaliyete izin vermişlerdir; dinlemelere karşı etkin bir önlem almamışlardır. "Islak İmza" tertibinde, zamanın Genelkurmay Başkanı Başbuğ, ıslak imzanın kâğıt parçası olduğunu bile bile, "Yeni delil bulunursa soruşturma açılabilir" diyerek, yeni tertiplere yol göstermiştir.

Irak örneği unutulmamalıdır. ABD, yıllar süren psikolojik harekât, yıkıcı faaliyet ve dinlemelerden sonra Irak'a saldırmıştır. Bir gazete, şu başlığı atıyor: "Irak'ı telekulakla çökerttiler." Rus istihbaratçısı Klepov'a gönderme yaparak verilen bilgi şöyledir: "Saddam, hizmetindeki herkesi dinlemek istediği için Irak'taki sabit ve mobil telefon hatları dinlemeye açıktı. Dolayısıyla Amerikan istihbaratı Irak'taki tüm üst düzey yetkilileri ve ordu komutanlarını yatak odalarında ne yaptıklarına varıncaya kadar dinledi. Yüzlerce general hakkında yolsuzluk ve yüz kızartıcı davranışlarını içeren dosyalar hazırlandı. Kara harekâtı başladığında doğrudan cephe hattında ABD istihbaratı Irak komutanlarına bu dosyalardan telsizle alıntılar okuyunca, komutanlar karşı koymadan teslim oldu." [81]

Irak Ordusu generallerini savaş dışı bırakan bu uygulamalar, Türk Ordusunun general ve subaylarına çok daha etkin biçimde uygulanmaktadır. Gazeteler, sık sık tertipler ve şantajlarla istifa ettirilen ve hatta intihar eden komutan haberleri vermektedir. ABD'nin telekulak sistemi, karşısında bir direnç görmeyince, Türk Ordusunun general terfilerini yönlendiren bir yeteneğe ulaşmıştır. Düşmanın çok büyük mesafe kaydettiğini herkes görmektedir. E. Org. Necati Özgen, bu yıkıcı faaliyetin ve tutuklamaların Orduda büyük moral bozukluğu yarattığını ve Ordunun savaş yeteneğini yıprattığını açık açık söylemektedir. [82]

Görüldüğü gibi, düşman saldırısı, "insan hakları" edebiyatıyla önlenemiyor. Bugüne kadar "psikolojik harekâtı" hukuk devleti laflarıyla etkisiz kılmış bir ordu görülmemiştir. Artık bu teslimiyetçi tutuma son verilmelidir. Düşmanın psikolojik harekâtı etkin uygulamalarla bertaraf edilmelidir. Yabancı devlet ajanlarının ve tarikat örgütlenmelerinin yıkıcı faaliyeti, Ordu içinden temizlenmeli ve suçlular cezalandırılmalıdır. Bu, yalnız Ordunun değil, Türkiye'nin meselesidir.

3. Türk ordusunun eğitim sistemi yeniden düzenlenmelidir
Türk Ordusunun ABD ve NATO talimnameleriyle eğitilmesinin sonuçları yaşanmaktadır. Oysa ABD emperyalist bir ülkedir; dünyanın ağasıdır. Türkiye ise, Mazlumlar Dünyasının kurtuluş savaşlarının başını çeken ülkedir. Türkiye, ABD'den bambaşka bir insan yapısına, tarihe, kültüre ve coğrafyaya sahiptir. Türk subayı Amerikan subayına, Mehmetçik Coniye benzemez ve benzememesi gerekir.

Bugün Harp Akademilerine, Ordunun strateji ve eğitim kurumlarına bakıyoruz, sivil öğretmenler çoğunlukla Batıcı-liberal çevrelerden seçilmektedir. Bunlar Atatürk Devrimi'nin Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Necati, Reşit Galip, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sadri Ethem (Ertem), Firuzan Hüsrev Tökin gibi düşün adamlarına hiç benzemiyorlar. Yaydıkları ideoloji, Batının bireyci, çıkarcı, liberal ideolojisidir. Emperyalizme karşı emperyalizmin ideolojisiyle savaşılamaz. Türk Ordusunun fikir yapısı çürütülmektedir.

Türk subayı, Namık Kemallerden Atatürk'e kadar Türk Devrimi'nin değerleriyle yetiştirilmelidir. Batı emperyalizmiyle uyumlu hale getirilmiş, sistem muhafızlığına dönüştürülmüş, başka deyişle içi boşaltılmış bir "Atatürkçülüğü" kastetmiyoruz. Atatürk'ün devrimci pratiğine bakalım, hiç bugün öğretilen "Atatürkçü Düşünce Sistemi"ne benziyor mu?

Atatürk, Kemalizm'i kendi el yazısıyla tanımlamış ve CHP'nin 1931 ve 1935 Programlarına yerleştirmiştir: "Kemalizm, Türk devriminin yaptığı işlerdir." [83] Türk subayının ve Mehmetçiğin hayatına Atatürk Devrimciliği yön vermelidir. Bilim, hakiki yol gösterici olmalıdır.

4. Silah arkadaşlığı güçlendirilmelidir
2008-2010 dönemi Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Harp Okulu'nda "Harbiyeli tek yumruk" söylemiyle konferanslar verdi. [84] Peki, bir yabancı devlet operasyonuyla demir parmaklıkların arkasına atılanlar "Harbiyeli" değil miydi? Yoksa onlar artık o "tek yumruk" kavramının dışına mı sürülmüşlerdi? Ergenekon, Kafes, Poyrazköy ve Balyoz operasyonları sırasında, Türk Ordusunda silah arkadaşlığının zayıfladığı görülmüştür.

Genelkurmay Başkanı Org. Koşaner, bölünme tehdidine karşı "milletçe topyekûn savaş vermemiz gerektiğini" belirtmektedir. Oysa kurum olarak TSK, subaylar ve emekli subay örgütleri, tutuklanan silah arkadaşlarına sıradan dernekler ve yurttaşlar kadar bile dayanışma göstermemiştir; tam siper konumundadırlar.

Harbiyeli yemini, emekli olduktan sonra da geçerlidir. Emeklilik, Türk subayı için vatan hizmetinden, silah arkadaşlığından, Atatürk Devrimciliğinden emekli olmak gibi yorumlanamaz. 2008 yılından bu yana Cumhuriyetin yıkılmasına, vatanın ve milletin bölünmesine, Türk subayının aşağılanmasına karşı emekli genelkurmay başkanları ve generallerin büyük çoğunluğunun kayıtsız kaldıkları görülmüştür. Komutanlarımız, Ergenekon sürecinde tutuklanan general arkadaşlarını tanımadıklarını dahi söyleyebildiler. Ben de o zaman Mahkemede, Ordumuzun kurum anlayışını koruma gayretiyle şu açıklamada bulundum: "Türkiye'de eskiden herkes generallerle, subaylarla görüşmekten mutluluk duyar, iftihar eder, bunu çevresine anlatırdı haklı olarak. Üzülerek söylüyorum, bırakalım toplumu, komutanlar birbirlerini tanımadıklarını söylüyorlar. Okuyorum açıklamalarını, hiçbir komutan General Veli Küçük'le görüşmemiş. Peki Veli Küçük'ü kim general yapmış?

"Savcılar hazırladıkları İkinci İddianame'ye yazsınlar, bir ifşaatta bulunacağım. Bıyıklarımı kestim, gözüme kara bir gözlük taktım, Yüksek Askeri Şura toplantısına gittim. Ve Veli Küçük'ü ben general yaptım. Madem Türk Ordusu'nun komutanları general yaptıkları bir subayı general yaptık diyemiyor, o zaman birisinin bu sorumluluğu omuzlaması gerekiyor. Doğu Perinçek olarak ben omuzluyorum.

"Hiç görüşmediğim Veli Küçük'ü ben general yaptım. Yazsınlar iddianameye, Doğu Perinçek'in itirafları diye." [85]

Emekli konumundaki İsmail Fazıl Paşa, Sivas Kongresi'ne katılmış ve Kurtuluş Savaşı Ankara'sında görev yapmıştı. Şu anda Kenan Evren ve Hilmi Özkök dışında, genelkurmay başkanlığı yapmış yedi emekli orgeneralimiz yaşıyor (Org. Üruğ, Org. Torumtay, Org. Güreş, Org. Karadayı, Org. Kıvrıkoğlu, Org. Büyükanıt, Org. Başbuğ). Zaman zaman gazetelerde beden eğitimi, koşu ve yürüyüş yaptıkları haberleri çıkıyor. Eşofmanlı resimlerine bakıp sağlıklarına seviniyoruz. Ancak bu koşuları niçin yapıyorlar? Atatürk Devrimi'ni savunma ve silah arkadaşlarıyla dayanışma için herhangi bir eylemde bulunmayacaklarsa, bu kadar idman yapmak tuhaf değil mi? Koşulara Cumhuriyet yıkılırken iyi seyredebilmek için mi devam ediyorlar? En kıdemli komutanımızın önderliğinde kamuoyunun önüne çıkıp söyleyebilecekleri üç cümle dahi yok mudur? Bu önerimi 2007 yılında Eski Genelkurmay Başkanımız Org. Doğan Güreş'e telefonda ifade etmiştim. Telefonlar dinleniyor; bu konuşmamız da kayda geçmiştir. Çarpıtılarak ve bir "darbe" senaryosu tertibi içinde tetikçi basına sızdırılmadan önce işte burada yayımlıyorum. O konuşmada bana hak veren Sayın Komutanımıza, son cümle olarak, "Fenerbahçe Orduevi bir mezarlık mıdır?" diye sormuştum. Daha sonra diğer komutanlarımızı da arayıp, önerimi belirtecektim. Tutuklandım, olmadı. Bugün üzüntülerimiz daha da ağırlaşmıştır.

5. Bağımsızlığın demokrasi ve laiklik için şart olduğu saptanmalıdır
TSK Komutanları, sık sık laikliğin "Atatürk Devrimi'nin temeli" olduğu yönünde açıklamalarda bulunuyorlar. Türk Devrimi'nin temeli, köşe taşı, ekseni, ne derseniz deyiniz, bağımsızlıktır; başka deyişle millî devlettir; milletin egemenliğidir. Bağımsız olmayan bir millet, ne demokratik bir devlet kurabilir, ne de özgür ve çağdaş bir toplum. Bağımsızlık, hem demokrasinin, hem de laikliğin ön şartıdır ve temelidir. TSK, demokrasiyi ve laikliği yeniden Türk Devrimi'ndeki temeline oturtmalıdır. Laiklik, halkın krallara karşı iktidarı ele geçirme, yani demokratik devrim mücadelesinde ortaya çıkmıştır. Laikliğin esası, iktidarın krallara tanrı tarafından verilmediği, halka ait olduğudur. Bir toplumun laikleşebilmesi için, ülkenin bağımsızlığıyla ilişkili olarak Ortaçağ kurumlarından temizlenmesi gerekir. O nedenle laiklik vurgusu yapan Ordunun, o laikliğin toplumsal ekonomik temelinin yaratılması için, ağalığa şeyhliğe son verecek bir toprak reformunu da savunması gerekir. Mehmetçik, ağanın marabası değil, özgür insandır. Çağdaş toplum, ancak halk yönetimiyle kurulur. [86]

6. İrticaya karşı etkin mücadele için ABD'ye ve NATO'ya bağımlılığa son verilmelidir
Türkiye'de irtica, 1945 yılından sonra Atlantik sistemine bağlandığımız süreçte gelişti. Emperyalizm ile irtica arasındaki ilişki bir tunç kanunudur. İrtica, dün İngiliz emperyalizminden destek alıyordu; bugün ABD emperyalizminden. NATO, dünya ölçeğindeki büyük irticanın güvenlik sistemidir. NATO yanlısı komutanlar, irticaya karşı mücadele edemezler veya etmek isteseler bile hep irtica kazanır. Bu nedenle NATO'dan kurtulmak, yalnız bir bağımsızlık meselesi değil, aynı zamanda çağdaş toplumu kurma meselesidir.

7. Ordunun halkla birliği güçlendirilmelidir
Türkiye, silahla çözeceği sorunlarla karşı karşıyadır. Komutanlar bunu saptıyor. Ancak zaman dardır ve köktenci tutumlara ihtiyaç vardır. Türk subayı, halktan ayrı lojmanlarda değil, eskisi gibi halkın içinde mahallelerde oturmalıdır; halkla aynı çarşılardan alış veriş etmelidir. Türk subayının emekçi ailelerinden ve orta sınıflardan gelmesi, bir üstünlüktür. Bu üstünlük, devam ettirilmelidir.

8. Kürt yurttaşlarımıza bakıştaki yanlışlar düzeltilmelidir
Bu konuda özellikle 1990'lardan sonra önemli adımlar atılmıştır. Atatürk'ün Türk milletini "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkı" diye tanımlayan büyük millet felsefesi 2000'lerin başından beri vurgulanmaktadır. Bununla birlikte, Türk Ordusu içinde, Güneydoğu bölgemizi "Başka bir coğrafî yapı", Kürt halkımızı "başka bir toplum yapısı" veya "onlar" diye tanımlayan anlayışlar hâlâ vardır. Kürt yurttaşlarımızdan "bizim kardeşimiz" diye söz etmek dahi yanlıştır. Araplar, Farslar kardeşimizdir, ama Kürtler "biz" kavramı içindedir. Onlar "kardeş" ise, biz kimiz? Doğru olan şudur: Kürt de biziz, Türk de biziz, hepimiz Türk milletiyiz! Bu ifadeyle, Anadolu ve Trakya'da, 19. yüzyıl sonlarından beri, Türk başlığı altında tek bir millet olma süreci yaşadığımızı belirlemiş oluruz.


SONUÇ

Bu çalışma, yığınakta yapılan hatanın artık telafi edilemez bir aşamaya gelmek üzere olduğunu saptamak için yapılmıştır. Görüşlerimi yalın ve vurgulu olarak dile getirmeye çalıştım. Ülkenin geleceğinden sorumlu olan, sivil ve asker herkesin eleştirisine ve değerlendirmesine sunuyorum.

Genelkurmay Başkanı'nın Kozmik FOLT Planı başlığı altında yazdığım senaryo, gelmiş Türk Ordusunun kapısına dayanmıştır. [87] Türk Ordusu, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra tarihinin en kritik dönemindedir. İç hatlardan kuşatılmıştır. Düşman, hükümet mevzilerini ele geçirmiştir ve kaleyi içerden fethetmektedir. Türk milleti ve ordusu, bu kuşatmayı yaramazsa, savaş yenilgisi gelir. Bugün Türk Ordusuna karşı yürütülen operasyonun bir savaş hazırlığı olduğu bütün çıplaklığıyla ve cesaretle belirlenmelidir.

Doğrudur, her ordu, kazanacağı savaşı kabul eder. Ancak savaş dayatılıyorsa, karşı koymaktan kaçınmak, savaşmadan yenilmeyi getirir. ABD, Türk Ordusunu "savaşmadan yenme" stratejisi izliyor. Türk Ordusu, şu ana kadar bu stratejiye "savaşmadan yenilme" stratejisiyle cevap vermiştir. [88] Oysa savaşı önlemenin ve barışı korumanın biricik yolu, caydırıcı bir güç oluşturmaktır. Bugüne kadar silahlı bir tehdidin "insan hakları" veya "hukuk devleti" gibi söylemlerle bertaraf edildiği görülmemiştir.

Milletin güveni sarsılmaktadır. Milletin vicdanını temsil eden üç yazarımızdan örnek vereceğim.

Yılmaz Özdil, "Schuster olmuyor, Liman von Sanders'i getirin takımın başına" diye başlık atmaktadır. [89]

Sabahattin Önkibar, "ABD'den ürkmek neyin nesi! Ne yani, ABD 'ben bu ülkeyi beş parçaya ayırdım' derse, buna itiraz edilmeyecek mi? Eğer tablo bu ise, TSK niçin var. TSK bu haliyle AKP değirmenine su taşıyor" diye haykırmakta ve yazmaktadır. [90]

Kıdemli gazetecimiz Kurtul Altuğ, Ulusal Kanal'daki izlencelerinde ve kitaplarında, komutanlarımıza sarsıcı uyarılarda bulunuyor. [91]

Türk Ordusu, Türkiye topraklarındaki her savaşta, milletin topyekûn gücüne dayanarak, yabancı orduları yener. Yeter ki, Mehmetçiğin komutanı Atatürk'ün devrimci subayı olsun. O subayın filizlerini büyük bir tarih besler. Ne kadar biçilse, daha gür olarak gelir. Bugün can alıcı mesele şudur: Siyasal irade düşmanın denetimindedir; Türkiye'yi, ABD'nin BOP Eşbaşkanları, sözleşmeli personeli yönetmektedir. Tehdidi bertaraf etmek için, millî bir hükümetin kurulması ve ülkenin bütün imkân ve kabiliyetinin seferber edilmesi şarttır. Türk Ordusu, buna kayıtsız kalamaz.

Millî hükümetin yabancı tehdidi iç ve dış cephelerde bertaraf etmesi için, öncelikle Millî Direnme Ekonomisinin alt başlıklarına ve ayrıntılarına inmemiz gerekiyor. Her yaptırıma nasıl karşı koyacağız, üretim ve kamu hizmeti çarkını nasıl çevireceğiz, toplumun güvenliğini ve halkın refahını nasıl sağlayacağız? Bu sorulara gerçekleşebilir ve etkin programlarla cevap oluşturmak durumundayız.

Türkiye'nin ABD denetiminden kurtulup, dünya dengelerini akıllıca değerlendirmesi, Avrasya'daki konumuna yerleşmesi, toplam olarak Kemalist Devrim rotasına girmesi nasıl olacaktır, bunun planını yapmamız gerekiyor.

Komutanlar, ABD ile anlaşırsa darbe yapar. Türk Ordusu, halkıyla birleşirse devrim olur.

ABD, Türk Ordusunu döve döve ve böle böle, komuta kademesini hizaya getirebilecek midir, hiç ihtimal vermiyoruz. Ama Ordu, ABD emperyalizmini tanıdıkça, halkıyla birleşmektedir; bütün işaretler bunu gösteriyor.

Bundan sonra Türkiye'de darbe değil, devrim olur. Millet-Ordu beraberliği Türk Devrimi'nin iki yüzyıllık Tunç Yasasıdır.

Emperyalizm ve gericilik, Türkiye halkına ve ordusuna yine devrimi dayatıyor. Devletsiz kalmayı, bölge jandarmalığını ve Ortaçağı dayatmanın başka bir anlamı yoktur.

Sen devrim yapmazsan, sana karşıdevrim yaparlar.

Mesaj tarihi:
alıntılanan yazıların kısa özetini geçseniz veya ilginç bulduğunuz detayları söyleseniz felan güzel olur.
1 saat yazı okumak istemiyorum (evet ben bile okuyamadım :P )
Mesaj tarihi:
Yazıyı okuduktan sonra Doğu Perinçek yazmış demeye geldim, arkadaş yazmış zaten.

Patide böyle aklı başında insanların olması gözlerimi doldurdu.

Şu vidyoda ilginizi çeker diye düşünüyorum. 2-3 dakikalık vidyo.
http://www.youtube.com/watch?v=c6Kj5uWU44g
×
×
  • Yeni Oluştur...