Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Yakın ve Eski Türk Tarihi - Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan


Feamer

Öne çıkan mesajlar

feamer,buluşmada "biz o elemanı oyun bölümünde kaale alıp cevap vermiyoruz,sen niye tartışıyorsun" demişlerdi ,yok yahu demiştim,
şimdi cidden hak verdim o arkadaşlara.

demogaji ve ad hominemin allahını yapıyorsun,bişiler dikte etmek değilde tartışmak ve fikir alışverişi yapmak istediğin gün konuşuruz,o güne kadar kendi doğrularınla sana mutluluklar canısı.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

neyi tartışacağız?

dinlediğini bile doğru düzgün anlamıyorsun, anladığın kadarını sanrılar ile belirtiyorsun ve kalkıp bir "düzgün tartışmadan" dem vuruyorsun süpersiniz gerçekten

ve buna dayanak olarak, buluşmada konuştuğun kıratı kendinden meçhul adamları referans olarak gösteriyorsun

gerçekten muazzam bir kendini beğenmişlik


ve bunları kime yazıyorum gerçekten kendime de şaşıyorum
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

not: olarak başına peşinen yazalım, bunları buraya koymak amacım, konu hakkında materyal olsunlar diye yoksa bazılarının anlamlandırdığı gibi kesin doğru, tezlere kanıt olarak değil...

ne zamandır hangi kitapta okuduğumu bulamadım ama şöyle bir durumda da var, anca internete bula bildim:

said:
-Hazreti Peygamber’i Medine’ye davet eden Evs ve Hazreç kabileleri Sümer asıllı idiler, Sümerler’in dağılışı sırasında Yemen’e göçmüşlerdi. Medine’ye gelişleri daha sonraydı. Akabe biatında “Muhammed bizdendir” demişlerdi ve Hazreti Peygamber’den “Kanınız kanımdır” yanıtını almışlardı. -Kureyş ileri gelenleri Ebu Talip’in yanına gelmişler ve ona; ya yeğenini susturup davasından vazgeçirmesini ya da Türk yurtlarına çekip gitmelerini tavsiye etmişlerdi. Peygamberimizin amcası Ebu Talip, bu tehdit dolu talebe, 94 beyitten oluşan “Kaside-i Lamiyye” ile cevap verdi. İşte o şiirden bazı bölümler: “Düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor/Halbuki onlar bizim Türk ve Aftalitler kapılarına sığınmamızı isterler/Allah’ın evine ant olsun ki sizler yalan söylüyorsunuz/İşleri karmakarış etmeden ne Mekke’yi terk/Ne de buralardan Türk yurtlarına gitmeyeceğiz.” Ebu Talip’in bu şiirinde Türkler yanında “Aftalitler” yani “Akhunlar” dan söz etmesi oldukça ilginç ve önemli. Demek ki Araplar Hazreti Peygamber’in soyunu sopunu çok iyi biliyorlardı. -Hazreti Peygamberin torunu Hazreti Hüseyin’in Kerbela olayından önce Türk yurtlara gitme isteği, Yezit tarafından reddedildi, çünkü Hazreti Hüseyin Horasan’daki soydaşlarıyla birleşerek tekrar gelecekti. -Bir gün Peygamberimiz ashabıyla otururken, bilinmeyen bir dille “Ne güzel üzüm” dedi. Sahabe anlamayarak “Ya Muhammed Arapça konuş” dediler. Yüce Peygamber: “Durun yakınmayın, ben köküm olan Hz. İbrahim’in dili ile konuşuyorum, Arap benden ama ben Arap’tan değilim” diye yanıt verdi.



ve bonus olarak bunu da koyalım:

said:
Hz. Muhammed’in Arap olmadığı kesindir. Zira onun soyu, aslında Arap olmamakla birlikte sonradan Araplaşan bir etnik kökene dayanmaktadır. Böyle olduğu için onun soyuna “Araplaşan Arap” ya da “Sonradan Araplaşan” anlamında “Arab-ı Müsta’ribe”, ya da “Arab-ı Mütearribe” denilmektedir. Bu görüş, hemen bütün bilimsel kaynakların benimsediği ortak bir görüştür(1). O zaman akıllara gelecek ilk soru “O halde Hz. Muhammed’in etnik kökeni nedir?” sorusudur.

Bu soruyu Columbia Üniversitesi Eski öğretim üyelerinden Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan ve eski bakanlardan Namık Kemal Zeybek’e sorarsanız hiç düşünmeden “TÜRKTÜR” cevabını alırsınız. Çünkü her ikisi de bu konudaki görüşlerini Türk ve Dünya kamuoyu ile paylaşmış durumdalar. Adı geçenler, bu konudaki görüşlerini genelde Hz. İbrahim’in Sümerli, Sümerlerin de Türk olmasına dayandırmaktadırlar.

Namık Kemal Zeybek, bu konudaki görüşünü “Halka ve Olaylara Tercüman” gazetesinin 6.2.2005 tarihli sayısında bulunan “Hazreti İbrahim Sümerli mi?” başlıklı yazısında net bir şekilde ortaya koymuştur. Söz konusu yazısında şöyle diyor Namık Kemal Zeybek; “...En yüce insan olan Hazreti Muhammed, Hazreti İbrahim’in oğlu Hazreti İsmail’in soyundandır. Hazreti İbrahim, bir Sümerlidir... Sümerler Türk’tür... Öyleyse, Hazreti Muhammed soy olarak Türk’tür. Bunu dedim ve diyorum ki, böylesine yüce bir insanın Türk soylu olmasından kendisini Türk sayan herkes kıvanç ve övünç duyar. Ben de kıvanıyorum ve övünüyorum.”

Dün (10.05.2009) akşam Haber-Türk TV. kanalında yayınlanan “TEKE TEK” programının konuğu Ord. Prof. R.Oğuz Türkkan idi. Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’nın sorularını yanıtlayan Reha Oğuz Türkkan’a kalırsa bu dünyadaki herkes, bu arada Hz. Muhammed de Türk’tür. Program sunucularının bu anlamdaki sorusuna hiç düşünmeden “EVET” cevabını verdi çünkü. Tarihçi Murat Bardakçı da kafasıyla hocayı tasdik etti. Reha Oğuz Türkkan, sadece Hz. İbrahim’i ve onun soyundan geldiği söylenen Hz. Muhammed’i Türk yapmakla kalmadı, ünlü fizikçi Albert Einstein’i de Türk yaptı. Reha Oğuz Türkkan’a göre Einstein, Yahudi dinine mensup Hazar Türkü. Ayrıca ona göre; Rönesans’ın öncüleri olan Leonardo Da Vinci, Rafael ve diğer Floransalı sanatkârlar da Türkoğlu Türk’tür! Zira Floransa’nın bulunduğu bölge, Etrüsk medeniyetinin egemen olduğu bölgedir ve Etrüskler de Türk kökenlidir. E o zaman tabiatıyla Avrupa rönesansının Floransalı önderleri de Türk’tür. Ünlü yazar Arthur Koestler’in de bu görüşte olduğunu söyledi Reha Oğuz Türkkan.

Öte yandan Arthur Kostler’in “13.Kabile” adlı araştırmasında Aşkenaz Yahudilerinin tarih sahnesinden silinmiş olan Hazar Türkleri olduğu savını ortaya attığı, bu savın bilimsel çevrelerde halen tartışma konusu yapıldığı biliniyor(2). Albert Einstein’in ise Yahudi olduğu zaten bilinen bir gerçek. Reha Oğuz Türkkan’ın, “Einstein Türk’tür” iddiası da muhtemelen Aşkenaz Yahudileri’nin Yahudi Hazar Türkleri olduğu savı etrafında değerlendirilen bir iddiadır.

Ord. Prof. Reha Oğuz Türkan’ın, 1944 yılındaki ünlü “Türkçülük-Turancılık” davasında yargılananlardan olduğunu ve tüm hayatını hemen hemen bu konuya adadığını, Namık Kemal Zeybek’in de genelde bu terbiye ile yetiştiğini düşünürsek, onların ileri sürdükleri iddialara şüphe ile bakmamız kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu gibi adamlar, mensubu olduğu milleti yüceltmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Bu yüceltme işinin içine, Hz. İbrahim gibi insanlık tarihinin mümtaz bir şahsiyeti ve Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’i kendi milletine mensup olarak göstermek de dâhildir. Dolayısıyla, bu tür şahsiyetlerin iddialarına biraz “Hissi” nazarıyla bakılması kaçınılmazdır.

Bundan birkaç ay öncesiydi; ilahiyat profesörü M. Saim Yeprem’e Namık Kemal Zeybek’in iddialarını sorduğumda, hocanın bana verdiği cevap şu oldu: “Geçenlerde Kendisiyle bir uçak yolculuğu yaptık. Bu konuda aramızda küçük bir tartışma geçti. Kendisine şu Arap atasözünü söyledim; -Zekeri küçük olanlar, dedelerinin zekerinin büyüklüğü ile övünürmüş!-“.

Ancak biz konuya Prof. Dr. M. Saim Yeprem gibi toptan retçi bir anlayışla yaklaşma niyetinde değiliz. Çünkü Hz. İbrahim ile Türkler’i, dolayısıyla Türklerle Hz. Muhammed’i yan yana getirmeye çalışan başka ciddi araştırmalar da bulunmaktadır. Bu konuda çalışma yapanlardan birisi de Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’dır. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler ve Türklerle İlgili Hadislerin Ortaya Koyduğu Yeni Hikâyeler” isimli kitabında ciddi hadis kaynaklarının taranmasıyla elde edilmiş birçok hadise yer vermiştir. Hz. Peygamber’in bu hadislerinde Türkler’den daha çok “Kantura Oğulları” anlamında “Benî Kantura” olarak bahsedilmektedir. Bu konudaki iddialardan birisi, Türkler’in, Hz. İbrahim’in, “Kantura” isimli hatunla evlenmesinden türedikleri konusundaki iddiadır. Bu anlamda Türklerle Hz. Muhammed, amcazade oluyorlar. Yani yakın akraba! Ancak bize göre; Türkler’in Hz. İbrahim’in “Kantura” isimli kadınla evlenmesinden türemesi değil, Hz. İbrahim’in “Kantura” isimli bir Türk kızıyla da evlenmiş olduğu iddiası çok daha akla yatkın gözüküyor. Peki; gerçekte Hz. İbrahim “Kantura” isimli bir bayanla evlenmiş midir ve “Kantura” gerçekten de Türk müdür? Bilmiyoruz. Ancak Tevrat’ta Hz. İbrahim’in “Ketura” isimli bir kadınla evlendiğinden bahsedilmektedir. Bu “Ketura” ismi, muhtemelen bazı kaynaklara “Kantura” olarak geçmiş bulunmaktadır.

Hz. İbrahim’in Türklüğü meselesine gelince: Onun Türklüğü tamamen Sümerli oluşuyla alakalı bir konudur. Hz. İbrahim’in arkeolojik buluntularla da desteklenen(3) Tevrat kaynaklı hayat hikâyesine bakılırsa; onun hemen bütün hayatının Sümerlerle Hititler’in egemen olduğu bir coğrafyada geçtiği görülür. Zira o, Sümerler’in hakim olduğu Güney Mezopotamya’daki Ur şehrinde doğmuş, sonra babası ve kardeşleriyle birlikte Mezopotamya’nın Hititler’in egemen olduğu kuzey kısmındaki Urfa (Harran) şehrine gelerek oraya yerleşmiş, oradan Filistin ve Mısır’a kadar gitmiş, sonra geri dönerek bugünkü Filistin topraklarına yerleşmiştir. Hayatı incelendiğinde, Hz. İbrahim’in bir ayağının sürekli bugünkü Urfa (Harran) civarında olduğu görülür. Zira babası Azer (Terah) orada ölmüş. Kardeşi Nahor ise yine orada hayat sürmüştür. Hz. İbrahim oğlu İshak’ı ısrarla Urfa’daki akrabalarının kızlarından birisiyle evlendirmek istemiş ve bu yüzden kardeşi Nahor’un kızı Rebeka’yı oğlu İshak’a eş olarak almıştır. Yani içlerinde yaşadığı toplum olan Arap ısıllı Filistinlilere hiçbir şekilde itibar etmemiş, böylece kanlarının bozulmasına müsaade etmemiş, soya önem vermiştir.

Hz. İbrahim’in hayat hikâyesine ve yaşadığı coğrafyaya bakılınca onun aynı zamanda bir tüccar olduğunu söyleyenler vardır. Bu görüştekilere göre; onun Sümerlerin egemen olduğu Güney Mezopotamya’dan kalkıp, Kuzey’de Hititlerin (ya da Hattilerin) hâkimiyet sahası olan Kuzey Mezopotamya’ya yani Anadolu topraklarına gelmesi, oradan da Suriye, Filistin ve Mısır’a kadar gitmesi, zaman zaman da bir ticaret merkezi olan Mekke’ye kadar yolculuklar etmesi, tamamen onun bir tüccar olmasıyla açıklanmaktadır. Bu görüştekilere göre; o, aynı zamanda canlı hayvan ticareti yapan ve bu sebeple sürü sahibi de olan bir tüccardır. Tevrat’a göre; Filistin’de, Hititli Efron’dan, ölen eşine mezar yapmak için içinde bir mağarası (Makpela Mağarası) da bulunan tarla satın alması ve satın alma işleminin tamamen Hitit kanunlarına göre cereyan etmesi, Hititler’in o devirde Filistin bölgesinde de egemen olduklarını göstermektedir. Bu egemenlik, bizzat olabildiği gibi, vassallık şeklinde de olabilir. Ancak, Efron isimli bir Hititli’nin, Filistin’de satabileceği topraklarının bulunması, bu egemenliğin, vassallıktan öte, doğrudan işgal ve fetih anlamında bir hâkimiyet olduğunu gösteriyor.

Netice olarak; Hz. İbrahim’in peygamberlikten önce ve peygamberliği sırasında ticaretle uğraştığı(4) ve mallarını ve sürülerini satmak için birçok memleket dolaştığını söyleyebiliriz. Ayrıca onun doğup büyüdüğü toprakların Sümer hâkimiyetinde, seyahat ettiği, hayatının büyük bölümünü yaşadığı ve öldüğü toprakların da Hitit hâkimiyetinde olan topraklar olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış durumdadır(5). Şimdi bilimsel yönden kanıtlanması gereken, daha doğrusu kanıtlanması yönünde ciddi sonuçlara ulaşılmakla birlikte uluslar arası bilim çevrelerince kabul edilmesi gereken husus, Sümerlerin ve Hititler’in Türk kökenli olduklarının kesin bir şekilde ortaya konulmasıdır. Bu takdirde; soyunun Hz. İbrahim’e dayandığı söylenen Hz. Muhamed’in Türk soylu olduğu konusunda da çok ciddi bir adım atılmış olacaktır.

Şimdi denilecektir ki; Hz. İbrahim’in Sümer veya Hititlerin egemen olduğu coğrafyada yaşamış ve ölmüş olması, onun Sümerli veya Hititli olduğunu göstermez. Bu bakımdan Sümerlerin ve Hititler’in Türk oldukları kanıtlansa bile Hz. İbrahim’in Türk olduğu söylenemez. Doğrudur; söylenemez. Ancak bu iddia, en az 72 milyonluk Türkiye’de kendisini Türk hisseden bir insana, “Hayır Türk değildir” demek kadar abes bir iddia olur. Sümerlerin Ur şehrinde doğan, kimilerine göre bu şehrin rahibi olacak kadar, kimilerine göre, saygın ve büyük bir tüccar olacak kadar toplumda tebarüz eden, daha sonra da Sümer ve Hitit topraklarında tevhid dinini yaymakla görevli bir insanı, o toplumların birer mensubu saymamak akılcı ve bilimsel değildir. Arapların arasında yaşadığı için Arapça konuşmak zorunda kalan ve Arapça gelen bir vahyi ilk olarak Araplara tebliğ ettiği için Hz. Muhammed’e “Arap” denildiği biliniyor. Böyle olunca; Sümerlerin ve Hititler’in arasında yaşadığı için Aramice, İbranice veya Süryanice konuşmak zorunda kalan ve kendisine muhtemelen bu dillerden birisinde gelen vahyi, bu dillerden birisini kullanarak tebliğ eden Hz. İbrahim’i, “Sümerli” veya “Hititli” saymamak, ikiyüzlülüğün tam da daniskası olacaktır. Tıpkı Sümerli veya Hititli olan Hz. İbrahim’in soyundan geldiği söylenen Hz. Muhammed’e “Arap” demenin abesle iştigal etmek olduğu gibi...

11 Mayıs 2009

Ömer Sağlam

______________

1-Bu konu tarafımızca kaleme alınan “Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necip” isimli eserde de inceleme konusu yapılmıştır.

2-http://tr.wikipedia.org/wiki/Arthur_Koestler).

3- Bu konuda Muazzez İlmiye Çığ’ın kitaplaarına bakılabilir.

4-Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, TEKE TEK programında Hz. İbrahim’in peygamberlik gelmeden önce Ur şehrinin rahibi olduğunu, Peygamberlik geldikten sonra, çok tanrılı bir dine mensup olan Sümer inancına karşı savaş açıp, putlarını kırması üzerine Sümer idaresiyle ters düştüğü için çevresinde dağınık ve zayıf bir şekilde yaşamakta olan İbrani kabilesinin başına geçerek Ur şehrini terk etmek zorunda kaldığını söylemiştir. Dini kaynaklarda, Hz. İbrahim’in put kırma işini, çocuk yaşlarda yaptığı, hatta babası Terah’ın put yapımıyla uğraştığı yazılıdır. Oysa Hz. İbrahim’in, Ur şehrinden çıkarken babası Terah’ı da beraberinde getirdiği ve yaşlı Terah’ın Urfa’da öldüğü biliniyor. Eğer, İbrahim put kırma işini çocuk yaşta yapsaydı, putperest olan babasının da bir nevi sürgüne gönderilmesi gerekmezdi. Bizim de kanaatimiz, Hz. İbrahim’in bu işi, tevhit dininin peygamberi olmasından sonra yaptığı yönündedir. Tıpkı torunu(!) Hz. Muhammed’in, Kâbe’deki putları kırma işini Mekke’nin fethi sonrasına bırakması gibi...

5- Şahsen biz, Hz. İbrahim’in kabrinin de Filistin bölgesinde değil, Harran’da, yani bugünkü Şanlıurfa civarında olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü Hz. İbrahim’in hayatında Urfa bölgesinin özel bir yeri vardır. Hem babası Terah, hem de kardeşi Nahor orada yaşamış ve ölmüşlerdir. Oğlu İshak’ı oradan bir kızla evlendirmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim’in, öldükten sonra Harran bölgesine defnedilmeyi çocuklarına vasiyet etmesi kuvvetle muhtemeldir.

http://www.turansam.org/makale.php?id=545
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bikaç sey sorcam

ibrahim'in karılarının adı "sara" ve hacer değil miydi? kantura ile sara aynı kişi mi, yoksa farklı insanlar mı?

ibrahim'in 75 yaşında kenani bölgesine geldikten sonra tek tanrılı dini yaymaya başladığı kabul ediliyor bir de, daha öncesinde onun da putlara taptığı biliniyor.
hatta kenani bölgesine ilk geldiğinde de direk tek tanrılı din yerine oranın tanrılarına tapmaya devam ettiği söylenir. Arıza çıkacağını bildiği için sümer tanrılarını bırakıp el, baal ve diğer kenan tanrılarına tapınmaya başlamış. (veya öyle göstermiş kendini)
o yüzden ibrahim'in ur veya harran'da da tek tanrılı dini yaydı savı gerçek dışı geliyor bana.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

birde şuna değinmek istiyorum, başka bir konuya yazmıştım:

said:
şimdi nasıl başlayalım, gönül tekin'in program kayıtlarından öğrendiğim bir bilgi var, asur, bildiğimiz asurların ismi, tanrılarının ismiydi, yani o zaman ki insanlar kendileri inandıkları baş tanrıların isimleri ile anıyorlardı ve ayrıca bu tanrılar şehirlerin veya ülkenin yöneticisi(?!) olarak ta anılıyordu...

said:
Asur kitabelerinde geçen sakalar hükümdarı gok, aynı zamanda tevrat'ta da geçer. Tevrat'ta Gok Magog (Ye'cüc ve Me'cüc)' ten bahseder.

dip not olarak: tevrat, hezakiyel, xxxvııı,40


şimdi anlayan anlamıştır ama benim buradan yaptığım çıkarım,

eğer gönül hanımın dedikleri ve asur tabletleri alıntısı doğru ise, asurulular kendilerini tanrıları ile sınıflandırdıkları gibi bi tabi başkalarını da tanrıları ile sınıflandırabilirler ve "sakaların hükümdarı gok" olarak geçen kişi, "gök tanrı" olabilir...


http://forum.paticik.com/read.php?17,7617423,page=10

bu arada tanrı ashur: http://en.wikipedia.org/wiki/Ashur_(god)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

aklıma geldi tevrata bakayım dedim ama internet bulamadım vikiden:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Ye%27c%C3%BCc_ve_Me%27c%C3%BCc

said:
Magog, Ulusların Çizelgesinde Tekvin'de 10:02 bir halka veya ulusa adını veren atası olarak görünür:

Yafes oğulları: Gomer, Magog, Maday, Javan, Tubal, Meşeç ve Tiras.[1] Gog ise MÖ 5. yüzyılda Eski Ahit'in iki tarih kitabı 5: 3. 4.'de Reuben (İbranice: רְאוּבֵן‎, re'uwên; kökleşik: Rəʾuven; Tiberianca: Rəʾûḇēn patrik Jacob'un en büyük oğlu) bir torunu olarak listelenmiştir. "Gog" ve "Magog" birlikte, Hezekiel(Hizqil)'in Kitabında 38:2–3 görünür.

38:2. Ey! İnsanoğlu, kendi yüzünü Gog'a karşı yönelt, Magog ülkesinden, prens Roş, Meşeç ve Tubal ve onun peygamberliğine karşı.[2] 3. Ve sen söyle ki; Yani Rab Tanrı dedi ki: Bakın, ben size karşıyım, Gog, Roş, Tubal ve Meşheç prensi.[3]

Tanah dışında Yahudi geleneği terimleri içinde, "Prens" Gog, Rashi, haham Radak (Davud Kimçi) ve diğerleri tarafından Magog ulus kralı olarak açıklanmış ve Magog, Nuh'un oğlu Yafes'in soyundandır.

Magog Nuh'un torunudur * (Tekvin (Yaratılış) 10:02).

İsrail'e uzak, kuzeye yerleşen, büyük olasılıkla Avrupa ve kuzey Asya'da Magog'un torunlarıdır (Hezekiel 38:2).

Magogun genel olarak "kuzey barbarları"na değinmek için kullanıldığı görünür, büyük olasılıkla da Magogun bir kişi ile bağlantısı vardır. Magog halkı yetenekli savaşçılar olarak tanımlanmıştır (Hezekiel 38:15; 39:3-9).

Vahiy 20:7 Bin yıl tamamlanınca Şeytan atıldığı zindandan serbest bırakılacak. 8 "Yeryüzünün dört bucağındaki ulusları" –Gog'la Magog'u (Yecüc'le Mecüc'ü)– saptırmak, savaş için bir araya toplamak üzere zindandan çıkacak. Toplananların sayısı deniz kumu kadar çoktur. 9 "Yeryüzünün dört bir yanından gelerek" kutsalların ordugahını ve sevilen kenti kuşattılar. Ama gökten ateş yağdı, onları yakıp yok etti.

Vahiy kitabındaki anlatıldığı şekliyle Yecüc ve Mecüc'ün anlam olarak belirli bir ulusu kastetmediği görülür. "Yeryüzünün dört bucağındaki ulusları" ifadesi bunu açıklar. Yecüc ve Mecüc ya da Gog ve Magog genel anlamda savaşan, saldırmak üzere "dünyanın her yerinden" bir araya gelmiş kalabalıkları kastetmektedir. Çünkü Vahiy kitabının anlatımına göre bu olayın bir ikincisi, bin yıllık süre dolduktan sonra olacaktır. Kitabı Mukaddes'e göre o dönemde ayrı ayrı uluslar var olmayacaklarından bu terim asıl olarak, Tanrı'ya ait kişilere karşı toplanan kalabalıkları anlatmaktadır. Yine aynı şekilde Hezekiel kitabındaki anlatım da bununla paralellik gösterir. Hezekiel'de de saldırıyı gerçekleştirenler Magog'lu Gog'un orduları olacak. Bunlar da yine tek bir ulustan olan ordular olmayıp, Armageddon'da Tanrı'nın toplumuna saldırmaya çalışan "bütün uluslardır". Hezekiel kitabındaki ifadelerde Magog ülkesinden Gog denilse de toplanan kalabalıkların yine "birçok ulus"tan olacakları belirtilmektedir. Ayrıca gelecekte olacak olaylarda yer alacağı söylenen bu ulusların çoğu artık bu adlarla anılmamaktadırlar ya da artık yokturlar. Bu nedenle sözlerin bağlamı saldırganların Şeytan'ın kontrolündeki güçler olacağı ve saldırıya uğrayanların da Tanrı'nın toplumuna ait insanlar olacağı şeklindedir. Açıklanan dilde bir ölçüde mecaz bulunmaktadır.

Hezekiel 38:1 RAB bana şöyle seslendi: 2 “İnsanoğlu, yüzünü Magog ülkesinden Roş'un, Meşek'in, Tuval'ın önderi Gog'a çevir, ona karşı peygamberlik et. 3 De ki, ‘Egemen RAB şöyle diyor: Ey Roş'un, Meşek'in, Tuval'ın önderi Gog, sana karşıyım. 4 Seni geldiğin yoldan geri çevirecek, çenelerine çengel takacağım. Seni ve bütün ordunu, atları, tam donanmış atlıları, küçük büyük kalkanlı, hepsi kılıç kullanan büyük kalabalığı dışarıya sürükleyeceğim. 5 Onlarla birlikte hepsi kalkanlı, miğferli Persliler'i, Kûşlular'ı, Pûtlular'ı, 6 Gomer'in bütün ordusunu, uzak kuzeydeki Beyttogarma'nın bütün ordusunu ve yanındaki "birçok ulusu" da sürükleyeceğim.
7 “ ‘Hazır ol! Çevrende toplanmış büyük kalabalıkla birlikte hazırlan. Onları sen gözeteceksin. 8 Uzun zaman sonra savaşa çağrılacaksın. Gelecek yıllarda, halkı birçok ulustan uzun zamandır ıssız kalmış İsrail dağlarında toplanmış, savaştan rahata kavuşmuş bir ülkeye saldıracaksın. Uluslar arasından çıkarılmış olan bu halk, şimdi güvenlik içinde yaşıyor. 9 Sen, bütün askerlerin ve seninle olan birçok ulus çıkıp kasırga gibi geleceksiniz; ülkeyi kaplayan bulut gibi olacaksınız.


*NOT: bu arada türkler için "nuhun çocukları" gibi bir şey diyordu galiba kaşgarlı mahmut

kaşgarlı

Kâşgarlı Mahmud’a Göre Türk
Eserinin başlangıç bölümünde Tanrı’ya ve Hz. Muhammed’e övgüden sonra Türklerden övgüyle söz eden, Divanü Lugati’t-Türk’ün sonraki sayfalarında da hemen her fırsatta Türklüğü ve Türkleri öven Kâşgarlı Mahmud sözlüğünde Türk adını şöyle tanımlamaktadır:
Türk Tanrı’nın selamı üzerine olsun Nuh peygamberin oğlunun adıdır. Nitekim ‘İnsanın üzerinden (henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı) uzun bir süre geçmedi mi?’ ayetinde Âdem peygamberin adı nasıl ‘insan’ sözüyle anılıyorsa Allah Nuh’un oğlu Türk’ün çocuklarına seslenirken bu adı kullanır. Ayetteki ‘insan’ sözü genel bir ad olarak yalnız bir kişi için kullanılmıştır. ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağılarının aşağısına çevirdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç’ ayetinde geçen ‘insan’ sözü çokluğu, topluluğu bildirir. Türk sözü, Nuh’un oğlunun adı olduğunda bir kişiyi ifade eder. Oğullarının adı olduğunda da ‘beşer’ sözü gibi çokluğu ve topluluğu anlatır. Bu sözün tekliği ve çokluğu da kullanılır. Nitekim Rum da İshak peygamberin oğlu Esav oğlu Rum’un adıdır. Onun çocukları da bu adla anılmıştır.
Biz de, ad olarak kullanılan Türk’ün Allah’ın verdiği bir ad olduğunu söylüyoruz. Çünkü Kâşgarlı Halef oğlu İmam Şeyh Hüseyin’in İbn-el-Garkî’den aktardığına göre İbn Ebi’d-Dünya adıyla tanınan Şeyh Ebu Bekr el-Mugide’l-Cerceranî’nin ahir zaman üzerine yazmış olduğu kitabında yazdığı ve yüce Peygamber’e dayandırdığı hadise göre Allahü Taala ‘Benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim ve onları doğuya yerleştirdim. Bir ulusa kızdığım zaman Türkleri o ulus üzerine musallat ederim’ diyor.
İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı üstünlüktür. Yüce Tanrı, onların adlandırılmasını kendisi üstlenmiş, onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara ‘Kendi ordum’ demiştir. Bunların yanı sıra Türklerin güzellik, sevimlilik, zariflik, incelik, tatlılık, büyüklere saygı, sözünde durma, sadakat, alçakgönüllülük, yiğitlik, mertlik gibi her biri ayrı ayrı övülmelerini gerektirecek erdemleri anmaya gerek yoktur.
http://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&kategori1=divan







-----

bu arada savaşçı bir kavmina doğuda durdurulamaz şekilde fetihler yaptığı en son mısırı feth ettiği gibi bir şey hatırlıyorum, baya az sayıda olduklarında zamanla mısırın içinde erimişler

bundan başka iskit veya öncülü bir halkın orta doğu ve mısır çevresinde istedikleri gibi dolaştıklarını anca rüşvet falan vererek uzaklaştırıldıklarını falan da bir yerde duymuştum

tabi hatalı olabilir bunlar

ha bunları niye yazdım, belki o günlerin anısına böyle yazmış olabilirler kitaplara, babile sövdükleri gibi (?)...

ama burada bence entarasen olan, gok diye birinin yönetiği halk, ve bunların nuhun soyundan gelmesi
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bu arada:

said:
Hepinizin bildiği Alp Er Tonga. Alp Er Tonga’nın Kâşgarlı Mahmud’dan önce bir kaynağı var ama Farsça ve o kaynakta düşmandır; yani Şehname’de İranlıların düşmanıdır ve oradaki adı Afrasiyab’dır biliyorsunuz. Şehname aşağı yukarı 1000 civarında Gazneli Mahmud’un sarayında yazılmış. İşte İran’ın en büyük milliyetçisi de bu Firdevsî. Şehname’yi yazmış, yani İranlıların destanını yazmış. Onlara göre ilk insan Âdem değil Keyûmers. Keyûmers’in altıncı göbekten oğlu Ferîdun, Ferîdun’un da bir oğlu Tur, bir oğlu İr, bir oğlu Selm. Biz de Tur’dan gelmişiz. Biz nereye gidersek bizim soyumuzu oraya bağlıyorlar yani. Çinliler kendilerinin ilk hükümdarlarına bağlıyor, Farslar ilk hükümdarlarına. Sonra Müslüman olduk Yafes üzerinden Hz. Nuh’a bağlandık. Ben Türklerin kendilerine göre ilk atalarını buldum. Onu başka bir konuşmada anlatırım. Evet kendi kaynaklarımızı, Çin, Arap, Fars kaynaklarını karşılaştırarak ilk ataya gittim ben. İlk atanın adı Apa Eçe. Bu kelime sonra Abulca Han olmuş Reşideddin’de. Apa Eçe, Abulca, Abılca olmuş. Her neyse… Afrasiyab yani Türkçesiyle Alp Er Tonga hakkında ilk bilgi veren Türkçe kaynak; Şehname’de Farsça olarak çok anlatılıyor tabiî; ama ilk kaynak Kutadgu Bilig ve Dîvânü Lugâti’t-Türk’tür. Hem Kutadgu Bilig’de hem Dîvânü Lugâti’t-Türk’te Farsların Afrasiyab dediğine Türklerin Alp Er Tonga dediği kayıtlıdır; ama Dîvânü Lugâti’t-Türk’ün diğerinden farkı; orada Alp Er Tonga hakkında 9 -bazı araştırmalara göre 11- dörtlük verilmiş olmasıdır. Bu dörtlükler tabiî ki konusu itibariyle, Yusuf Has Hacib’de yok. O sadece Afrasiyab’ın Türklerde Alp Er Tonga olduğunu söylüyor. Kâşgarlı Mahmud onun söylediğinin dışında 9 veya 11 dörtlük veriyor.


http://turkiyat.gazi.edu.tr/posts/view/title/%22divanu-lugati't-turk-uzerine%22-konferansi-metni-ve-video-kayitlari-98210

ayrıca geçen konusu geçmişti nerede hatırlamıyorum:

said:
Hazır Türk’ten bahsederken Türk maddesini de size okumalıyım. Yazmanın 176, 177. sayfasında Türk kelimesini açıklıyor: “Türk. Nuh’un (S.A.) oğlunun adı”. Aslında Nuh’un oğlu Yafes, Türk ise Yafes’in oğlu ama burada Yafes atlanmış. “Türk Nuh’un (S.A.) oğlunun adı. Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına.” Bu sefer oğluna değil oğullarına, topluluğa; çünkü topluluk ve bireyi ayırıyor Kâşgarlı Mahmud. “Nuh’un oğullarına Yüce Allah tarafından verilmiş bir isimdir…” Biraz atladım şimdi, “Ne var ki biz daha önce Türk’ün Allah tarafından verilmiş bir isim olduğunu söylemiştik.” Şimdi burada yine bir hadis nakledecek. Hem de Kudsi Hadis bu defa. Kudsi Hadis nedir? Bu sıralarda dinî söylemler fazla moda; ama burada Kâşgarlı Mahmud söylemiş ne yapalım? Kudsî Hadis anlamı Allah tarafından ama ifade edilişi Peygamber tarafından olan hadislere deniyor. Diyor ki “Bize şeyh, imam ve zahit Hüseyin bin Ḫalef el-Kâşgarî” Böyle bir din adamı var. “Kâşgarî haber verdi ve ona da İbnülgarḳî’nin haber verdiğini söyledi kendisine. Ona da” Yani İbnülgarḳî’ye de, “Âhir zaman hakkında yazdığı kitabında İbni Ebiddünya diye tanınan şeyh Ebû Bekir el-Muġîd el-Cercerânî,” ki bu büyük bir âlim. “Cercerânî Allah’ın elçisine (S.A.) isnat ederek anlatmış.” Yani bir nevî ravîler zincirini veriyor. “(Peygamber) dedi ki.” -Kudsi hadisde- “Allah (C.A.) diyor ki ‘Benim bir ordum vardır; onları Türk diye adlandırdım.” İşte Allah’ın isim vermesi buradan çıkıyor. “Türk diye adlandırdım ve doğuya yerleştirdim. Bir kavme kızdığım zaman onları (yani Türkleri) onlara -yani kızdığım kavme- musallat ederim’ Bu, diğer” Şimdi burada bitiyor Kudsî Hadis, Kâşgarlı Mahmud devam ediyor. “Bu diğer bütün insanlara karşı, onlar için -yani- Türkler için bir üstünlüktür.”

Allah Allah bu milliyetçilik ne zaman doğmuş? Fransız İhtilali’nden sonra doğmuş. İnandınız mı? Fransız İhtilali’nden sonra mı doğmuş Milliyetçilik? Onlara karşı bir üstünlüktür diyor. Sadece Türklerde değil yani yanlış anlaşılmasın, Doğu milletlerinde çok eskilerden beri milliyetçilik vardır. Millet ve milliyetçilik kavramı Batı şablonuna göre 1789’da doğmuştur. Doğrudur, onlarda öyledir; ama Çin’de, Türklerde, Araplarda, Farslarda çok eski tarihlerden beri millet kavramı da, milliyetçilik kavramı da farklı farklı isimlerle var. Burada da onun bir yansımasını görüyoruz. Hatta bir Yahudi araştırıcı daha 1925’lerde Azerbaycan’da yazdığı bir makalede Kâşgarlı Mahmud’un Şuubiyye hareketinden haberdar olduğunu söylüyor. Şuubiyye hareketi, Arap Milliyetçiliği hareketidir. Emevîler ve Abbasîler devrinde. Kâşgarlı Mahmud bundan herhâlde haberdardır diyor. Evet şimdi Kâşgarlı Mahmud devam ediyor:

“Bu diğer bütün insanlara karşı onlar için” -yani Türkler için- “bir üstünlüktür. Çünkü onların adını bizzat O (C.A.)” -yani- “Allah vermiştir; onları en yüce ve yeryüzünde havası en güzel yere yerleştirmiş; onları kendi ordusu olarak adlandırmıştır. Bunun yanından onlar” -yani Türkler-; “güzellik, tatlılık”,-şimdi de var mı bunlar bir düşünün bakalım- “güzellik” -bu salonda hep güzel görüyorum insanları- “tatlılık” -gülünce hepimiz tatlı oluyoruz- “aydın yüzlülük”, -evet- “aydın yüzlülük, edep…” Edep adap değil; böyle terim yok Türkçede; onu da söyleyeyim. Edep terimi var, edep adab diye bir terim yok Türkçede. Âdab görgü demek ve başka bir şey.


http://turkiyat.gazi.edu.tr/posts/view/title/%22divanu-lugati't-turk-uzerine%22-konferansi-metni-ve-video-kayitlari-98210
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

senko said:

bikaç sey sorcam

ibrahim'in karılarının adı "sara" ve hacer değil miydi? kantura ile sara aynı kişi mi, yoksa farklı insanlar mı?

ibrahim'in 75 yaşında kenani bölgesine geldikten sonra tek tanrılı dini yaymaya başladığı kabul ediliyor bir de, daha öncesinde onun da putlara taptığı biliniyor.
hatta kenani bölgesine ilk geldiğinde de direk tek tanrılı din yerine oranın tanrılarına tapmaya devam ettiği söylenir. Arıza çıkacağını bildiği için sümer tanrılarını bırakıp el, baal ve diğer kenan tanrılarına tapınmaya başlamış. (veya öyle göstermiş kendini)
o yüzden ibrahim'in ur veya harran'da da tek tanrılı dini yaydı savı gerçek dışı geliyor bana.


benim bilgim dahilinde değil ama bilen biri yazarsa bilgilenmiş oluruz
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Bende gireyim böyle kendi aranızda çevirmeyin.

Feamer said:

Magog ulus kralı olarak açıklanmış ve Magog, Nuh'un oğlu Yafes'in soyundandır.


Tevratta magog ulusu derken zerdüşt rahipler ve zerdüşt inancına sahip halklar kast ediliyor. Zerdüşt rahiplere yunanca magos,Avesta'da maga deniyor. Yani Türkleri kast etiği kısmı yanlış. Tevratta perslilere çok atıf var. Mesela Büyük Kyros babil sürgününden kurtarıyor yahudileri. O yüzden tevratta onun ve perslilerin yeri ayrı ama inançları ayrı isimlendiriliyor. Mısır'da malum olacağı üzere Kambyses tarafından fethediliyor. Akhamenid İmparatorluğu da malum olacağı üzere tek etnik kökenden oluşmuyor içerisinde bir çok halk var.



Bu 1.Darius'un hükümdarlığı altında olan ve hezimete uğrattığı halkların kabartması,kafasında huni olan iskit,kabartmaya sonradan ekleniyor çünkü sonradan pers ordusu onların üzerine yürüyor. Ayaklarının altında da magog gaumata var.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bu arada "atlantisliler sümerler etrüskler türkmü" kitabı şimdi masama geldi, rast gele bir sayfa açtım, etrüskler ile ilgili kitabında yazdığı şu



s.158 said:

etrüsklerin türklerle ilişkisi hakkında yerli-yabancı bir çok araştırmacı (başta adile ayda), çeşitli bilim alanlarından deliller/kanıtlar göstermişlerse de, antropoloji çoğuna yabancı bir bilim dalı olduğunda bu konuda sessiz kalmışlardır. oysa bir toplumun çoğunluğunun fizik yapısı en az dilleri kadar önemli bir işarettir. hele köken, iddia edilen başka ırklara kesin benzemiyorlarsa ilave bir kanıttır

isviçreli antropolog prof. e. pittard, tarih ve ırk konusunda en büyük uzmanlardan biridir "les races et ı'histoire" adlı kitabında italya yarımadası'nın antropolojik yapısı olarak dört ırk tipi tespit ediyor: bunlardan ikincisi, yuvarlak kafalı (brakisefel) "homo alpinus"ün strüsk bölgesinde yaşadığı ve diğerlerinden farklı olduğunu belirtiyor. bilindiği gibi türklerin de yüzde 92'si brakisedaldir (yuvarlak başlı). Şu ilginç ve biraz da abartılı yorumu yapıyor:(not: yani isviçreli antropolog prof. e. pittard yapıyor)

"italya'nın aydın(entelektüel) kesimine damgasını vuranlar, güneydeki italyan dolikosefaller değil, kuzeybatıdaki brakisefallerdir. Hatta askeri güç geliştirip italya'nın birliğini kuranlar da yine bunlardır. cavourlar, garibaldiler bu brakisefallerden değil miydi?"



anlaşılan bu e. pittard, atsızın bile iflah olmaz bir ırkçı olarak anlatığı, hayatını turancılığa adamış olduğundan ötürü bu tür hurafeler uyduran birisi :)

bir ing. wiki link verelim olmaz ise olmaz zira möhim çünkü...
http://en.wikipedia.org/wiki/Eug%C3%A8ne_Pittard

hatta kitaba göre amerikalı antropolog profesör roland dixon, daha bir faciya bakın şöyle demiş:

s.159 said:

...klasik ırklar araştırmasında, etrüsklerin ölülerini yaktıklarını, tesadüfen bulunan iskeletler incelendiğinde, etrsük bölgesinde alpin ve pale alpin brakisefallere rastlandığını, daha sonra bunların romanın soylu sınıf aristokrasisini bu etrüsklerin oluşturduğunu belirtiyor...


ne kadar komik değil mi? olacak iş mi? hiç duydunuz mu böyle bir şey çık çık çık, bu sağcılarda zaten zerre akıl yok...

hatta başka bir utanmaz, safsatacı ırçı, faşist frasız antropolog prof. g. possion, kitaba göre bu saçmalıklarına heredot u da alet ederek, etrüsklerin anadolu'dan geldiklerini fiziki delilerini gösteriyormuş.

ama bir tanesi var ki hepten facia, prof.calvin kephart bakın ne demiş kitaba göre:

said:
etrüsklerin soyu apaçık "turanlı" ve "türk" tabiri ile tanımlıyor. hatta köklerini sümer'den batı anadolu, oradan da italya olarak çiziyor m.ö 302-303


ama yetiyor mu hayır, yine bir amarikalı ıkçı faşist antropolog varleton stevens, adamların mezalerını talan edei kafataslarını ölçmekle kalmamış sonuç olarak ise batı anadolu alp ırkıyla bağlantı kurmuş (s.160)

hatta ve hatta kitaba göre a.w. bijwank ise toskana halkının kan örnekleri ile batı anadolu türkleri ile bağlantı kurmuş...


özetle buraya kadar yaptığım alıntılarda görüldüğü gibi rahmetli bir şey söylemiş, başkalarının söyledikleri aktarmış sadece ve yorum yapmış

tabi bu alıntıların bazısı veya hepsi hatalı ve yanlış olabilir, hatta zaman içinde gerçeklikleri çürütülmüş de olabilir, bu yüzden bilgisi olan kişilerin paylaşmasını rica ediyorum
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Etrüsklerle alakalı bir sunum yapmıştım zamanında. Mitolojileri Yunan mitolojisi ile paralel,tanrı isimleri üç aşağı beş yukarı aynı,şehircilik anlamında o dönem romasına göre gelişmişler,şehirlerin alt yapıları var,gladyatör dövüşleri etrüsk etkisi ama hem romanın erken dönemlerinde hemde etrüsklerde bu ölümüne dövüş değil savaşçıyı yüceltmek için yapılan bir cenaze merasimi. Duvar resimleri son derece güzel,çömlekçilik iyi bir noktada,mezarları çok detaylı vs. Bunlar göçebe bir topluluğun özellikleri değil malum olacağı üzere.

Şuan araştırmacıların ekseriyetle çoğunluğu Etrüsklerin Asia Minor yani anadolu'dan muhtemelen de Lydia'dan gelmiş olduğunu düşünüyorlar. Bu büyük göçün sebebi tartışmalı Herodotos Lydia'da ciddi bir kıtlıktan bahsediyor belki bu yüzden bu halkın göç ettiği düşünceler arasında belki başka sebeplerle ama yeterli yazıt olmadığı için buna şimdilik tumturaklı kanıt bulabilmek zor gözüküyor. Kazılar hem Etruria'da hemde Lydia'da malum olacağı üzere devam ediyor ancak yeterli veri şimdilik yok ancak bu topluluğun Orta Asya'dan gelmiş olması çok abartılı hatta saçma bir iddia. Orta Asya'dan gelen göçebe bir topluluğun yerleşip üstte saydığım özellikler göstermesi mucizelere bakar. Hele Etruria bölgesinde gelişmiş şehircilik özellikleri ile çevresindeki tüm yerleşimlere fark atıyorsa burada orta asya bağı aramak saçmalamaktır.

Gelelim Eugene Pittard'a adam kitabı 1924 (20.yy'ın başı) yılında yazıyor. Yıl 1924 bilimsel kazı yok,epigrafi daha düzgün ve stabil bir düzleme oturmamış,eski çağ tarihi belli bir disipline yeni oturmuş,Antropoloji çalışmaları 19.yy'ın sonlarında başlamış. Şimdi yıl olmuş 2015 21.yy'da yaşıyoruz. Sosyal bilimlerde eski çalışmalar alınır ve kullanılırken teorilerden ziyade o bilim adamının elindeki veriler kullanılır. Mesela 19.yy'da bir bilim insanı gelmiş anadolu'yu gezmiş antik kentleri tespit etmiş görsellerini iliştirmiş veya antik yerleşim isimlerini yazmış işte o veriler tespit için kullanılır yeni bilimsel metotlarla ya desteklenir ya çürütülür. 19.yy bilim adamlarının uçuk teorilerini savunabilmek için elde ciddi veriler olması lazım.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

ayrıca ekşide şuna rastladım enteresan:

https://eksisozluk.com/reha-oguz-turkkan--366948?p=3


***"türk" değil, "türkiyeli" miyiz?***

reha oğuz türkkan
elektronik postamdan gelen okuyucu mektuplarının hepsine cevap yetiştirmek zor. fakat şu son günlerdeki sorular, basınımızda gitgide artan bir tezle aynı şekilde kafamı kurcaladığı için bu satırları yazıyorum.
soru şu: “biz, türkiyeli türkler kendimize “türk” demekle hata ediyormuşuz, çünkü türkistan orta asya türklüğüyle genetik bir ilişkimiz kalmamış. anadolu’da bin bir ırkla karışmışız melez bir milletmişiz.”

doğru mu?

bu sorunun cevabını yıllardır makalelerimde ve kitaplarımda (özellikle 1989’da yayımlanan biz kimiz’de) ve 2002’de yeni türkiye’nin yayımladığı 25 ciltlik türkler ansiklopedisinin 1. cildinde (s. 409-423) uzun uzadıya verdim, ama anlaşılan anlatamamışım. biraz daha açık seçik yazayım.

ırkçılık ithamı
kasım ayında milliyetçi bir dergide, almanya’da yaşayan bir türk yazar “ırkçılık” başlıklı bir makale yazmış. hem de babası maruf ırkçı olan bir kişi. vaktiyle babasına zıt gitmek için olacak, komünizmi benimsemiş olan, daha sonra da, sovyetler çökünce ve kendi evliliği de bitince o ideolojiden boşanan yazar şu iddiaları savunuyor:

biz “malazgirt’ten sonra güç-belâ 250.000 kişiyle ve daha sonra oflaya puflaya 500.000 kişiye ulaşarak anadolu’ya indiğimizde burada en az 7-8 milyon yerli ahali” yaşıyormuş. buna rağmen ırkçılar saf türk olduğumuzu iddia ediyorlarmış.
adını veremeyeceğim bu yazar (veremeyeceğim, çünkü rahmetli babasıyla iyi ve kötü günler yaşamıştım, o tatsız günlerin kapısını açmak istemiyorum), yazısının sonunda, babasının ırkçılığını saklayamayacağını iyi bildiği için, onu güya savunuyor. benim de galatasaray’dan hocam olan halit fahri ozansoy’u öne sürüp, babasını “ırkçılığa sürükleyen, türkiye’deki azınlıkların ırkçılığı olmuştur” diyerek bitiriyor makalesini.

babasından bu kadar da mı habersiz?
bana sorsaydı keşke! yayımladığım derginin iki defa kapatılmasına sebep, merhumun aşırı ırkçı hem de azınlık dediklerimize değil, ırkı ayrı müslüman vatandaşlarımıza karşı benden habersiz çıkan yazıları olmuştur. birbirimizden koptuktan sonra gene bu çeşit ırkçı bir yazısı yüzünden rahmetli alparslan türkeş de seçim sırasında ecel teri dökmüş, bana anlatmıştı.

gene de yazarın babasıyla, türk tarihi bilgisine, romancılığına ve milliyetçiliğine saygım dolayısıyla barışmış, komünistlere karşı birlikte mücadele vermiştik. şimdi oğlu çıkıyor, babasının türklük konusundaki görüşlerine tam zıt fikirler ortaya atıyor, türkçülüğün temel ilkelerini çürütmek için de ırkçılık damgası vuruyor!

türkiye’deki halkın kökenini doğru olarak görmekle ırkçılığın birbiriyle alâkası yoktur. biraz sonra belirteceğim gibi, bu görüş sırf tarih ve antropolojiyle ilgili bir bilim konusudur. gerçeklerin böyle olması milliyetçileri memnun, solcuları gayri memnun edebilir. ideolojik bakış açılarına göre doğruları eğip bükmek dürüst bir hareket olmaz.

gen bilimcisi profesör hanımın iddiaları

bir başka yanlış ses, daha saygın sıfatlı bir hanımdan geliyor. onun adını verebilirim: boğaziçi üniversitesi moleküler biyoloji ve genetik bölümünden prof. dr. aslı tolun. milliyet gazetesinde –gene kasım ayında, 27’sinde- koca bir manşet şu sözle bilimsel gerçeği haykırıyor:

“genetik olarak en karışık toplum biziz!” ve ikinci başlık: “türklerin genetik bakımdan orta asya’daki toplumlardan çok yunanlılara, italyan ve bulgarlara benzediğini belirten prof. …”vs.

bir noktayı daha belirtmiş sayın profesör: “anadolu’da 48 etnik grup” varmış. aslı hanım 7 ocak 2004’te ankara’da bir konferans verecekmiş (kendisiyle telefonla kısaca görüştüm, kızımın da adının aslı(han) olduğunu, chicago üniversitesinde arkeoloji profesörü olduğunu, benim de ön-tarih-prehistorya- uzmanı olduğumu söyledim).

bakalım bu buluşma veya karşılaşma nasıl geçecek? ama genler profesörünün bilimsel yaklaşımında bariz hatalar var. bunlara şimdiden işaret etmek istiyorum:

1. “48’li etnik grup”, bayanın uzmanlık dalına biraz uzak. onun mesleği biyoloji, etnik grup konusu ise sosyolojinin işi. kültür işi. ama, diyebilir ki, etniklikte köken de bir etkendir.

doğru. ben de onun için biraz uzak tabirini kullandım. az da olsa, uzaklık yanıltıcı oluyor. o sözünü ettiği “48 etnik grup” yıllar önce türkiye’de yazı ve bir de kitap konusu olmuştu. yörüklerin ve türkmenlerin bile türk’ten farklı birer ırkmış gibi, bu 48 sayısının içine alınışı ağır eleştirilere konu olmuştu. etnik grup tarifinin içinde alevîler gibi pek çok din ve mezhep farklılığı gösteren topluluklar da vardı. etniklik sade ırk farkını esas alıyorsa diyecek yok; fakat bir genetik uzmanı etnikliği yalnızca ırk özelliği gibi görüp “anadolu’da 48 tane var, onun için türkler biyolojik-genetik olarak 48 tane farklı soylu bir millettir” demeye getirirse hatalı olur.

2. genlerin dağılımı: türkiye türklerinin kan gruplarında a ve b az çok eşit miktarda olup, az oranda o da vardır. türk ırkının oluşumu, avrasyalı a kan gruplu alpinlerle b kan gruplu asya amerindlerin evlenmeleriyle gerçekleştiğine göre bu normaldir; b kan grubunun bu yüksek oranı, anadolu’ya ve batı’ya değil, orta asya menşeine işarettir.

dna ölçümlerini o gazete röportajı açıklamadığına göre yorum yapma imkânım yok. şu anda sorumuz şu: dna ölçümleri o 48 etnik gruba göre yapılmışsa, kültürce türk diye bilinenlerin dna’sında benzerliklerin oranı nedir?

antropolojik gerçekler

kültür, din ve mezhep ağırlıklı olan etnikliği sırf genetik farklılıkmış gibi gören profesör hanım, genetik konusuna, ikisi de vücut kalıtımıyla ilgili oldukları için asıl önemli bilim dalı olan antropolojik ölçümlerden neden söz etmiyor?

ne diyordu?

yunanlılara ve italyanlara daha çok benziyormuşuz (bulgarlardan da söz ediyor ama, onların oluşmasında 3 türk 5 slav karışımı bulunduğundan yanıltıcı bir örnek oluyor). antropolojiye giren bu iddiayı ele alalım ve antropoloji bilimine göre cevap verelim:

türkler anadolu’da % 92 gibi çok büyük çoğunlukla yuvarlak başlı (brakisefal)dır. benzediğimiz ileri sürülen yunanlılarla italyanlar ise % 73-88 gibi bir çoğunlukla uzun başlı (dolikesefal)dır. komşularımızdan araplar da, iranlılar da öyle. yani antropolojik ölçülerle bize en benzemeyenler. buna karşılık azerbaycan ve türkistan (orta asya) türkleri, tıpkı bizim gibi, % 90’ları aşan bir çoğunlukla brakisefaldirler (bazı kafkas kavimleri, özellikle
gürcüler de).

***

antropoloji biliminin diğer bir kıstası da göz rengi ve göz kapağının şeklidir. türkiye türklerinin göz rengi çoğunlukla kahverengi ve % 10-15 oranında da yeşil-elâ veya karadır. yunanlıların, italyanların ve gene komşularımızdan araplarla iranlıların ise büyük çoğunlukla kara ve az nispette kahverengi ya da mavidir. yani bizden farklı.

kafkas ve türkistan türklerinde kahverengi göz çoğunluktaysa da, kıpçak-tatar türklerinde yeşil-elâ göze sık rastlanır.

gelelim göz kapağı biçimine:

türkiye türklerinde 4 tip tespit edilmiştir: biri dümdüz (% 12.78), ikincisi (dikkatli bakmak şartıyla ) belli belirsiz çekikli-düz göz (% 40.49), üçüncüsü iyice belirgin yörük tipi çekik (% 41.32), sonuncusu moğol-çinli tipi tam çekik göz (% 5.41). türkistan türklerinde ise 3. tip çekikli göze % 70-80 gibi bir çoğunlukla rastlanır.

toparlarsak, yunanlılar, italyanlar ve avrupalıların neredeyse % 90-95 kadarı 1. tip düz göze sahiptirler. (kelt kökenli irlandalılarda 2. tip çok hafif çekikliğe sıkça rastlanır).

türkiye türklerinde 2. ve 3. tip göz çekikliği toplam % 81.81 gibi büyük bir çoğunluk arz eder ve böylelikle orta asya gen özelliğini açıkça devam ettirir. (1. bu ölçümler prof. dr. afet inan’ın doktora tezi olarak isviçre’de yayımlanmıştır. atatürk’ün direktifiyle sağlık bakanlığınca iki ayrı tarihte ölçüler alınmış, atatürk kişisel olarak düz göz tipini tercih etmekle beraber sonuçların türkiye’de de yayımlanmasına karşı çıkmamıştır. yani uydurmacılık söz konusu değildir. 2. ilginçtir; sırf kadınlar üzerinde yapılan ölçümlerde çekik göz özelliği daha çok çıkmıştır. bu da, biyolojinin yaratıklarda başlangıç özelliğinin dişilerde daha baskın olduğu yasasını doğrulamış oluyor).
bütün bunlar, türkiye türklerinin orta asya kökenli olmadıkları tezini çürütmeye yeter de artar sanırım. artar, çünkü kesin şekilde genetik ilişkilerin kanıtı bunlar.

peki, tarih gerçekleri ve “onlar (anadolu yerlileri) çoktu, biz (türkler) azdık” gibi nüfus oranlarıyla ilgili iddialara ne demeli?

rakamların ve tarihî gerçeklerin tahrif edilişini de gelecek yazımda açıklayacağım.

bibliyografya:

prof. dr. şevket aziz kansu, türk antropolojisi, 1941
turkish-amerikan encyelopedic digest, new york, c. 1. 1971
prof. dr. j. p. roux, histoire des turcs, paris, 1984
porf. dr. r. o. türkan, türklerin ataları, 1987, türk dünyası araştırmaları; biz kimiz, 1989, türkler, 2002.
prof. dr. e. piltard, les races et l’historie, paris, 1932 (ayrıca prof. dr. deniken, topinard… vs.)
prof. dr. g. poisson, le peuplement de l’europe, paris, 1919.
prof. dr. c. kaphart, races of mankind, new york, 1960.
prof. dr. r. dixon, the racial history of man, new york, 1923.
prof. dr. afet uzmay, “türkiye halkının antropolojik karakterleri”, belleten, c. ıv, ankara
prof. dr. afet inan, “recherches’sur les caracteres anthropologique des populatious de la turquie”, cenevre, 1939

~~

***tarih ve nüfus sayısı tahrifatları***

reha oğuz türkan

geçen yazımda, genetik bilimi, antropoloji ve etnikler konusunda yapılan hataları ele almıştım. gerçekleri ideolojik saplantılarla saklamaya ve değiştirmeye hile mi desem, cehalet mi, kelime bulamıyorum.

aynı şaşılacak tutum, türk tarihi ve nüfus sayıları konularında da görülüyor. daha da fazlasıyla: orta asya’dan anadolu’ya göçen türklerin nüfusunun çok az, yerlilerin ise çok fazla olduğunu, anadolu’nun kavimler köprüsü sıfatıyla bin bir kavim ve ırkla karışmalar geçirdiğini, dolayısıyla türkistan’la kardeşlik bağının hayallerle kendimizi aldatmak demek olduğunu iddia edenler, geçen yazımdaki acemi yazarla hanım profesörden çok daha fazla. aralarında başbakanlar (turgut özal), şairler (halikarnas balıkçısı), yazarlar, çizerler, profesörler sayılamayacak kadar çok.

bunlar güya tarih gerçeği öyle olduğu için, bunu itiraf ediyorlar! siyasiler ise bugünün politikası gereği bu tezi kucaklıyorlar: turgut özal, türkçe’ye bir türlü çevrilmeyen fransızca la turquie en europe (avrupa’da türkiye) adlı kitabında (plon, paris, 1988), türkiye’yi avrupa birliği’ne kabul ettirme gayretiyle, 2003’ün başbakanı tayyip erdoğan ise, bugünkü türkiye’de yaşayan türk kökenli olmayanları gücendirmemek sevdasıyla ve tam bir osmanlı yaklaşımıyla adımızı türkiyeli şeklinde benimsememize taraftar.

ister politik, ister ideolojik sebeplerden ya da mantık ve bilim özgürlüğünden olsun, bizimkiler kadar yabancılarda da bu tezi savunanlar çok. prof. dr. jean paul roux bile, az çok türk dostu bir tarihçi olduğu halde, çok değerli histoire des turcs eserinde (paris,1984) ve yunanlı s. vryonis’in the decline of hellenism eseri gibi birçok eserde, “türk unsuru anadolu’nun nüfus deryasının içinde bir iki damladan ibaretti” diyorlar.

ama gerçeği gören ve doğru nakleden türk ve yabancı tarihçiler de az değil (kaynakçada birkaçını yazdım). meselâ prof. dr. e. pittard, “türk’ün soyu koca bir vazoluk kansa, buna karışan yabancı kan birkaç damla gibidir” diyor (les races et l’histoire, s. 393).

tarihçi olmayan okuyucular, bu iki yönlü gerçekten şaşırıp, yazı-tura mı atsak diye düşünebilirler. bir çok tez vardır ki, her iki görüş de aynı ağırlıkta gözükür ve insan şaşırır. bu öyle değil, çünkü ortada resmî kayıtlar ve belgeler var. birazdan göreceğiz.

konunun özüne girmeden önce, akılları karıştırabilecek bir iki noktayı aydınlatmak isterim:

“türkler hiç karışmamıştır” iddiası yanlıştır. bundan 10-15 bin yıl önce buzulların çözülmesiyle (hatta belki daha da eskiden de) insan ırkları hep karışmıştır (belki bir iki istisna afrika pigmeleri, kutuplardaki eskimolar, japonya’nın kuzeyindeki aynular saf kalabilmiştir). karışmanın sonrasında doğan melez topluluk yüzyıllarca kendi aralarında evlenmişlerse, bir noktada yeni bir saf ırk niteliğine kavuşmuşlardır. doğan çocuklar, her nesilde artık yeni özelliklerini taşıyarak doğarlar. kuşlar ve hayvanlar âleminde de bu böyledir. genetik bilimi bu irsiyet-kalıtım konusunu böyle çözmüştür. bu yeni ırktan oluşan millet artık hep saf mıdır? hayır, onlarda yabancılardan kız akıp vermelerle karışırlar. bu karışma, amerika’daki gibi % 40-45’lere varırsa, melez bir milletten söz edilebilir. ama karışma –pek çok millette ve türklerde olduğu gibi- % 15-20, hatta 30 oranında kalmışsa, o milletin menşe-ırk özellikleri pek az değişmeyle devam eder. o ufak karışmaya rağmen almanâ alman, türk’e türk demekle yanlış yapmış olmayız. tıpkı altına –hemen her zaman- karıştırılan az miktar bakıra rağmen altın yüzük deyip, altın-bakır karışımı yüzük demeyişimiz gibi.

türk dediğimiz insan, tunç çağında (m.ö. 5000-4000) iki ırkın hemen hemen eşit karışmasıyla doğmuş, m.ö. 200’de tekrar aynı iki ata-ana ırkla karışma olmuş, birincisinden ön-türkler, ikincisinden ilk-türkler doğmuştur. aralarında bin yıl iç evlenmeler sonucu türk ırk-milleti tarih sahnesine çıkmıştır.

anadolu’da çok karıştığımız iddia edilen insanlar kimlerdi?

bir kere şu mantık hatasına düşmemeliyiz: kıtalar arası köprü konumunda olan anadolu’dan gerçekten pek çok kavim ve ırk gelip geçmiştir, ama bu bin bir göç, türkler geldikten sonra değil, türkler gelmeden evvel olmuş bitmiştir.

biz 1071’den sonra anadolu’ya el koyduğumuzda, oradaki yerli halk o bin bir göçmenden kalmış milletlerdi. biz karışmışsak, bu tek yeni halkla, bizanslılarla karıştık, yani bizans kimliğinin altındaki çeşitli genetik karışmaların sonucuyla.
m.ö. 2000’lerde başka aryen (hint-avrupa) kavimleri anadolu’ya dolmuş (frikler, traklar, helenler… vb.). ardından büyük iskender’in makedon ordusu, sonra roma lejyonları, şu bu derken doğu romalı= bizanslı oluş…
işte türkler karşılarında bu melez milleti buldular. karıştılar mı onlarla? ve ne kadar? şimdi onu görelim:

1000 yılında –yani selçuk türklerinin anadolu’ya girmeye başladıkları tarihlerde- yerli nüfus ne kadardı?

“türkler daha çoktu” tezini savunanların sayıları, uydur uydurabildiğin kadar!

“ırkçılık” yazısını yazan maruf ırkçının oğlu, “en az 7-8 milyondu” buyuruyor.

s. vryonis, “türklerinkinin 6 katıydı” dedikten sonra, pazarlık eder gibi, “hadi 3 katı olsun” lütfunda bulunuyor. nasıl ciddiye alırsınız?

daha ilk baştan büyük bir terslik göze çarpıyor: eğer anadolu nüfusu türklerinkinden bu derece fazla idiyse, nasıl oluyor da 11. yüzyıldan sonra anadolu’da rumca değil de, türkçe hâkim oldu? hem de karışık bir şekilde değil, tamamı ile türkçe?

mukayeseli nüfus araştırmacıları, yeni anadolucuların rakamlarının hiçbir ilmî delile dayanmadığını ve sırf kafadan atma olduğunu ortaya çıkarıyor. büyük isviçreli antropolog prof. dr. e. pittard, kılı kırk yararak yaptığı incelemeler sonucunda osmanlı sıfatlı türk’ün anadolu halkıyla karışmasını şu şekilde ifade ediyor (tekrarda yarar var):

“türk’ün soyu koca bir vazoysa, buna karışan yabancı kan birkaç damla gibidir.” (les races et l’histoire, 1932, s. 393)

türklerden önceki ve sonraki anadolu’nun nüfusu ve etnik (soy) durumu konusunu prof. dr. e. pittard’a ilâveten en iyi araştıran kaynakların bazılarını bu yazının sonunda bulabilirsiniz. biz burada meseleyi şu şekilde yerine oturtmak istiyoruz:

ı) malazgirt savaşından önce anadolu’nun etnik durumu neydi? burada kimler vardı?

bütün o çağ kaynakları 11. yüzyıl başlarında anadolu’da şu etnik grupların bulunduğunu gösteriyor:

1- bizans diye bilinen ve çoğu rumca konuşan hıristiyan bir halk. bunlar çoğunlukta olup, vergi vs. kayıtlara göre herhalde 800.000-1.000.000 kadar bir nüfus teşkil ediyorlardı. herhalde 5. ve 6. yüzyıllarda anadolu’nun bizans nüfusu daha kalabalıktı; fakat, 6. yüzyıldan sonra başlayan sasani, sonra da her yıl baharla gelen arap (abbasi ve emevi) akınları ve savaşları, depremler, büyük malarya salgınları nüfusu çok kırmıştı.

güneyden gelen islâm akınlarıyla, deprem ve hastalıklarla kırılmış, azalmış, 11. yüzyıla gelindiğinde 800.000 kadar nüfuslu bir halktır. oğuz türkmen göçünün karşısında bulunduğu bizanslı yerliler işte bunlardır.

2- doğu anadolu’nun dağlık bölgelerinde urartu diye bilinen ve soyu meçhul olan (belki de asurîlerin bir kolu) ile perslerin karışımından doğma kürt denilen az nüfuslu göçebeler yaşıyordu. birkaç kaynak, bunların esas unsurunun, gök-türklere bağlı bir aşiret olup bu dağlık bölgeye orta asya’dan göçtüklerini yazıyor. 11-12. yüzyılda oğuz türkmen akınları sırasında doğu anadolu’yu baştan başa kaplayan türk aşiretleri, safevilerin şiîlik propagandası sonunda alevî mezhebine girince, yavuz sultan selim’in çaldıran sonrası sert siyaseti neticesinde dağlara sığınmış ve bu kürt denilen göçebelere katılmışlardır. günümüzde kürt diye bilinmekte olan güneydoğu anadolu halkı işte bu kökenden türemedir ve herhalde büyük çoğunluğu orta asya kökenli çok eski bir soyla, çaldıran seferi’nden sonra dilce kürtleşmiş türkmenlerdir.

3- ermeniler: sayıca azlardı. kayseri civarındakiler herhalde bizans’ın trakya’dan alıp buraya yerleştirdiği hıristiyan ve şamanist oğuz türkleriydi. sonra ermeni kilisesine girmişler, fakat dilleri türkçe kalmıştır.

4- diğer hıristiyan ve şamanist türkler: idil-ural’dan balkanlara göçmüş olan uz, eski bulgar-hazar, peçenek ve kuman-kıpçak türkleri kitle halinde anadolu’ya yerleştirilmiş ve sonraları bizanslı rum diye bilinmişlerdir(sayıları 200 bin kadardı prof. dr. i. kafesoğlu).

malazgirt savaşları sırasında bizans ordusunda bulunan 400 bin kadar hıristiyan ve şamanist türk kökenli asker, selçukluların da kendileri gibi türkçe konuştuklarını fark edince alparslan’ın ordusuna geçivermişlerdir.

anadolu’nun türk fütuhatından sonra az sayıda olan bu ihtidalar (din değiştirmeler) daha çok bu bizanslı hıristiyan ve şamanist türkler safından olmuştur.

özetlersek, türkler anadolu’ya girdiklerinde, anadolu’nun yerli nüfusu ancak 1 milyon kadardı. bunun büyük kısmı, bizanslı etiketini taşıyan eski anadolu halklarının karışık çocukları (bize akraba ve hatti ve lidyalıların da kanını taşıyanlar dahil), gerisi de urartu-kürt, ermeni ve bir de hıristiyan/şamanist balkan türkleri idi.

ıı) türkler anadolu’ya girince bu nüfusa ne oldu?

malazgirt’ten bile önce anadolu’ya (ege kıyılarına kadar) yapılan selçuklu türk akınları, sonraki fütuhat, savaşlar ve türkmen göçmenlerin işgalleri sonucu anadolu yerli nüfusu bir hayli kırılmış, halk, köy ve kasabalardan kaçıp batıya büyük şehirlere sığınmıştı. anadolu’nun dağ, dere, tepe ve köy isimlerinin öz türkçe olması, türklerin bu boş yerlere yerleştiklerini gösteriyor. daha sonra anadolu’nun belli başlı şehirleri de türklerin yerleşimlerine açılmış ve bunların da isimleri ya tamamıyla türkçe (kırşehir, akşehir, beyşehir, denizli gibi) ya da türkçeleşmiş olarak yeni kimlik kazanmışlardır.

12. yüzyılda başlayan haçlı seferleri de, hâlâ yerlerinde duran yerli halkın tekrar kırılmasına yol açmıştır.

1 milyon kadarla başlayan yerli nüfus yarıya düşmüştür. bunların çok ufak bir kısmı ihtida etmiş, müslüman olmuş, türklere karışmıştır. din değiştirenlerin çoğu zaten türk soylu olan uz, peçenek ve kumanlardan olmuştur. şüphesiz türk soylu olmayan bizanslı anadoluların da din değiştirip türk kimliğine büründükleri olmuştur. ancak bunu pek az (pittard’ın tabiriyle “koca vazoda birkaç damla”) olduğu, bin nüfuslu hiçbir ihtida olayının zamanın kayıtlarında bulunmayışından anlaşılıyor (bizans, arap, türk ve ermeni kayıtlarını ö. l. barkan, m. h. yinanç ve f. sümer gibi araştırmacılar tek tek taramışlardır).

zaten mantık da bunu doğruluyor: türkler müslümanlardan cizye vergisi almadıkları, bu vergiyi sadece hıristiyan tebaadan aldıkları için, halkı müslümanlığa zorlamak ekonomik çıkarlarına karşı olurdu. zorla din değiştirmeyi islâm dininin yasakladığı da malûmdur. o kadar ki, türkçe konuşan birçok kayseri ermenisi bile din değiştirmeleri için zorlanmamıştır. kurtuluş savaşına kadar hıristiyan bir cemaat olarak süregelmişlerdir.

önemli bir nokta da şudur:

türklerin önünden kaçan ve büyük şehirlere sığınan anadolu hıristiyan halkı, gerek selçuk, gerekse osmanlı yönetimine geçtikten sonra dinlerini muhafaza etmiş, günümüze kadar rum ve ermeni azınlıklar olarak –yani türklere soyca karışmadan- devam etmişlerdir. hatta müslümanlığı kabul eden kürt aşiretleri bile –belki de yanlış bir siyasetle- asimile edilmeden bırakılmışlardır. ancak alevîlik ayrımı yüzünden kızılbaş türkmenler osmanlılarca tedip edilip geri kalanlar dağlara sığınınca kürt unsurlarıyla karışma olmuş, fakat bu sefer de onlar türkleşmemiş, türkmenler kürtleşmiştir.

ııı) türk göçlerinin nüfus çapı ne kadardır?

türklerin karşılaştıkları yerli anadolu nüfusunu gördük: 1 milyonla başlamış, ilk fütuhat ve sonraki haçlı seferleri sonucunda yarıya inmiş, bunlardan türk soylu hıristiyanlarla bir kısım gayri türk hıristiyanlar din değiştirip selçuklulara karışmış, gerisi de yakın zamanlara (hatta bugünlere kadar) adlarını, dinlerini, dillerini ve kültürlerini –yani ayrılıklarını- koruyarak gelmişlerdir.

şimdi sıra, türklere karışmış olan ve herhalde 200-300 bin kadar olan yerlilerin ne miktarda türk’le karıştığını hesaplamaya geldi. yani pittard’ın “birkaç damla” dediği bu 200-300 bin yabancıya karşılık “büyük bir vazo dolusu” dediği türk ne kadar?

1071’den sonra anadolu’ya dolan türkmenleri, devrin arap ve bizans kaynakları “çekirge sürüsü gibi çok sayıda” , “dalgalar gibi geldiler” diye yazıyorlar (bk. yinanç, avcıoğlu, öztuna, ibn haldun… vb.).

prof. dr. ömer lütfi barkan’la, prof. dr. mükrimin halil yinanç, gerek türk öncesi anadolu nüfusunu, gerekse türkmen göçmen nüfusunu karşılıklı kaynaklardan çıkararak, kontrole tâbi tutarak ve yorumlayarak çok ciddi araştırmalar yayımlamışlardır (bunlara daha sonra prof. dr. osman turan, prof. dr. nüsret köymen, prof. dr. ibrahim kafesoğlu, prof. dr. faruk sümer ve yılmaz öztuna da yeni katkılarda bulunmuşlardır bk. bibliyografya).

bütün bu araştırmalardan çıkan sonuç şudur: 11. yüzyıldan itibaren, ilk hamlede anadolu’ya 1 milyonu biraz aşan türkmen göç etmiştir: karısıyla, çocuklarıyla, çadırı ve taşınabilir malı mülküyle (hatta f. sümer’in belirttiği gibi, kutatgubilik’in nüshasını bile arkada bırakmamış, getirmiştir. tabii köroğlu ve dede korkut destanlarını da). bu göçten az evvel, kutalmış’ın ve çaka bey’in akınlarıyla bir miktar gazi oğuzlar anadolu’ya yerleşmişti bile. haçlı savaşları başlayınca, büyük selçuklular, aileleriyle birlikte 50.000 asker daha yollamışlardır anadolu’ya. (p.wittek, 34) : bu da en azından 200.000 türk daha demektir. prof. dr. hakkı dursun yıldız, 25.2.89 konf.).

bu göçler bu kadarla kalmamıştır. f. sümer, “orta asya’dan anadolu’ya adetâ bir göç köprüsü/kanalı kurulmuştu” der (xıı, xv). prof . dr. m. h. yinanç, bu göçleri ve sayılarını asır asır cetvellemiştir (s, 168). cengiz han ordularının anadolu’yu işgalleri sırasında –bu sefer oğuz ulusu dışındaki diğer türk boy ve oymaklarından- yeni bir göç yerleşimi olmuştur ki, sayısı neredeyse ilk göç kadar tutmuştur. ilhanlılar bu siyaseti devam ettirmiş ve 12, 13 ve 14. yüzyıllarda orta asya’dan anadolu’ya türk göçü, o muhayyel köprü üzerinden durmadan akıp gelmiştir. 13. yüzyılda, osmanlıları çıkaracak olan kayı aşiretinin 400 çadırlık göçü ise muhakkak ki, moğollar önünden kaçan oğuz boylarının ancak biriydi.

böylece anadolu türk ve türkmenlerle doldu, taştı. dört asır boyunca 4 milyona yakın soydaşımız anadolu’ya yerleşti. işte pittard’ın vazosu bu büyüklüktedir. bu 4 milyon türk’e karşılık, türk’e müslüman olup katılan (ve çoğu da uz-peçenek-kuman türk’ü olan) 300.000 kadar anadolulu da türk kanına karışan birkaç damladır.

türkiye’de türk diye bilinen çoğunluk halk, kafkasya’daki ve orta asya-türkistan’daki halkla yalnız soy ve genlerle değil, hem genetik bağlarla, hem de kültür, gelenek ve din inançlarıyla kardeştirler.

2000 yılında türk 2000’ler vakfımızın istanbul rüstem paşa medresesindeki merkezinde türk dünyasının ortak yanları adlı bir sergi açılmıştı. bu sergi 11 ay sürdü. burada resim, fotoğraf ve yazılarla türklerin mimari, giysi, kilim, âdet-gelenek, tip ve atasözleriyle, bazen bin yıllık bir ayrılığa rağmen hâlâ nasıl birbirlerine benzediklerini belirtmiştik.

şimdi de 9’lar enstitüsü yoluyla gezer sergi yapmaya çalışacağız. şair enis behiç koryürek’in dediği gibi: “biz kimleriz? biz altay’dan gelen erleriz,/ türkmen, oğuz, başkurt, tatar ve kırgız’ız.”

bibliyoğrafya:

prof. dr. ömer lütfi barkan:
-“osmanlı imparatorluğunda bire iskân ve kolonizasyon metodu olarak vakıflar ve temlikler”, vakıflar dergisi, 1942
-“osmanlı imparatorluğunun teşekkülü meselesi”, a.ü. sbf dergisi, ankara, 1944, s. 343-356.
-“tarihî demografi araştırmaları ve osmanlı tarihi”, türkiyat mecmuası,c.x (51-53)
prof. dr. fuat köprülü:
-“osmanlı imparatorluğunun etnik menşei meseleleri”, ttk belleten, c. vıı, 1943, s.28.
-osmanlı imparatorluğunun kuruluşu, ankara, 1972.
prof. dr. ibrahim kafesoğlu, bütün eser ve ders kitapları (ve son, 1985’de ayd. oc. yayını türk-islâm sentezi).
prof. dr. osman turan:
-türk cihan hâkimiyeti mefkûresi tarihi, 1969.
-selçuklular zamanında türkiye siyasî tarihi, 1971.
prof. dr. faruk sümer, oğuzlar, 1980 (önsözü).
prof. dr. hakkı dursun yıldız, islâmiyet ve türkler, ed. fak. yay. 1976.
prof. dr. mükrimin halil yinanç, türkiye tarihi-selçuklu devri (anadolu’nun fethi9, 1944.
prof. dr. oğuz ünal, horasan’dan anadolu’ya, 1980.
mehmet şeker, fetihlerle anadolu’nun türkleşmesi, islâmlaşması, 1973.
doç. dr. mehmet eröz, türk kültürü araştırmaları, 1977.
yılmaz öztuna, türkiye tarihi, 1964.
doğan avcıoğlu, türklerin tarihi, 1985.
prof. dr. eugene pittard, les races et l’histoire, 1932.
prof. dr. paul wittek, the rise of the ottoman empire, 1965.
herb. muller, loom of history, 1959.
prof. dr. j. paul roux, histoire des trucs, 1984.
h. sadettin arel, “türk musikisi kimindir?”, türklük, 1939-40, 14 dizi (kitap olarak da yayımlanmıştır).
05.03.2014 15:10 ~ 19:40 kranishval




ekşide devamı olarak atsızın verdiği cevap var kendisine isteyen oradan bakabilir...

not: bu atsızı bir sevemedim ben, bir çamurluk var, işin garibi ismini kullana "atsızcılar" da da aynı çamur üslup var...
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

öncelikle Etrüsklerin asyadan geldiklerine yönelik önermeyi tam olarak nereden buldunuz onu anlamıyorum

rahmetlinin dediği, yanlış hatırlamıyorsam, bir türün sümer dediğimiz medeniyeti oluşturduğu, bunların sonra göç ederek dağıldığı, bir kısmının anadolu üzerinden Etrüskler i oluşturduğu,

yani asyandan gelme diye bir durum yok ki

diğer taraftan araştırma yapan inanların araştırma yaptıkları spesifik bir durum var, orada yazılı zaten


ayrıca etrüskler, sümerliler türktü önermesi zaten işin reklam tarafı, adam programda bile bir kaç kere dedi, işin doğrusu sümeri ve etrüskleri oluşturanların, bu gün bildiğimiz anlamda türkleri de oluşturduğu, bu yüzden dil ve kemik yapılarına göre çıkarımlar yapılıyor

tabi bu basit gerçeği görmezden gelip, iflah olmaz bir entelektüel olduğumuzdan ötürü "bütün dünya türk oldu hahahaha" diyede dalga da geçebiliriz.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...