Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Malazgirt Savaşına katılan 10.000 kürt askeri


yuttum

Öne çıkan mesajlar

Kürtler ile Türkler’in stratejik manada ilk ilişkileri önce Abbasi daha sonra da Gazneliler’in ordularında paralı asker olarak bulunmalarıyla başlar. Dönem konjonktüründe pek yeri olmayan etnik köken bilincinin aksine aynı dine inanan iki toplumun kaynaşması olarak da bu durumu değerlendirebiliriz. Genel itibariyle Malazgirt Savaşı’ndaki askeri ortaklık ile başlatılan Kürt-Türk ilişkileri için Prof.Dr.Ahmet Özer ‘’ Kürtler, Türklerin Anadolu’ya girmesinde , yerleşmesinde ve yayılmasında katalizatör rol oynadılar. Söz gelimi, GermiyanoğullarınıKöysancak-Kerkük civarından getirip Kütahya’da konuşlandıranlar Kürtlerdir. 1500’lerde Ankara Sancağına bağlı ‘’ Gemgiri’’ Çankırı Mirliği, Kürt Etmaneki Mir Muhammed’in kontrolünde gelişmiştir. Bugün Çankırı,Çorum Kütahya, Ankara, Konya , Kırşehir, Afyon, Bolu ve Adapazarı’na kadar eski zamanlardan beri yerleşik Kürtlere rastlanması bunun sonucudur.’’* yorumunda bulunmuştur.

Asıl konumuz olan Malazgirt Savaşı(1070)’nda Kürtlerin rolüne gelecek olursak bu eksende öncelikle Mervani Devleti’nden bahis açmak gerekiyor. 990 yılında Meyyafarqin’de ( Diyarbakır-Silvan) kurulan bu Kürt hanedanlığında tam da Malazgirt Savaşı öncesi iktidar mücadelesi baş göstermişti. Olaylardan yaklaşık bir asır sonra kaleme alınan İbnu’ulEzrak’ın yazdığı Türkçe’yeMervani Kürt Devleti adıyla çevrilen eserde , Mervani Hükümdarı Nureddin ile kardeşi Said arasında bir taht kavgasından bahseder. Said abisinden kaçarak Sultan Alparslan’a sığınır ve Alparslan tahtı alıp Said’e verme vaadinde bulunur. Tam bu sıralarda İstanbul’dan hareket eden Bizans ordusunun haberi gelince, Alparslan da ordusu ile Kürdistan’a gelir. Bu sırada Selçuklu veziri Nizam’ul-Mülk’ü Silvan’a Nureddin ile görüşmeye gönderir. İlk başlarda bu durumdan çekinen Nureddin , Sultan Alparslan’ın ayağına gitmeyi kabul eder. Bu durumda iki kardeşe sultanlık sözü veren Alparslan rivayete göre bir av sırasında Said’i öldürtür. Sonra cereyan eden savaşta Nureddin de Alparslan’a olan vefasından dolayı savaşta Selçuklu orduları ile beraber Bizans’a karşı savaşır. Kimi bu durumu zaten çaresiz olan Nureddin’in Selçuklu saflarında savaşa girdiği şeklinde yorumlarken kimi de İslami bir çerçeve ile bakarak din kardeşliği nedeniyle bu ortaklığı bir ‘’gaza’’ olarak nitelendirir.

Savaşta Kürtler kaç asker ile bulunduğu sorusu da ayrı bir konu oluşturur. Genel olarak 10.000 Kürt’ün savaşta Selçuklular ile beraber olduğu söylense de dönemin tarihi kaynaklarından iki Arap kaynağı Ibtİbnu'l-Cevzî'nin "Mir'atu'z-Zamân" adlı eserinde savaşta 10.000 Kürt’ün bulunduğu ,İbnu'd-Devâdârî'nin "Kenzü'l-Durer"inde de Kürtlerden ve diğer kavimlerden 10.000 kadar insanın katıldığı bilgisine rastlarız. Tabi bu askerlerin özellikleri hakkında pek bir bilgi bulunmamaktadır. Hepsinin sipahi olduğu vs. işin efsaneleştirme kısmına giriyor.

Elimizde olan en net bilgi hatırı sayılır miktarda Kürt savaşçının bu savaşta Türkler ile beraber Bizans’a karşı savaştığı gerçeğidir. Nitekim daha önce Sultan Selahaddin Eyyubi (1138-1193)** adlı yazımda da belirttiğim gibi bu savaş sonrası ki bir çok Kürt içinde daha verimli ve daha yeni alanlara göçler başlamıştır. Selahaddin’in dedesi Şadi’de bu savaş sonrası güney kısımlara göç edenler arasındadır.

Kısaca Mervanilere değinecek olursak savaş sonrası Nureddin, ‘’Sultan’’ olarak devletinin başına geri döndü ve birkaç yıl sonra vefat etti. Yerine oğlu Mensur geçti. Bu dönemde özellikle Selçuklu veziri Fahrüddevle’nin girişimleri sonucu Alparslan’ın yerine Selçuklu tahtına geçen Melikşah,Mervani topraklarını ele geçirmek istedi. Amed’e bir ordu gönderdi ilk başta Amed daha sonra Meyyafarqin düştü. Mervani devleti ortadan kalktı.(1085)

Kürtlerin nüfus olarak çoğunluk olduğu bir bölgede ilk etapta sadece askerleriyle gelen bir halkın emaresi altında girmesi, onların girdiği bir savaşta ordularına katılması ve izzeti ikramlarıyla yetinmesi, o dönemde de olan siyasal birlik oluşturamama eksikliğinden kaynaklanır. Faydaları kısmına gelecek olursak Malazgirt sonrası, karşısında kendilerini engelleyecek bir Bizans bulamayan Kürt aşiretleri Fırat’ın batısına daha hızlı şekilde yerleşmeye başladı yani Anadolu bu dönemde Türkleştiği kadar Kürtleşiyordu…

http://www.kurtkulturu.com/Yazar-Makale/27/salih-cakir/sultan-selahaddin-eyyubi-1138-1193-
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

vivavale said:

medieval II de var şemmammeyler.


eheh



"Kurdish troops are well respected in the east, and often entire tribes would be hired to maintain and guard borders around Syria. These troops are tough mountain men found fighting throughout the Middle East. They soften an enemy with their javelins, then finish them with the sword."
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

şöyle bir şey den bahsediyorlar, alp aslanın ana kuvvetinin yanında şehir kuşatmaları falan için başka birliklerde var, bizansın ordu ile üstüne yürüdüğünün haberi gelince onu karşılamaya gidiyor ama yağma için bulunan diğer askerler bunu kabul etmiyorlar, hatta bunun konusunun içine koymuştum bir yazı... illa kürt varsa 10.000 tane onların içinde olabilir, bizans içinde savaşan çok vardı zira,

zaten yağma durumu ortadan kalkınca ve büyük bir orduya karşı meydan savaşı durumu oluşunda bir çok firar olmuş

zaten öte taraftan bu savaşın kazanılmasında harici bir yardımdan bahsedersek, en büyük faydayı savaşmadan meydanı terk eden ermeni kuvvetler yapmıştır,

işte yazı:

http://forum.paticik.com/read.php?17,1367510,7290203#msg-7290203


Feamer said:

klasik anlatımların dışında güzel bir yazı olmuş, okumanızı tavsiye ederim, arka plan ve orduların yapısı güzel anlatılmış

ama dikkatimi çeken bir nokta var,

"...Sağ kanatta bulunan ve pek çoğu Ermeniden oluşan kuvvetin ise büyük bölümü esas çarpışmalardan evvel kaçmıştı. Son ana kadar savaşan Romanus esir düştü."

"...Bu iç karışıklık ortamında Kilikya Ermenileri yarı özerk bir idare kurdu ve bu idare daha sonra imparatorluktan tamamen koparak bağımsızlaştı."

bu bilgiler ışığında, savaş öncesi ermeniler ile bir anlaşma yapılmış olabilir mi?


Malazgirt Muharebesi (1071)


Batı Roma İmparatorluğu, bitmek bilmeyen istilacı akınları sonucunda kısa sürede çökse de Doğu Roma istilacılara karşı kendini korumayı bilmiş, tehlike geçtikten sonra da eski gücüne kavuşup önemli fetihler yapmayı başarabilmişti. Bugün dünyada bilinenin aksine Bizans terimi bu imparatorluğu yönetenlere ve tebaasına yabancı bir kavramdı. Onlar kendilerine Romalı derdi ve kendilerini de Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak görürlerdi. İberya ve İtalya’daki fetihler, onlara göre kaybedilen vilayetlerin geri alınmasından başka bir şey değildi.

Doğu Roma, Justinianus döneminde eski vilayetleri geri kazanma yolunda önemli atılımlar yapmışsa da devamlı olarak yükselen güçlerle karşı karşıya gelmek durumunda kalıyordu: Tuna havzasında Bulgarlar ve Peçenekler; Güney İtalya’da Normanlar; Afrika, Suriye ve Anadolu’da ise Araplar. Normanlara kaybedilen topraklar bir daha geri alınamamış ve hatta bu istilacılar Balkan topraklarına saldırılar düzenlemişti. Bulgarlar ve Peçenekler ise gerek rüşvet gerek diplomasi gerek de asker kiralama yöntemiyle bir şekilde kontrol altına alınabiliyordu. Araplar ise İstanbul’u bir kez kuşattıysa da bir daha o kadar ileri gidebilen bir ileri harekat yapamadı. Bunda en büyük sebep Roma’nın savunmaya dayalı stratejisinde yatar. Roma’nın savunma stratejisi, anahtar savunma mevzilerine dayanıyordu. Mısır ve Suriye gibi bölgelerin merkezden uzak oluşu, buradaki garnizonların Arap saldırılarına karşı kaderine terk edilmesine neden olmuştu ancak imparatorluk, Anadolu platosunda çok kuvvetli bir iletişim ağına sahipti. İstilacı bir ordunun sahrada tutunabilmesinin tek yolunun yağmalamak olduğu bir çağda tarım yapılmayan, pek az yerleşimin olduğu ve geceleri oldukça soğuk geçen bir platoda tutunabilmek hemen hemen imkansızdı. Bu statik savunma anlayışı Araplar karşısında işe yarasa da doğudan gelen yeni bir güç karşısında tamamen etkisiz kaldı: Türkler.

Tamamı hafif süvarilerden ve atlı okçulardan oluşan Türkler için Anadolu bozkırları Orta Asya’daki yurtlarından farksızdı. Kıt kaynaklarla uzun seferlere çıkıp yabancı yurtlarda konaklayabilirlerdi çünkü çok önemli bir avantajları vardı: Bozkır atı. Avrupa’daki cinslerine göre daha ufak ve kısa olan bu at türü kuvvetli ve süratli yapısıyla dikkat çeker. Fevkalade bir manevra yeteneğine sahiptir ki bu da bir atlı okçunun bir attan beklediği en temel özelliklerden biridir. Bozkırın göçebe halkları binek olarak kısrakları tercih eder. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi kısraklar daha yumuşak huyludur, yani kontrolü daha kolaydır. İkincisi ve daha önemli olanı ise süt vermesidir. At sütü, bozkır insanının temel besin kaynağıdır. Bir kısrak günde dört beş kez sağılabilir ve toplamda bir litreye yakın süt alınabilir. Uçsuz bucaksız coğrafyalarda hayatta kalabilmek adına bundan daha iyi bir çözüm olamaz.

Muharebenin arkaplanında yatan siyasi sebeplere gelirsek birbirinden tamamen farklı iki cephe görürüz. Roma İmparatorluğu çok uzun süren istikrarlı bir monarşinin ardından iç çatışmalar dönemine girmiştir. X. Constantine’in ölümünün ardından, gücü Constantine’in ağabeyi John’a kaptırmak istemeyen İmparatoriçe Eudocia, Romanus Diogenes ile evlenmiştir. Zeki bir kadın olan Eudocia, Türklere kaptırılan Ani kentinin doğu savunmasında ciddi bir açık oluşturduğunun farkındaydı ve bu sebeple belirleyici bir askeri sefer için Romanus’u yüreklendirdi. Romanus da tahtı elinde tutabilmek için büyük bir zafer kazanıp, şanına şan katması gerektiğinin bilincindeydi. Türk cephesinde ise bambaşka telaşlar vardı. Abbasi hilafetini kukla yapıp devletin fiili gücünü eline alan Selçuklular, Mısır’daki bir başka hilafet olan Fatımilerle çatışıyordu. Sultan Alparslan’ın nihai hedefi Fatımileri ortadan kaldırıp Mısır’ı fethetmekti. Romanus Diogenes, Romalıların övgüsüne mazhar olacak bir plan uygulayarak önce Sultan Alparslan’a saldırmazlık anlaşması önerdi. Sultan anlaşmayı büyük bir memnuniyetle kabul etti lakin bu diplomatik bir aldatmacadan başka bir şey değildi. Alparslan’ın Halep’i kuşatmak üzere yola çıktığını öğrenen Romanus, ordusunu toplayarak İran sınırına doğru ilerledi. 1071’in Temmuz ayında Erzurum’a varan Romanus’a Alparslan’ın Halep kuşatmasını kaldırdığı haberleri geliyordu. Haberler doğruydu. Alparslan sağlam istihbarat ağı sayesinde Romanus’un amacını öğrenmişti lakin kuşatmayı kaldırması ona biraz pahalıya malolmuştu çünkü bu hamlesiyle zengin bir kenti yağmalama fırsatı yerine yeni ve uzun bir seferin çilesini çekmek istemeyen birlikler ordudan kaçmıştı. Bu durum bir bozkır ordusu için olağandışı değildi lakin bu sebeple ordunun mevcudu 10,000 dolaylarına inmişti. Malazgirt’e doğru ilerleyen Roma ordusunun mevcudu ise 40,000 kişiydi.

Alparslan ilerledikçe ordusunu yeni birliklerle takviye etse de Romalıların yarısı büyüklüğünde bir ordusu vardı hala. Ancak Alparslan’ın asıl avantajı istihbarattı. Sürekli olarak keşif harekatları yapan Selçuk süvarileri Alparslan’a taze bilgiler getiriyordu. Romanus’un aksine Alparslan, düşmanının nerede olduğunu kesin olarak biliyordu. Eudocia’ya ve doğal olarak Romanus’a da düşman Ducas ailesine yakın bir tarihçi olan Michael Psellus, Romanus’u “ne yaptığını ve nereye gittiğini bilmemek” ile itham eder. Bu ağır bir ithamdır çünkü Ducas ailesinin fertleri ve bu aileye yakın olan generaller muharebe sırasında Romanus’u tümüyle yalnız bırakarak başkente dönmüşlerdi.



Ordular

Roma ordusu esasında çok uluslu bir orduydu. Teorik olarak yüz bin civarında asker çıkartabiliyorlardı ancak bu hem abartılıdır hem de bunların en az yarısının basit çiftçilerden ve esnaftan oluşan garnizon askerleri olduğu unutulmamalıdır. Roma her zaman profesyönel askerliğe önem vermiş ve ordusunu da buna göre tanzim etmişti. Batı Avrupa’dan imparatorluğa gelerek hizmet etmek isteyen asker sayısı hiç de az değildi. Dahası bu büyük bir prestij kabul ediliyordu. Ordunun genel yapısı zamanla ücretli yabancı askerlere kaymıştı. Yönetici aileler arasında dengeleri bozup darbe yapabilecek bir ordu belli ki tutulmamıştı.

Yaklaşık 5,000 mevcutlu Varangian Muhafızları Roma’nın en tanınmış askerleriydi. İmparatorun kişisel muhafızları diyebileceğimiz İskandinav kökenli bu askerler Rusya üzerinden Doğu Roma’ya gelmişti ve klasik Viking savaş tarzını yansıtıyordu: Genellikle çift elle kullandıkları devasa baltalar, yuvarlak kalkanlar, zincir zırh ve koni biçimli burun ve yanak korumalı miğferler. Bunlar, yayan şok taarruzlarıyla düşman piyade hattını felce uğratmalarıyla meşhurdu. Bu muhafızların imparatora bağlılıkları konusunda ise kimsenin şüphesi yoktu zira 969 senesinde yaşanan taht darbesi bunun en güzel örneğidir. O sırada tahtta oturan İmparator Nikeforos Fokas ünlü generallerinden biri olan John Tzimiskes tarafından saldırıya uğrar. İmparatorun kullarından biri Varangian muhafızlarına haber verir. Muhafızlar Tzimiskes’i durdurmak için olay mahaline gittiklerinde İmparatorun çoktan öldüğünü görürler. O durumda Tzimiskes’i linç etmek yerine yeni imparator olarak önünde diz çökerler. Muhafızlar kişiye değil imparatorluk makamına sadıktır.

Ordunun büyük kısmını ise mızraklı ve kılıçlı thema (bizdeki tımarın karşılığı) piyadeleri oluşturmaktaydı. Bir diğer kaynak da Ermeni askerleriydi. Hem Kilikya’dan hem de bugünkü Doğu Anadolu’dan (o çağda Ermenistan diye geçer) orduya alınan Ermenilerin sayısı hiç de az değildi. Ordunun süvari ihtiyacı ise çok çeşitli kaynaklardan karşılanırdı. Bunların başında ana silahı kargı olan thema süvarileri vardı. Orta derecede zırh taşırlardı. Yine de Türk süvarilerinin hızına yetişmesi beklenemezdi. Batıdan gelen Frank şövalyeleri ise donanım yönünden Romalı meslektaşlarına fark atıyordu. Latinikon olarak bilinen bu ağır süvariler, başı tamamen örten bir miğfer ve kuvvetli bir zincir zırh giyerdi. Zincir zırhın altına deri giyilerek bir kat daha koruma sağlanırdı. Zincir zırhın üzerinde parçalı levha zırhlar da görülebilirdi. Ordunun hafif süvari ihtiyacı ise Kıpçak, Peçenek, Oğuz, Bulgar ve Rus boylarından sağlanırdı. Ordunun bu karmaşık ve çok etnikli yapısında şaşılacak bir durum yoktu. Romalılar her zaman dünyanın her yerinden en iyi askerleri getirtme eğilimindeydiler. Dahası bu orduda hizmet etmek herhangi bir yabancı asker için oldukça prestijli bir işti.

Selçuk ordusu ise bu kadar kozmopolit ve şaşaalı değildi. Tamamı atlı olan bu savaşçıların başlıca silahı yay idi. Birleşik yay sınıfına giren bu yayın etkili menzili 300 metreyi buluyordu. Yayı at sırtında kullanan geleneksel Türk savaşçısının muharebe alanında pek çok avantajı vardı. Hafif zırhlı olmaları yakalanmalarını imkansız hale getiriyordu. Bunun yanında kovalandıkları halde bile geriye dönerek atış yapabilmeleri çok büyük avantajdı. 100 metre menzilden atılan oklar zincir zırhları da delebiliyordu. Ağır zırhlı süvarilerin atlarını oklayarak onları atlarından mahrum etmek de geleneksel taktiklerden biriydi. Oldukça gevşek bir formasyonda ve müthiş bir çabuklukla dalgalar halinde hareket etmeleri piyade okçular tarafından vurulmalarını da zorlaştırıyordu. Yakın dövüşe ise yalnızca düşman birlikleri dağılma belirtisi gösterdiğinde girilir, bunun dışında ekseriyetle yakın dövüşten kaçınılırdı. Düşman için başının üstünde arı vızıltısı gibi sürekli ok yağmuru altında kalmak, savaşma azimlerini kaybetmeleriyle sonuçlanabiliyordu. Geleneksel bozkır taktiği olan sahte ricat ve düşmanı bu suretle çembere alma taktiği sık sık icra edilirdi.



Muharebe

Sultan Alparslan, İmparator Romanus’un amacını öğrenince Halep kuşatmasını kaldırıp derhal Doğu Anadolu’ya doğru yola çıktı. Daha evvel bahsettiğimiz gibi bu kararından dolayı ordusu yavaş yavaş erise de Cezire’de (Mezopotamya’nın kuzeyi) ordusuna yeni erler kattı ve 20,000 mevcutla Ahlat’a doğru yol aldı.

Romanus ise ordusunu iki kısma ayırmıştı. Birliklerinin bir kısmını Türk kökenli bir general olan Tarchaneiotes (Türkçesi muhtemelen Tarkan) komutasundaki bu ordu Ahlat’a giden yolu korumak üzere yaklaşık 50 km güneyde konuşlanmıştı. Romanus ise ana orduyla Malazgirt’i kuşatmakla meşguldu. Tam da burada kaynaklar birbirinden farklı şeyler söyler. Birincisi Tarchaneiotes komutasındaki ordunun mevcudu; ikincisi de bu ordunun Selçuk ordusuyla çarpışıp çarpışmadığıdır. Romanus’un Tarchaneiotes’e ordusunun yarısının komutasını verdiğini iddia eden kaynaklar abartılı görünmektedir. Vazifesi Selçuk kuvvetlerine karşı öncü kıtası olmak olan bir kuvvetin bu kadar büyük olması beklenemez. Ancak Romanus’un bu tarz konularda becerikli olmadığı da malumdur. Romanus’un özellikle Ducas ailesine mensup generallerinin sadakati oldukça şüpheliydi. Buna rağmen önemli kıtaları bunların eline vermekte beis görmemişti. Ancak her halukarda Tarchaneiotes’a bir tagmata verilmiş olsa, bunun toplam mevcudu 5-10 bin arasındadır. Bu sayıya Roussel de Bailleul komutasındaki 500 Frank şövalyesi dahil değildir.

Malazgirt’i zorlanmadan alan Romanus, Tarchaneiotes’ten gelecek haberleri beklemeye başlar. Ancak Selçuk kuvvetleriyle karşılaşan Tarchaneiotes, savaşmak ya da Malazgirt’e çekilmek yerine başkente doğru olanca hızıyla kaçar. İslami kaynaklarda ise bu ordunun bozguna uğratıldığından bahsedilir ancak Tarchaneiotes’in daha sonra ordusuyla başkentte görünmesi bu iddiayı geçersiz kılmış görünmektedir. Ahlat’tan haber alamayan Romanus, ordusuyla beraber Selçuk ordusunun varlığından tamamen habersiz şekilde güneye ilerler. 24 Ağustos günü iki ordu Malazgirt Ovası’nda karşılaşır. Alparslan ateşkes teklifinde bulunsa da, Romanus bunu korkaklığa yorar. Çünkü Tarchaneiotes’in yokluğuna rağmen ordusu hala en az 30,000 mevcuda sahiptir. Alparslan’ın komutası altında ise yalnızca 20,000 er vardır. Alparslan’ın amacı bu sefer gerçek bir barış yapıp güneye Fatımi’lerin üzerine yürümektir ancak Romanus’tan küstahça bir cevap alınca kılıcını bilemekten başka seçeneği kalmaz. Romanus muharebe kararı aldığı sırada muhtemelen Tarchaneiotes’in firarından hala habersizdi ve Ahlat’a ulaklar yollayarak doğruca muharebeye katılmasını emretti. Tabi ki ulaklar, gittikleri yerde Tarchaneiotes’ten eser bulamadılar.

Romanus büyük bir hata yaptığının farkına çok geç varacaktır. Türk hafif süvarilerine karşı geleneksel Roma taktiği, ağır piyadelerle sık saflar oluşturmak, bunların arkasında süvari tutmak ve düşmanın manevra kabiliyetinin kısıtlandığı yerlerde blok halinde saldırıya geçmekti. Müthiş bir hareket kabiliyetine sahip tamamı süvariden oluşan böylesi bir orduyla mücadele edebilmenin tek yolu buydu belki ama Romanus’un hesaba katmadığı şey, bölgenin alçak tepeler dışında neredeyse dümdüz ve açık bir alan olmasıydı.

Muharebe Türk kıtalarının Roma ordusu üzerine menzilden ok yağdırmalarıyla başladı. Roma hatları ve özellikle atlar, ok yağmurundan çok zarar gördü. Süvarilerini hiçbir şey yapmadan kaybetmek istemeyen Erzurum Dükü Basilakes taarruza kalktı ancak kuvvetleri tamamen yok edildi, kendisi de esir alındı. Durumu gören Romanus bütün kuvvetlerini toplayarak ikinci günü beklemeye başladı. Sol kanadı Nikeforos Bryennius, sağ kanadı Theodore Alyates, merkezi ise Varangian Muhafızları ile birlikte Romanus aldı. Türk paralı süvarileri ise her iki kanatta perdeleme yapacaktı. Sadakati oldukça şüpheli olan Andronicus Ducas, geride ihtiyat kuvvetlerinin başında bekleyecekti. Bu kuvvetin büyüklüğü 5,000 kişiydi.

Selçuk ordusu Bizans hattının önünde genişçe bir hilal düzeni aldı. İlk hamle Romanus’tan geldi. Düşman ordusunun üzerine ağır ama disiplinli adımlarla ilermeye başladı. Bu hamle Selçuk hatlarını geriye itti ancak bir netice getirmedi. Sonuçta Türk süvarilerinin kaçabileceği oldukça geniş bir alan vardı. Üstelik ön hattı geriye ittikçe kanatlardan daha derin bir şekilde sarılmışlardı. Akşama doğru Romanus ikileme düştü. Sürekli ilerlemek kendisine bir avantaj kazandırmamış aksine ordusunu yormuştu. Düzenli bir şekilde geri çekilmesi de zor görünüyordu ancak Romanus yine de bu tercihi yaptı. Roma ordusu hızlı ve düzensiz adımlarla ana kampa geri dönmeye çalışırken Selçuk atlı okçuları hızla peşlerinden gelerek hilal formasyonunda saldırdılar. Saldırıların ağırlık noktası kanatlardı. Çünkü Selçuk ordusunun peşlerinden geldiğini gören Romanus, birliklerine tekrar geri dönme emri vermişti ve bu sebeple merkez hat sağlamdı ancak kanatlar oldukça düzensiz biçimde geri çekilmeye devam ediyordu. Roma sağ kanadı öylesine paramparça olmuştu ki yüzlerini tekrar Türk süvarilerine dönemeden dağıldılar. Tam da bu noktada beklenen, Ducas’ın ihtiyatlarını o noktaya yetiştirmesiydi. Ducas bunu yapmak yerine sırtını dönerek savaş alanını terketti. Bu durumun önemi muharebe sonrası Alparslan ve Romanus arasında geçen muhabette de anlaşılabilir. Ducas’ın savaş alanını terketmesiyle kalan düşman birlikleri çepeçevre kuşatıldı ve o anda ortalık mezbahaya döndü. Varangianlar tamamen kılıçtan geçirildi. Sağ kanatta bulunan ve pek çoğu Ermeniden oluşan kuvvetin ise büyük bölümü esas çarpışmalardan evvel kaçmıştı. Son ana kadar savaşan Romanus esir düştü.



Sonuç

Muharebe, Roma açısından sonun başlangıcı olmuştu. Ancak bu yenilginin ağırlığından kaynaklanmıyor. Malazgirt’te 12,000 civarında kayıp veren ve çoğu da kaçan bir ordu vardı. Kayıplar yerlerine yeniden konmayacak cinsten değildi lakin Roma’yı güçsüzleştiren, kuvvetli aileler arasındaki iç çekişmelerdi. Sultan Alparslan, Romanus’a çok iyi davrandı. Ona bir esir gibi değil misafir gözüyle baktı. Galip ve mağlup taraflar farklı olsaydı kendisini zincire vurdurup İstanbul sokaklarında gezdireceğini söyleyen Romanus’a sanki geleceği görmüşçesine şok edici bir cevap verdi: “Benim vereceğim ceza daha ağır, seni affediyorum ve serbest bırakıyorum.” Alparslan bu hamleyi tamamen duygusal hislere kapılarak vermemişti. Roma’daki iç çekişmeden ve Romanus’un rakiplerinden haberdardı. Onu derhal salıvermezse, taht Romanus düşmanlarından birine kalabilir ve bu durumda Mısır’a yapacağı sefer yine aksayabilirdi. Anlaşılıyor ki Alparslan Romanus’u gelecekte muhtemel bir müttefik olarak görmüş ve ona cömert davranmıştı. Lakin Romanus’un sonu, tıpkı Alparslan’ın dediği gibi daha kötü olacaktı. Tek bir askeri bile kalmamış Romanus’a Türk süvarileri sınıra kadar eşlik ettiler. Romanus, bundan sonra başkente gitse de tahtını John’a kaptırdığını anlar. Taraflar iki sefer harbe girişs de Romanus hep yenilir. En sonunda esir edilir ve gözlerine mil çekilir. Birkaç gün sonra da enfeksiyon kapıp ölür. Eudocia ise bir manastırda rahibe olur.

Bu iç karışıklık ortamında Kilikya Ermenileri yarı özerk bir idare kurdu ve bu idare daha sonra imparatorluktan tamamen koparak bağımsızlaştı. Selçuk Sultanlığı, Romanus ile yapılan anlaşmaya sadık kalıp başka sefer düzenlemedi ancak yeni sultan Melikşah ile taht yüzünden kavgalı olan İklim-i Rûm valisi Süleyman, kendi insiyatifiyle imparatorluk içlerine pek çok akın gerçekleştirdi ve daha sonrasında da İklim-i Rum Sultanı ünvanıyla bağımsızlığını ilan etti. Sonrasında Osmanlı hanedanı ve cumhuriyet ile devam edecek olan Roma Sultanlığı (Türkiye Devleti) böyle kurulmuştur. Bir başka önemli sonuç ise imparatorluğun, batı Hristiyan dünyasından yardım isteyerek Haçlı Seferleri’ne zemin oluşturmasıdır. İleride aynı dertten kendileri de muzdarip olacaklardır.

Muharebenin harp tarihi açısından sonuçlarına bakarsak çok önemli bazı noktaları hemen farketmemek mümkün değildir. Birincisi ve belki de en önemlisi Sun Tzu’nun da belirttiği gibi tüm şartları kendi lehine çevirmeden mümkün olduğunca muharebeden kaçınmaktır. Romanus bu noktayı atladı ve tamamen Selçuk ordusunun avantajına olan dümdüz bir ovada ordusunu savaşa soktu. Tarchaneiotes’in firarından habersiz olması da bunda bir etken olabilir. Zira muharebe başlarken Tarchaneiotes’e muharebe sahasına gelmesi için ulaklar yollamıştı. Açık alanda bir anda karşısında Selçuk ordusunu bulan Romanus gibi ünlü bir generalin muharebeye girişmesini başka türlü açıklamak olanaksız gözüküyor. Romanus belki politik açıdan muharebeyi yapması gerektiğini düşünmüştü lakin intihar sayılabilecek böylesi muharebelere girişmek ne derece akıllı bir politik hamledir, tartışılır. Kaldı ki Romanus savaşa, sadakati oldukça şüpheli olan generallerle birlikte gitmişti. Nihayetinde prestiji ve iktidarı sarsılan Romanus’un tahtı gasp edildi ve acılar içinde ölüme terkedildi.

İkinci önemli nokta ise insiyatif kullanmaktır. Meydan muharebelerinde hareket kabiliyeti yüksek ordular daima insiyatif kullanma avantajına sahiptir. Romanus, muharebe sırasında arazi şartlarını hiçe sayarak mobilize olmuştu. İnsiyatif kullanmak isterken ordusunu boş yere yorduğunu farketti. Yanlış yanlışı doğurur kuramını ispatlarcasına o haldeki ordusuna bir de geri dönme emri verdi. Sonuçta muharebenin başından beri insiyatif kullanma avantajını düşmanına belli etmeden icra eden Alparslan, bütün savaş alanını görebildiği alçak bir tepeden verdiği emirle düşmanın çember içine alınmasını sağladı ve o noktada savaş taktik açıdan zaten bitmişti.

Üçüncü önemli nokta ise ordunun maneviyatını yüksek tutmaktır. Alparslan sefere başladığında pek çok boy ordudan ayrılmıştı ve diğerleri de ayrılma eğilimindeydi. Yağma yapmaktan mahrum ettiğiniz askerlerinizin moralinin yüksek olmasını bekleyemezsiniz. Romanus’un ordusu ise İstanbul’dan yola çıktığında başlangıçta sarsılmaz bir inanca sahip gibi görünüyordu. Bütün doğu vilayetlerini fethedeceklerine inananlar vardı. Muharebe gününe kadar geçen süreçte ise dengeler yavaş yavaş değişti: Her zaman için ukala olmalarıyla meşhur ancak lazım olduğunda bir türlü bulunamayan Frank şövalyeleri, Roma ile ihtilafları yüzünden bağlılıkları şüpheli Ermeni kıtaları ve zerre sadakati olmayan Romanus düşmanı generaller… Roma ordusunun maneviyatı esasında pamuk ipliğine bağlıydı. Ermeni birliklerin neredeyse tamamı muharebeden kaçmıştı. Franklar ortalıkta yoktu, Ducas ve Tarchaneiotes ise savaşa bile dahil olmamıştı. Türk tarafında ise Alparslan uzun bir yolculuğun ardından işleri yoluna koymuş ve muharebenin ikinci günü Roma ordusu yürüyüşe geçtiği sırada kendisine düşman ordusunun yaklaştığını söyleyen bir askere “Biz de onlara yaklaşıyoruz” diyerek askerlerini yüreklendirmişti. Özgüveni böylesine yüksek bir generalin, askerin de özgüvenini artırması şaşılacak bir durum değildir. Savaşma azmi olmadan ne donanım ne de sayı zafer getirir.



Kaynaklar

Dr Erkan Göksu, Kutadgu Bilig’ Göre Türk Savaş Sanatı, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı:6, 2009

Kazım Haşimoğlu, Türkiye Selçuklularında Ordu, Gazi Üniversitesi, 2004

Paul Markham, The Battle of Manzikert: Military Disaster or Political Failure?

Ali Çimen – Göknür Göğebakan, Tarihi Değiştiren Savaşlar, Timaş Yayınları, 2009

Matthew Bennet – Jim Bradburry – Kelly Devries – Iain Dickie – Phyllis Jestice, Dünya Savaş Tarihi: Ortaçağ, Timaş Yayınları, 2011

Paul K. Davis, 100 Decisive Battles from Ancient Times to the Present, Oxford University Press, 2001

Abdülkadir Yuvalı, Malazgirt Savaşı Öncesi Selçuklu ve Bizans’ın Anadolu Politikası

Abdülkadir Yuvalı, Malazgirt Meydan Muharebesi Hakkında Yapılan Araştırmalar

Dr Rifat Özdemir, Anadolu’nun Türk Vatanı Oluşunda Malazgirt’in Önemi, Fırat Üniversitesi



http://harptarihi.wordpress.com/2011/07/06/malazgirt-muharebesi/

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
...1071’in Temmuz ayında Erzurum’a varan Romanus’a Alparslan’ın Halep kuşatmasını kaldırdığı haberleri geliyordu. Haberler doğruydu. Alparslan sağlam istihbarat ağı sayesinde Romanus’un amacını öğrenmişti lakin kuşatmayı kaldırması ona biraz pahalıya malolmuştu çünkü bu hamlesiyle zengin bir kenti yağmalama fırsatı yerine yeni ve uzun bir seferin çilesini çekmek istemeyen birlikler ordudan kaçmıştı. Bu durum bir bozkır ordusu için olağandışı değildi lakin bu sebeple ordunun mevcudu 10,000 dolaylarına inmişti. Malazgirt’e doğru ilerleyen Roma ordusunun mevcudu ise 40,000 kişiydi...
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 3 hafta sonra ...
×
×
  • Yeni Oluştur...