Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Türk kimliği


Feamer

Öne çıkan mesajlar

bu arada bütün alıntıların sahibi, Nuray Bilgili nin şöyle bir kitabı:

http://www.kitapyurdu.com/kitap/turklerin-kozmik-sembolleri-tamgalar/356899.html&filter_name=Nuray%20Bilgili

ve şöyle bir programı,

https://www.youtube.com/watch?v=8oU_V4m3-OU

olduğunu bende bugün öğrendim.

önceleri, semboller ile alakalı arama yaparken, üzerinde "nuray" yazan görsellere denk geliyordum ama pek üzerine düşmedim kimdir nedir diye...

ayrıca,

Emel Esin hanfendiye de değinmek gerekebilir, https://tr.wikipedia.org/wiki/Emel_Esin
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Sakalliyan said:

mendil ve kadeh daha iyi.
kimsenin elinde silah olmamalı.


niçin silah olduğunun nedenine dair şöyle bir yazı var:


Türk Mitolojisinde Kadın:
https://hayatpencerem.wordpress.com/2013/08/09/turk-mitolojisinde-kadin/


Türk Mitolojisinde Kadın:
Türk mitolojisinin hem inanç hem de uygulama yönünü yaşatan şamanların kadın ve erkeklikle ilgili çeşitli sembolleri bir arada kullandıkları görülür. Bu durum, şamanın cinsel kimliğini de araştırmaya açar. İki cinsiyetin özelliklerini taşımak, kadın ve erkeğin ilk yaratıldıkları o kozmik zamana dönüş ve o ilk yaratılış anının kutsal gücüne ulaşma isteği şeklinde mitolojik bir izahla açıklanabilir.

Kadınlar üzerine yapılan araştırmalarda konu genelde mitolojik, antropolojik, sosyolojik, psikolojik ve ideolojik açılardan ele alınmıştır. Yine genelde, ya feminist açıdan bakılarak, kadının erkek egemen bir toplumda siyasî ve ekonomik anlamda geri planda kaldığı, kendi kimliğini ifade edemediği ya da bunun tam tersine muhafazakâr bir bakışla, kadının tarihte ve günümüzde, toplumsal ve siyasî olarak erkek karşısında eşit konumda bulunduğu üzerinde durulmuştur. Bu iki yaklaşım tarzında da ideolojik bir tek yönlülük vardır. Bu konuya geniş açıdan bakıldığında, erkek ve kadın egemen, hatta kutsal yapının, tarihsel süreçte, toplumlarda birbirinin içine geçmiş bir şekilde yaşadığı belirtilebilir. Özellikle kutsallığa ilişkin olarak ataerkil ve anaerkil özelliklerin birbirine karıştığı görülür. Bu yazıda Türk halk anlatılarında, ataerkil ve anaerkilliğin izleri, Türk atasözlerinde kadınlarla ilgili bu çerçevedeki değerlendirmeler üzerinde durulacaktır.

Tarihsel süreç içinde, toplayıcı, avcı, çiftçi toplumlardan, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplumlara kadar kadının konumu üzerine, özellikle feminist kuramın da etkisiyle bir hayli geniş literatür oluşmuştur. İlkel toplumlarda anaerkil yapının izlerinin bulunduğu ileri sürülmesine rağmen bazı araştırmacılar hiçbir zaman anaerkil bir toplum olmadığını da belirtirler. Bu konudan bahsedilecekse, anaerkilliğin değil ana hukukunun, ana soyluluğun ön planda tutulması gerektiği üzerinde durulmuştur…

Feminist kuramdan hareketle, geçmişte kadının konumu üzerine yazılan kitap ve makalelerde şöyle bir çerçeve çizilmiştir: Toplayıcılıkla geçinen ilkel toplumlarda, kadının gebelik döneminin ve çocuğu büyütme döneminin uzun sürmesi, bu yüzden erkek gibi evden fazla uzaklaşmaması ve eve topladığı kök, meyve, bitki gibi yiyecekleri getirmesi, kadının saygınlığını arttırmıştır. Özellikle toprağın ekilip biçilmeye başlanması yani çiftçiliğe geçilmesiyle kadın, tıpkı toprak gibi üretici olması sebebiyle kutsallaştırılmıştır. Erkeğin avcılık yaparak eve yiyecek getirmesi, tabiat şartları sebebiyle her zaman avcılık yaparak eve yiyecek getirmesi, tabiat şartları sebebiyle her zaman mümkün olmuyordu. Çocuğun soyunun kime dayandığı da evden uzun süre uzak kalan erkeğe değil, evin yakınında bulunarak eve yiyecek getiren ve çocuklara bakan kadına bağlanarak belirlenmiştir. Fakat hayvanların grup hâlinde avlanan erkeklerce, evcilleştirilmeye başlaması ve tarımda hayvanın kullanılmasıyla kadının saygınlığı ve kutsallığı da hafiflemiştir. Topraktan elde edilen ürünün ve ticaretin getirdiği güç, özellikle köleci toplumlarda insanın bir mülkiyet nesnesi haline gelmesiyle ataerkil yapıyı daha da güçlendirmiştir. Kadının toplumsal konumu büyük ölçüde evle sınırlanmıştır. Fakat sanayileşmenin gelişmesi, kadının ekonomik ve politik hayata da girmesini beraberinde getirmiştir.

Eski Türk toplumlarında kadının konumu hakkında yapılan araştırmalara göre özellikle atlı-göçebe kültürün etkili olduğu Türklerde kadın erkekle hem yönetim hem hukuk açısından eşit statüde yer almıştır. Fakat İslâmiyet’in kabulünden sonra Arap, Fars ve Bizans kültürlerinin etkisiyle Türklerde kadın daha pasif bir konuma itilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Atatürk’ün başlattığı ve yönlendirdiği devrimlerle, Türk kadını pek çok sosyal, siyasî, ekonomik hakka sahip olmuştur…Türk halk anlatıları incelendiğinde ise kadının hem bu medeniyet dönemlerine uygun olarak metinlerde rol aldığı hem de kadınlarla ilgili kendi dönemlerine göre değer hükümlerinin bulunduğu görülür.

Halk anlatılarının temeli olan mitolojiyle başlayacak olursak, Türk mitolojisinde kadınla ilgili pek çok unsura rastlarız. Verbitskiy’nin derlediği Altay Yaratılış Miti’nde Tanrı Ülgen’e evreni, dünyayı ve insanları yaratmasını dişi bir ruh, Ak-Ene (Ak-Ana) ilham eder… Ayrıca insanın yaratılışıyla ilgili derlenen mitolojik metinlerde toprağın, kadına benzer bir şekilde insanı doğurduğu görülür. Türk-Memlûk Yaratılış Miti’nde insana benzeyen mağara oyuklarına toplanan balçığın, güneş tarafından ısıtılmasıyla insanlar oluşurlar. Bu metinde mağara oyukları yani toprak, bir ana rahmi görevi görmüştür… Zaten “Toprak Ana” düşüncesi pek çok ilkel toplumda da görülen ortak mitolojik bir düşüncedir… Ayrıca bazı mitolojik anlatılarda bir soyu oluşturan çocuğu doğuran kadının, bir erkekle birlikte olmadan bu çocuğa hamile kalmasını Malinowski şöyle yorumlar: “(…) mit, babanın yaratıcı gücü yerine, ana atanın kendiliğinden yaratıcı gücünü koymuş oluyor.” Kadını ve doğurganlığını yücelten bu mitin oluştuğu toplumun, toplayıcılıkla ve tarımla geçinen bir toplum olduğuna da dikkat edilmelidir.

Türk mitolojisinin hem inanç hem de uygulama yönünü yaşatan şamanların kadın ve erkeklikle ilgili çeşitli sembolleri bir arada kullandıkları görülür. Bu durum şamanın cinsel kimliğini de araştırmaya açar. İki cinsiyetin özelliklerini taşımak, kadın ve erkeğin ilk yaratıldıkları, o kozmik zamana dönüş ve o ilk yaratılış anının kutsal gücüne ulaşma isteği şeklinde mitolojik bir izahla açıklanabilir. Ayrıca uzun tarihî ve toplumsal dönemler boyunca kutsal kabul edilen şeylerin sembolik olarak yaşatılması da şamanlarda görülen bu iki cinsiyetli özellikleri de anlaşılır kılabilir. Erkek şamanların bile kadınlıkla ilgili özellikler taşımaları, kadının kutsallaştırıldığı dönemlerle bağlantılıdır.

Kökeni itibariyle mitolojiye dayanan destanlarda, kadın hem ödül hem soyu kutsallaştıran tanrısal bir unsur olarak görülür. Bir toplumu temsil eden destan kahramanı kendi toplumunun düşmanı diğer toplumun kahramanlarını ve ordusunu yendiğinde, kadın, düşmandan elde ettiği bir ödüldür. Bu kadın genelde yendiği, yerine geçtiği kralın karısı veya kızıdır. Bu durum hem savaşçı, erkek egemen toplumların hem de kadın kutsallığının var olduğu tarım toplumlarının destanlarında görülür…

Oğuz Kağan, kendi toplumunu, daha doğrusu avcı bir toplumun yaşam alanını tehdit eden, yani ormanı ve av hayvanlarını kontrol eden gergedanı öldürdükten sonra, gök tanrısının ve yer tanrısının sunduğu kadınlarla evlenir. Oğuz Kağan’ın soyu böylelikle kutsallaştırılmış hatta tanrısallaştırılmıştır. Bunu sağlayan ise tanrının Oğuz Kağan’a bir ödül olarak sunduğu kadınlardır.

Bu destanla bağlantılı olarak kadının, erkek cinselliğinin nesnesi ve soyun devamlılığı için üreme aracı şeklinde görüldüğü de belirtilebilir. Zira Oğuz Kağan, bu kadınları görür ve istediğini alır. Uygurca Oğuz Destanı’nda, Oğuz’un göğün tanrısının kızıyla evlenmesi şöyle anlatılır:
“Oğuz Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken:
Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten!
Öyle bir ışık indi, parlak aydan, güneşten!
Oğuz Kağan yürüdü, yakınına ışığın,
Oturduğunu gördü, ortasında bir kızın!
Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,
Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!
Öyle güzel bir kız ki gülse gök güle durur!
Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!
Oğuz kızı görünce, aklı gitti beyninden,
Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönlünden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden.”.

Bu kadından doğan çocuklara da Gün, Ay, Yıldız adları verilir. Bu adlar gökle bağlantılı kutsal varlıklardır. Böylelikle destan, o soyun gök tanrısıyla ve gökteki kutsal varlıklarla yüceltilmiş anlatısı hâlini alır. Destanda Oğuz, tıpkı gök tanrısının kızıyla evlendiği gibi yer tanrısının kızıyla da evlenir:
“Ava gitmişti bir gün, ormanda Oğuz Kağan,
Gölün ortasında bir, tek ağaç uzuyordu,
Ağacın koğuğunda, bir kız oturuyordu
Gözü gökten daha gök, bu bir Tanrı kızıydı,
Irmak dalgası gibi, saçları dalgalıydı.
Bir inci idi dişi, ağzında hep parlayan,
Kim olsa şöyle derdi, yer yüzünde yaşayan,
“Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah! Biz ölüyoruz!”
Der, bağırır dururdu!
Tıpkı tatlı süt gibi, acı kımız olurdu!
Oğuz kızı görünce, aklı başından gitti,
Nedense yüreğine, kordan bir ateş girdi.
Gönülden sevdi kızı, tutup aldı elinden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden.’.

Oğuz’un yer tanrısının kızından doğan çocuklarına ise Gün, Ay, Deniz adları konur. Burada da soyun yer-su tanrısıyla bağlantılı olarak yüceltilmesi söz konusudur. Bunlar tam bir mittir.

Oğuz Kağan destanının İslâmî varyantında da Oğuz, adeta bir peygamber özelliği kazanmıştır. Daha doğmadan annesini İslâmiyet’e davet eder. Evlendiği kızları da yine İslâm’a çağırır, bu teklifi reddeden amcası Kür-Han’ın kızıyla birlikte olmaz. İkinci evlilikte de aynı şey tekrarlanır. Oğuz, üçüncü evliliğini ise küçük amcası Or-Han’ın kızıyla yapar. Oğuz aynı teklifi yaptığında kızdan şu cevabı alır:
“Kız Oğuz’a vurgundu, Oğuz’a candan bağlı,
Her şeye değer idi, Oğuz gibi adaklı.
Oğuz’a dönüp baktı, şöyle dedi, ağladı:
“Ben ne Allah tanırım, ne de Tanrı bilirim!
“Senin sözün buyrukdur, hep peşinden gelirim!
“Sen ne dersen o olur, fermanından çıkamam!
“Sen var isen başımda, başkasına bakamam!’.

Oğuz’un evliliği görüldüğü üzere üç tanedir ama sadece kendisine itaat eden, onu seven, İslâmiyet’e geçen üçüncü karısıyla birlikte olur.

İslâmiyet’e geçildikten sonraki dönemin destanı olan Battal Gazi destanında da kadınlar, özellikle de düşmanın kadınları Battal’a âşık olurlar, hatta Battal’ın ordusunun kuşattığı kalenin kapılarını bile açarlar. Mah Piyruz, Gülendam, Aden Banu, Ketayun bunlar arasında en önemlileridir… Adı şu veya bu, Müslüman veya Hristiyan, kadınlar, baş kahramanın yani Battal Gazi’nin büyüklüğünün, yüceliğinin, yakışıklılığının gösterilmesinde bir araç olarak kullanılırlar. Battal’ın yüceltmesiyle ilgili bu mekanizmada düşmanın savaşçı askerlerinin de kullanıldığı görülür, Battal tek tek onları da yener.

Gerek Battal Gazi destanında gerekse Manas, Köroğlu gibi destanlarda, erkek gibi silah kullanan, güreşen kadınlara da rastlanır. Hem edebî tür hem de medeniyet açısından bir geçiş dönemi eseri olan Dede Korkut Kitabı’nda da böylesi kadınlar görülür. Banu Çiçek, Selcen Hatun, Burla Hatun ok atar, ata binerler. Hatta Banu Çiçek, kendisiyle evlenmek isteyen Beyrek’e güreşte kendisini yenmesi şartını koşar. Dede Korkut Kitabı’nda savaşçı bir toplumun özellikleri görülür, hayatta kalabilmek için kadınlar da erkekler gibi savaş konusunda ustalaşmışlardır. Bu kitapta artık yerleşik medeniyete geçme döneminin etkisiyle narin Oğuz kadınlarından da bahsedildiği görülür… Kan Turalı, evlenecek kız bulup bulmadığını soran babasına Oğuz kızlarının narinliğini belirten şu sözleri söyler:”(…) pes varasın bir cici bici Türkmen kızını alasın, nagahandan tayanam üzerine düşem karnı yırtıla didi.’. Kun Turalı’nın istediği kız şu özelliklere sahip olmalıdır: “Baba men yirümden turmadın o turmış ola, men kara koç atuma birmedin o binmiş ola, men kanlu kafir iline varmadın ol varmış mana baş getürmiş ola didi.’. Savaşçı bir toplumda yaşayan Kan Turalı’nın istediği adeta savaşçı bir arkadaştır.

Dede Korkut Kitabı’nın başında kadınlarla ilgili bir değerlendirme yer alır. Dede Korkut kadınları dörde ayırır: “Birisi solduran soptur. Birisi tolduran toptur. Birisi ivün tayağıdur. Birisi niçe söyler isen bayağıdur.”. Burada kadınlar ev işinden, kocasına karşı davranışlarından dolayı değerlendirilmişlerdir. “Bunlardan “evin dayağı” dışında, diğerleri olumsuz kadın tiplerini ifade eder.

Solduran sop, pis, nankör ve dırdırcıdır. Dolduran top, pis, gezgin ve dedikoducudur. Bayağı, nankör, pinti, er sözü dinlemeyen bir tiptir. Kocasını konukların yanında rezil eder. Evin dayağı, eri evde olmasa da, gelen konukları ağırlayan bir tiptir ve Dede Korkut onu, “Ayşe-Fatma soyu” olarak tanımlar’.

Ayrıca çocuğu olmayan kadın da erkek de toplumda geri plana itilmektedir. Çocuğu olmayan beyler bile Hanlar Hanı Bayındır Han’ın çadırında yer bulamamaktadır. Savaşçı, göçebe toplumda kalabalık, karşı tarafta korku yaratır. Bu yüzden kadının doğurgan olması olumlu bir özellik olarak gösterilir.

Manas destanında Manas’ın evlendiği Akılay, Kara Börük savaş ganimetidir, Kanıkey ise geleneklere göre evlendiği kadındır. Akılay, kıskanç ve acımasız bir kadındır, Kanıkey ise tam tersine Manas’a yol gösteren, vefakâr, sadık bir eştir..

Kanıkey, nişanlısı Manas’ın kendisiyle birlikte kalmasına karşı çıkar. Onun karşı çıktığı nokta tamamen ataerkil yapıya has bir iffet anlayışıdır:
“Atam Temir Han’ın
At bağlamadığı ahıra
At bağlayan kimdin?
Kamçı takılmayan kapısına
Kamçı takan kimdin?
Kuş kondurmadığı tüneğe
Kuş konduran kimdin?
Baytal kısrağın ballı kımızını
Susayıp yutan kimdin?”.

Kanıkey’in iffeti burada babasına bağlı bir şekilde gösterilmiştir. Kanıkey, Manas’a çıkışır, bıçağını çekip tehdit eder. Destanın diğer bölümlerinde Kanıkey, Manas’a yol gösterir. Kanıkey, bir han kızı ve yerleşik medeniyetten gelmesi sebebiyle kültürlüdür, böylelikle bilge bir tip özelliği kazanır.

Türk masallarında da kadınlar genç, yaşlı, fakir, zengin gibi özelliklerle yer alırlar. Ayrıca kadınlar, masallarda olay örgüsündeki rollerine göre şu şekilde de belirtilebilirler:

“Mutluluğu yakalamak için uğraş veren olayların gidişini yönlendiren akıllı, vefalı, özverili, direşken kadınlar.
Kıskanç ve iftiracı kadınlar.
Kötü kalpli üvey anneler, büyücü kadınlar ve acımasız dev anaları.
Cinsel tacize uğrayan kadınlar.
Eşlerine ihanet eden kadınlar.
Yalan ve kurnazlıkla mutluluğa ulaşmak isteyen kadınlar.
Akılsız, beceriksiz, sağ duyusuz kadınlar.’.

Tıpkı destanlarda olduğu gibi masallarda da padişahın kızının, masalın kahramanına, çözdüğü zor bir iş sebebiyle ödül olarak verildiği görülür. Tam tersi şekilde fakir kızların da zekâları, becerileri sayesinde padişahın oğlu ile evlendikleri görülür. Her ne kadar masallar, baskı altında ve durağan bir şekilde yaşayan toplumların bireylerinin, bireysel kurtuluş ütopyaları gibi görülse de aslında bunlar bütün toplumun ortak düşleridir. Gerçek hayatta yapılamayan şeyler, kötü idareciden hesap sorma, sınıf farkına rağmen istenen insanla evlenme hep masallarda gerçekleşir. Masallardaki fakir genç kızlar da yine rahatı, zenginliği, mutluluğu erkeğin üzerinden (yani şehzade sayesinde) ele geçirirler.

Masallardaki üvey ana tipinin de üzerinde durulması gerekir. Masallarda üvey ana, kendisinden beklenen annelik görevlerini yerine getirmeyen bir kadındır, belki de bu yüzden ona üveylik sıfatı yakıştırılmış gibidir. Masallar hep tipler üzerine kurulu olduğu için o kadının, annelik görevlerini yerine getirmemesinin sebepleri üzerinde durulmaz. Bir birey olarak istekleri, amaçları belirtilmez. Bu anlamda üvey ana tipi için feminist kuram çerçevesinde, kadınlık kimliğinin farkına varmış bir birey gözüyle bakılamaz. Belki burada çocukların üzerindeki ana-soyluluk bağının önemi sebebiyle, üvey çocuklarını reddeden böylelikle önceki anneden olan çocukların miras hakkını da ortadan kaldıran bir geleneğin etkisini belirtebiliriz. Ama bu durum metinlerde kesin bir şekilde kendisini göstermez.

Efsanelerde karşımıza çıkan ermiş kadınlar da artık manevî alanda erkekler kadar saygındırlar. Bu metinlerde Kız Evliya’dan Mümine Hatun’a kadar pek çok kadının kadınlığından öte dinî anlamda gösterdiği olağanüstülükler ön plana geçmiştir… Bu kadınların tarihî arka planında Osmanlı’nın kuruluşunda önemli yararlıklar göstermiş Bacıyân-ı Rum geleneğini de belirtmek gerekir. Boş Beşik’ten Ezo Gelin’e kadar ise genelde kadının yaşadığı sosyal ve ekonomik zor şartlar dikkati çeker. Taş kesilme motifinin başat olduğu efsanelerde ise gelinlerin, kadınların da taş kesildiği görülür. Bunun sebebi ise zor durumda kalan insanların Allah’a dua etmesi sonucunda taş kesilerek kurtulmalarıdır. Mesela, gelin alayının yolu, gelinin diğer âşığının adamları tarafından kesilir. Gelin dua eder ve taş kesilir. Bu efsanelerde amaç ders vermek olduğu için zaman zaman suçsuz insanların, kadınların da taş kesildiği olur…

Halk hikayelerinde, özellikle aşk konulu olanlarında, kadınlar, erkeğin ne kadar sadık bir âşık olduğunu göstermek için kullanılan bir nesne konumundadırlar. Bu hikâyelerdeki olay örgüsü kalıbında önce kadın ve erkek kahramanlar birbirlerine âşık olurlar, sonra araya mutlaka bir engel motifi girer ve ayrı düşerler, en sonunda, birbirlerine sadık olan âşıklar ya bir araya gelir mutlu olurlar ya da ikisi birden ölür, ruhları öte dünyada buluşur. Mesela, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikâyelerinin ana olay örgüsü bu kalıba uygundur. Kerem ile Aslı hikâyesinin sonunda Kerem yanar kül olur, Aslı da onun küllerini süpürürken bir kıvılcımla tutuşur; böylelikle ikisi de ölür. Fakat ikisi de birbirlerine sadık kalmışlardır. Onların mezarları bile yan yanadır.

Sosyal hayatın çeşitli sahnelerinin canlandırıldığı Meddah ve Ortaoyunu’nda ise hem namuslu, terbiyeli, kendisine âşık olunan ev kızları hem de para için erkeklerle birlikte olan düşmüş kadınlar yer alır. Ortaoyunlarında kadınlar “zenne” diye belirtilir. “Zenne grubu, hemen daima önde bir kocakarı, onun ardında genç kızı veya gelini ile, arkada ya koltuğunda bir bohça, yahut elleri göğsünde kavuşuk siyahi bir cariye şeklinde meydana gelir.’. Cevdet Kudret’in yayınladığı iki ciltlik Ortaoyunu adlı kitapta yer alan Kanlı Nigar, Çivi Baskını gibi oyunlarda kötü yola düşmüş kadınların faaliyetleri ve cezalandırılmaları komik bir şekilde anlatılır. Bu kötü kadınlara bakış, hâkim İslâmî anlayışın etkisindedir. Yer yer bu kötü kadınların sadece bir cinsel nesne olmaktan çıkıp kendisine artık yüz vermeyen (dolayısıyla para da) âşıklarına karşı dolap çevirdiği, bir özne hâline geldiği de görülür. Bu duruma en uygun örnek, Kanlı Nigar oyununda birbirinden habersiz bir adamla (Çelebi) evlenen iki kadının adamdan aldıkları intikamdır. Gerçi bu intikam basittir: “Öyleyse buldum. Onu, “İkimiz de beraber yaşamağa razı olduk” diye kandırarak eve götürelim, bir temiz pataklayalım.’. Çelebi eve götürülür, dövülür ve çıplak bir hâlde sokağa atılır. Bu durum mahallede bir ahlâk baskınının yaşanmasına ve adamın rezil olmasına yol açar. Bu tipten konular ilk Türk romanlarında da işlenmiştir. Örnek olarak şu romanı verebiliriz: Konusu bir meddah hikâyesi kalıbına uyan, kötü yola düşmüş bir kadının, saf, zengin bir beyzadeye neler yapabildiğinin anlatıldığı Namık Kemal’in İntibah adlı romanı.

Halk edebiyatı içinde kadınlarla ilgili en çarpıcı ifadeler atasözlerinde bulunur. Türkçenin ilk sözlüğü olarak kabul edilen Divanü Lugati’t-Türk’te ve onunla aynı dönemde yazılan Kutadgu Bilig’te kadınlarla ilgili atasözlerine de yer verilir. Divanü Lugati’t-Türk’te “erkeğe yiğitlik, cesaret ve erdemlilik özellikleri atfedilirken; kadınlar için bu değerler yerine, anlayış, sabır, olgunluk, sevimlilik, temizlik (ruh ve beden temizliği) ve güzellik değerlerinin ön planda” olduğu görülür… Kutadgu Bilig’te ise “kadınlar güvenilmez, vefasız, korkak, yalancı ve iki yüzlü yaratıklardır. Onların aslı ettir; yani akıl, irade, ruh yoksunudurlar. Varlıkları, bedenlerinden ibarettir. Bu yüzden de yeme-içme, şehvet gibi bedenî istek ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket ederler ve bunlarda her hangi bir ölçü tanımazlar. Fırsat buldukları an, bu istek ve ihtiyaçlarını gidermeye bakarlar, yani yer, içer ve çiftleşirler. Aynı zamanda korkak olduklarından, yaptıklarını yalanlarla ve ikiyüzlülükle gizlemeye çalışırlar.”. Kadınlar hakkında bu şekildeki olumsuz düşünceler günümüzde hazırlanmış ve yayınlanmış atasözü kitaplarında da yer alır.

Arı sırrı karı sırrı. At ile avrada inan olmaz. Avrat attır, gemini boş tutma. Avrat kıtlık bilmez, çoban yokluk bilmez. Avrattan vefa, zehirden şifa. Bal arıdan, kavga karıdan çıkar. Elinin hamuruyla/Elindeki hamura bakmaz erkek işine karışır. Erkeğin nefsi birdir, kadının dokuz. Erkeğin şeytanı kadın/Kadın erkeğin şeytanıdır. Gökyüzünde düğün var deseler, kadınlar merdiven kurmaya kalkar. Güzel nerde kavga orda. Kadın aklı gâh uzalır, gâh kısalır. Kadın deniz gibidir. Kadın kısmının saçı uzun olur, aklı kısa. Kadın şerri, şeytanın şerrine eşittir. Kadın şeytanı pabucunu ters giydirir. Kadın şeytana pabuç diker. Kadına, çocuğa, sarhoşa sırrını açma. Kadının/Cahilin sofusu, şeytanın maskarası. Kadının fendi erkeği yendi. Kadının gırtlağı olmaz. Kadının kazdığı kuyudan su çıkmaz. Kadının kırk çırağı var, biri sönse biri yanar. Kadının şerri şeytanın şerrine eşittir. Kadının şerrinden Allah’a sığınmalı. Kadının yüklediği yük şuraya varmaz. Kadının zoru diline kuvvet. Kadınla tavuk bağlanmaz. Kadınların işi tavukların eşinmesine benzer. Karı ile çıkma yola başına gelir türlü bela. Karı sözüne uyan adam değildir. Karıdan hayır gelmez. Karının bir aklı erkeğin dokuz aklı vardır. Karıya bakanın aklı az olur…

Yukarıda sıralanan atasözlerinde kadınlarla ilgili olumsuz hükümler yer almaktadır. Bunlara göre kadınlar anlayışsız, bilgisiz, güvenilmez, dırdırcı, dengesiz, tüketicidir. Özellikle kadınları şeytanla bir tutmak da dikkati çekicidir. Şeytana uyan insandır, nefsine engel olamayan erkektir. Bu sözlerde geri plana itilmiş, sosyal dünyayı, iş ortamını iyi tanımayan ve bu sebeple de doğru kararlar veremeyen, eksik insanlardan, kadınlardan bahsedilmektedir. Hâlbuki bu duruma kadın düşürülmüştür.

Kadınlarla ilgili olumlu atasözlerine de rastlanır. Bunlarda da kadının yerinin evi olduğu, kadın olmadan evin ayakta kalamayacağı, çocuk yetiştirmekle (tabi ki erkek aracılığıyla) aslında dünyaya hükmettiği belirtilir:

Kadınsız ev olmaz. Beşiği sallayan el dünyaya hükmeder. Erkek aslan aslan da dişi aslan aslan değil mi? Yuvayı dişi kuş yapar…

Erkek egemen toplumun en temel özelliği de kurulan evliliğin, erkeğin gücünü hissettirecek ve devam ettirecek şekilde olmasıdır. Bunun için de kadının ekonomik gücünün evlenilirken sınırlı olması, erkeği ezmemesidir.

Avrat malı başa tokmaktır. Kadın malı hamam tokmağıdır. Kadın malı, kapı mandalı…

Her kadının bir olmadığı, iyisinin de kötüsünün de bulunduğu belirtilir. Olumlu özellikler hem ev kadınlığıyla hem de cinsel nesne olmasıyla, güzelliğiyle ilgilidir:

Alma soysuzun kızını, sürer gider anasının izini. Anasına bak kızını al, kenarına/kıyısına/tarağına bak bezini al. Avrat vardır arpadan aş eder, avrat vardır bulguru keş eder. Avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar. Bağın taşlısı, karının saçlısı. Beyazın/Akın adı var, esmerin/karanın tadı var. Çirkin karı evin toplar, güzel karı düğün/sokak gezer. Er kemaliyle kadın cemaliyle anılır. Erkeğin iyisi eşeğinden, kadının iyisi eşiğinden bellidir. Hayvanın erkeğine para verirler, insanın dişisine. Aslan dişisine bakar da kuvvet alır. Kadın kadıncık gerek. Kadın var kardan soğuk, kadın var kordan sıcak. Kadını evinden, erkeği pirinden sorarlar. Kadının temizi sırtından, sütün temizi yoğurdundan bellidir. Karın soğuğu, kadının soğuğundan iyidir…

Kadınların olumlu özellikleri az da olsa belirtilir:

Kadın kalbi merhamet kaynağıdır. Kadınlar eğe kemiğinden yapılmıştır. Kırk yılda bir karı sözü dinlemelidir…

Her ne olursa olsun erkeksiz kadın olmaz. Erkek başka kadınlarla olsa bu göze batmaz da kadın başka erkeklerle olsa bu namussuzluk olur. Bunun sebebi her ne kadar kadının bir mülkiyet nesnesi olmasıyla açıklansa da aslında erkeğin kendi soyunu koruması olsa gerek.

Horozsuz tavuk çobansız sürüye benzer. Horozsuz tavuk yaşamaz. Erkeğin eli kınası, kadının yüzü karası. Kadın erkeğin elinin kiri. Kadını erkek değil, ar ve namus korur…

Bu tipten halk kültürü unsurları, bir anlamda o halkın bilinçaltını, değer yargılarını yansıtır. Ama günümüzün değişen toplumsal ve ekonomik yapısı insanla, kadınla ilgili değerleri de etkilemektedir. İş hayatına girip kendini yetenekleriyle kanıtlayan kadınlar için bu atasözleri ilgisiz kalmaktadır. Tam tersine kadınlar arasında arabası, yatı, katı olan erkeğin makbul olduğu, bunların çok ciddi değerler olarak yeni yetişen genç kızlara aşılandığı da görülmektedir. Değişen sosyo-ekonomik şartlarla birlikte değerlerin yerini yenilerine bırakması normaldir. Bu hayatı erkek ve kadın ortaklaşa yaşadığına göre değerler öbür tarafı ezmeden, sömürmeden ortaklaşa oluşturulmalıdır. İnsanı, kadınıyla, erkeğiyle nesne olarak değil, ruhuyla bedeniyle bir bütün olarak görmek gerek.

Dr. Muharrem Kaya

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 3 hafta sonra ...
bu kitabın ön sözü bile konuştuğum bazı şeylere değindiği için buraya koyuyorum, bizim böyle kitaplara daha çok ihtiyacımız var, yoksa tarihimiz 3-5 madrabaz eline meze oluyor:

Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet
http://www.kitapyurdu.com/kitap/osmanli-tarihinde-islamiyet-ve-devlet/396753.html

"tanıtım yazısı" said:

İslâmiyetle 9. yüzyılda tanışan Türkler, kendi devlet anlayışlarını İslam dünyasına taşıdı. Böylece devlet ve hukuk kavramlarında, bağımsız sivil otorite ve onun kanun koyucu gücü lehine büyük bir değişiklik ortaya çıktı. Şerîat ile yan yana bir sivil hukuk alanı gelişti. 11. yüzyılda El-Mâverdî ve Ebu Mansur el-Bağdadî başta, büyük fakihler İslâm toplumlarında bu ayrımın gerekliliği üzerine yazdılar, tartıştılar.

Osmanlı Devleti bu geleneğin bir parçasıydı. Yaygın popüler kanının aksine, her devlet gibi başlangıçta belli bir kalıpla kurulmuş, çöküşüne dek de bu kalıba harfiyen uymuş değildi. Halil İnalcık, Osmanlı tarihinin geçmişe uzanan köklerini de göz ardı etmeden, 600 yıl boyunca devlet ve İslamiyet arasındaki değişken ilişkinin bir dökümünü bu kitapta sunuyor. Kutadgu Bilig’deki devlet anlayışından başlayarak, Uc’larda bir yanda gâzî beylerle, bir yanda dervişlerle başlayan kuruluş öyküsünü anlatıyor. Devlet kurumsallaştıkça Uc’ların, gâzîlerin ve dervişlerin önemlerini kaybedişini, bu arada yeni kurumların ve anlayışların yükselişini gözler önüne seriyor. Fatih Kanûnnamesi’yle örfün hukuk alanına resmen girişinin, ulemanın devlet yapısındaki diğer unsurlardan giderek ayrışmasının uzun zamana yayılmış öyküsünü ayrıntılarıyla sunuyor. 17. Yüzyılda Avrupa’daki tasfiyeci akımlarla aynı
sıralarda ortaya çıkan selefî Kadızâdelilerin hem toplum hem de devlet ve İslâmiyet üzerindeki etkilerini mercek altına alıyor.18. yüzyılda başlayan Batılılaşma eksenli
modernleşme hareketinin Cumhuriyet’in kuruluşuna dek uzanan seyrini takip ediyor. Osmanlıların kuruluş yıllarından beri süren Hıristiyanlık İslâm tartışmalarını da bu çerçevede ele alıyor.

Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet kadim bir meseleyi, usta bir Osmanlı tarihçisinin kaleminden okumak isteyenler için.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 1 ay sonra ...
Türkler kendi devlet anlayışını falan taşımadı, göçebe kültürde devlet anlayış ve geleneği yoktur. Bu ülkede her siyasi akım tarihi değiştirmeye çalışıyor ama bir gerçek var ki; Türkiye'de yaşayan Türklerin çoğunluğunun ataları bu topraklarda 5.000 yıl öncede yaşıyordu.

Türkler olarak Orta Asya'dan geldik deniliyor tarih kitaplarında, sanki Anadolu boş bostandı da biz konduk ilk. Onu geçtim, 600 sene ümmetçi anlayışa sahip bir devlet içinde yaşasın ataların, Arabıyla, faslısıyla, iranlısıyla, afrikalısıyla, avrupalısıyla, rusuyla kaynaş olsun. Yetmezmiş gibi dilin de farsça ve arapça istilasına uğramış olsun sonra ben Türküm, orta asya'dan geldim.

En sevdiğim kolpa da, Türklerin islamiyeti yakın buldukları için benimsemesi. İslam gibi cihatçı bir anlayışa sahip dinde, tam olarak buldukları hoşgörüyü ve yakınlığı merak ediyorum. Şamanist bir din olan Göktanrı inancıyla ibrahimi bir din olan islamın zerre alakası yoktur. Türklerin araplara karşı mücadeleleri, onca savaş, arapların Türklere uyguladığı kıyımları hesaba katmadan "göktanrı inancı ile islam birbirine benziyordu" yalanı atılması sinir bozucu.

Bugün bilimde, kültürde, sanatta Türkçe diye kabul ettiğimiz kelimelerin azımsanmayacak kısmı arapça.

Kendi ailemden örnek vermem gerekirse, kendilerinin Türkmen olduklarını iddia ediyorlar ve alevi inancına sahip olduklarından, bunun islamla-şamanist Türk inancının birleşimi olduğunu düşünüyorlar. Sanki Türkmenler saf kalabilmişler gibi?

Türkmenler de aynı kaderi yaşamamış gibi, adamların inançları değiştirilmiş ama en azından ırk konusunda bizlere göre daha saf kalabilmişler ve kültürlerini az da olsa halen yaşatıyorlar.

Türkler asimilasyona Anadolu'da uğramadı, asimilasyonu Anadolu'da uyguladılar. Asimilasyonu biz, buralara göç etmeden önce ve göç sırasında yaşadık. Yani aslında, bize asimile edilenleri, biz de başkalarına asimile ettik.

Şu topraklarda Türküm diyen rahat 5 kişiden 4'ünün Türk orijinleriyle bağı yok. Hele ki, 600 sene ümmetçi bir cihan devleti altında, onlarca ırk ile birlikte yaşamış iken.

edit: daha da ilgililer gen araştırmalarına bakabilirler.
https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrklerin_genetik_tarihi#T.C3.BCrklerde_Haplogrup_da.C4.9F.C4.B1l.C4.B1m.C4.B1
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Murray said:

...
Türkler olarak Orta Asya'dan geldik deniliyor tarih kitaplarında, sanki Anadolu boş bostandı da biz konduk ilk. Onu geçtim, 600 sene ümmetçi anlayışa sahip bir devlet içinde yaşasın ataların, Arabıyla, faslısıyla, iranlısıyla, afrikalısıyla, avrupalısıyla, rusuyla kaynaş olsun. Yetmezmiş gibi dilin de farsça ve arapça istilasına uğramış olsun sonra ben Türküm, orta asya'dan geldim.
...


çok spesifik bir duruma göre, çok spesifik bir tespit.

600 sen yine yanlış, yüzeysel bilgi çünkü, osmanlıyı kuruluşundan beri "ümmetçi" olarak alıyorsan, bunu taa büyük selçukluya kadar dayandırmamamak için bir gerekçe yok. ki o zaman 1000 seneden daha fazla bir süre elde ediyorsun

dilin arapça ve farsça olması kısmına değinmiyorum, ortaokul bilgisi yeterli
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Murray said:

...
En sevdiğim kolpa da, Türklerin islamiyeti yakın buldukları için benimsemesi. İslam gibi cihatçı bir anlayışa sahip dinde, tam olarak buldukları hoşgörüyü ve yakınlığı merak ediyorum. Şamanist bir din olan Göktanrı inancıyla ibrahimi bir din olan islamın zerre alakası yoktur. Türklerin araplara karşı mücadeleleri, onca savaş, arapların Türklere uyguladığı kıyımları hesaba katmadan "göktanrı inancı ile islam birbirine benziyordu" yalanı atılması sinir bozucu.
...


bunu böyle anlatanlar daha çok din adamları ve türk-islam sentezcileri.

diğer taraftan, şamanizim ile de gök tanrı inancının yaygın kanı aksine bir alakası yok, gök tanrı şamanist bir din değil, zaten "şamanist bir din" ne demek? onun cevaplanması lazım.

diğer taraftan emevi devletinin maveraünnehir türkleri ile münasebetleri ortada ama onların yerine kurulan abbasilerin devlet politikaları onlardan farklı, arap-islam diye bire indirgememek lazım bu iki devleti...

diğer taraftan, selçuklu oğuz türkleri veya karahanlılar için bu emevilerin yaptıkları pek önemsenmiş gibi durmuyor, ama moğollar ve timur için fark yaratığı söylenebilir.

said:
...onca savaş, arapların Türklere uyguladığı kıyımları hesaba katmadan "göktanrı inancı ile islam birbirine benziyordu" yalanı atılması sinir bozucu.


bu mantıkla çinli biri çıksın, "gök tanrıcıların yaptığı onca savaş, çinlilere uyguladıkları onca kıyım hesaba katıldığında "göktanrı inancı ile islam birbirine benzemiyordu" yalanı atılması sinir bozucu." dese çok mu mantıklı bir tez öne sürmüş olacak?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Murray said:

...
Kendi ailemden örnek vermem gerekirse, kendilerinin Türkmen olduklarını iddia ediyorlar ve alevi inancına sahip olduklarından, bunun islamla-şamanist Türk inancının birleşimi olduğunu düşünüyorlar. Sanki Türkmenler saf kalabilmişler gibi?
...


şimdi bunu anlamadım,

1- bir aile, kendini türkmen olarak görüyor,
2- aynı aile, alevi inanca sahip,
3- aynı aile, aleviliğin, şamanizim ve islam sentezi bir din olduğunu söylüyor.

sen de bütün bunlara itiraz olarak, "türkmenlerin saf kalmadığı" tezini öne sürüyorsun?

buraya kadar doğrumu?

eğer doğru ise, türkmenlerin saf kalıp kalmadığının, 3 kalem bilgi ile ne gibi bir çelişkisi var?

bir sorun olması içim ailenin kendini türkmen olarak görüp alman veya japon gibi davranıyor olması lazım. tabi burada tc sınırları içinde bir çok kişi kendini "türk" olarak görüp, arap töresine göre hareket ettiği gerçeğini görmezden geliyoruz :)

aleviliğin içinde birden fazla şamanist geleneğin olduğunu söylüyorlar, -bu topraklarda istanbul rumları bile dilekleri kabul olsun diye ağaçlara çaput bağlıyorlar...- bu konuda gönül tekin hanımımın programlarını yine önermek istiyorum zira o çok daha ek bilgi veriyor...

Murray said:

Türkmenler de aynı kaderi yaşamamış gibi, adamların inançları değiştirilmiş ama en azından ırk konusunda bizlere göre daha saf kalabilmişler ve kültürlerini az da olsa halen yaşatıyorlar.


türkmenler "bizlerden" ne gibi farklılıkları var? biz kimiz, türkmenler kim?

sonra, kültürlerini çok yaşatsalar mesela ne gibi bir kültürel fark olacaktı?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Murray said:

...
Türkler asimilasyona Anadolu'da uğramadı, asimilasyonu Anadolu'da uyguladılar. Asimilasyonu biz, buralara göç etmeden önce ve göç sırasında yaşadık. Yani aslında, bize asimile edilenleri, biz de başkalarına asimile ettik.

Şu topraklarda Türküm diyen rahat 5 kişiden 4'ünün Türk orijinleriyle bağı yok. Hele ki, 600 sene ümmetçi bir cihan devleti altında, onlarca ırk ile birlikte yaşamış iken.

edit: daha da ilgililer gen araştırmalarına bakabilirler.
https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrklerin_genetik_tarihi#T.C3.BCrklerde_Haplogrup_da.C4.9F.C4.B1l.C4.B1m.C4.B1


güncel türkçü ideolojiden atsızcıları gib azınlıkta olanlar ve ne dediğini bilmeyen avamları çıkartırsa, genetiğin ön planda olduğu budunculuğun bir karşılığı olmadığını görmüş olmanız lazım gelir.

günceli geçtim, avrupa hun, avar ve göktürk devletlerini ele alalım, bunların devlet ideolojisinde bile budun ırkçısı bir tutum olduğunu ben hatırlamıyorum...

said:
Türkler asimilasyona Anadolu'da uğramadı, asimilasyonu Anadolu'da uyguladılar. Asimilasyonu biz, buralara göç etmeden önce ve göç sırasında yaşadık. Yani aslında, bize asimile edilenleri, biz de başkalarına asimile ettik.


şimdi bu nedir? bir çözümleyelim

1- türkler diye bir şey var
2- bunlar anadolu da asimile olmadılar
3- anadoluyu asimile etiler
4- iddia sahibinin "biz" dediği birileri var
5- bu "biz" ler, buralara göç etmeden önce ve göç ederken asimile olmuşlar.
6- ve birileri "biz"lere -asimile edilenleri- diye bir şey yapmış, ve bunun üzerinde "biz"ler de -asimile edilenleri- başkalarına asimile etmişler.

sonuç: hiç bir şey anlamadım...


said:
...Şu topraklarda Türküm diyen rahat 5 kişiden 4'ünün Türk orijinleriyle bağı yok...


tamam bunu doğru kabul edelim, sonrasında ne yapacağız?

ne desinler mesela kendilerine?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Şamanizmin göktanrı inancıyla bir alakası olmadığını yazmışsın, bu yanlış bir kere. Dinlerin kategorize edilişindeki bazı kıstaslar vardır; örneğin yahudilik, hristiyanlık veya islam ibrahimi dindir. Bunun manası çeşitli yüce kişilikler olsa da, dinin temel hattının tek bir peygamber tarafından insanlara iletilmiş oluşu ve tek tanrı inancına sahip oluş.

Şamanist dinlerde ise göktanrı inancında olduğu gibi tanrılar vardır ve bunlar doğayla bütünleştirilmiştir. İbrahimi dinler gibi öteki bir dünya yoktur aslında. Örneğin cehennem şamanistlere göre gerçekten yerin altındadır. Göktanrı inancında 3 ortam vardır, yeraltı, yeryüzü ve gökyüzü ve buralarda çeşitli tanrılar yaşar. Her birinin Yunan mitolojisi gibi bir karakteri ve temsil ettiği bir davranışı vardır. Şamanist inançta, tanrı ile iletişim kuran tek bir peygamber yoktur(ibrahimi dinlere göre bunlar aslında hep akrabadır, ibrahim'den gelir zaten), şaman denilen din adamları bu görevi görür ki Türklerde de vardır şamanlar. Bu yüzden göktanrı inancı şamanisttir.

Göçebe devletlerde devlet geleneği olduğunu mu iddia ediyorsun? Bunun için kaynak istemişsin ancak o zamanlar, devlet demek toprak ve adalet demektir. Adaletin gelenekselleşmiş toplum normlarıyla sağlandığı ve toprak mülkiyetinin feodal anlamda olmadığı, insanların boylar şeklinde yaşadığı ve göçebe bir yaşam tarzını benimsediği bir yerde devlet geleneği nasıl ortaya çıkacaktır?

Bir kere tarihte devlet geleneğini ortaya çıkarabilmiş çok az ulus vardır, geri kalanlar Türkler gibi o devlet anlayışlarını kendilerine almışlardır. Türklerin kendine özgü devlet anlayışı ise tımar sisteminde yatar zaten ki bu da çok sonrasıdır.

Devlet geleneği nedir? Devlet geleneği, bir toplumun kendine has ve ilk bir yönetim sistemi geliştirmesidir. Bu bakımdan Yunan'lılar demokrasiyle, Roma'lılar meşhur idare ve hukuk sistemleriyle, İngiliz'ler modern demokrasiyle, Çin'liler hanedanlık yapısıyla, araplar dini yönetimiyle bir devlet anlayışına sahiptir denilebilir. Peki Türkler? Kendilerine has hangi devlet yapısına sahip olmuşlardır "tımar sistemi" dışında?

Osmanlı dışında kendine has bir devlet anlayışı getirebilmiş hiç bir devlet yoktur Türk tarihinde. En azından ben böyle biliyorum, örnek sunar var derseniz yanıldığımı kabul ederim. Türk devlet anlayışı, Cumhuriyet'e kadar, islam ve bizans devlet geleneklerinin bir karmasıdır.

Biz kimiz demişsin, biz büyük oranda Anadolu insanıyız, orta asya değil, Türkmenistan'dan gelmedik. Dominant olarak bu ülkede yaşayan insanların çoğunun atası, Türkler daha bu topraklara gelmeden de bu topraklarda yaşıyordu. Türkmenler ise din ve dil olarak benzer inanca sahip olsan da, ırk olarak senden farklı ve Orta Asya insanıdır.

Belirttiğim de zaten buydu. Sadece Anadolu insanı değil, Türkmenlerde çeşitli kültürlerini ve inanışlarını kaybetmiş, yeni kültürleri benimsemiş veya benimsetilmişler.

Son zamanlarda çoğu tarihçinin dediği; dil bir ulusu ulus yapan şeydir tezine kesinlikle katılmıyorum. Evet dil önemlidir ama yeterli değildir. Bir topluluk, bulunduğu yerden kalkıp başka yere gitmişse ve orada farklı dillerle kendi dili kaynaşmış, farklı inançlara ve dolayısıyla farklı bir yaşam tarzına bürünmüşse orada ya yeni bir kültürden bahsedilmelidir ya da yok olmuş bir kültürden.

Aslında, bana göre "ırk", "ulus" kavramları saçmalığın önde gidenidir. Belki ırk kavramı, Asya'lı, Afrika'lı, Beyaz olarak anılabilir, yani evrimsel veya artık biyologlar ona ne derse öyle anılmalı. Önemli olan kültürdür.

Dil bir ulusu ulus yapsaydı, şu an kendimize türk değil, yarı türk yarı arap dememiz gerekirdi. Dil bir toplumun üzerinden hangi tarihsel güçler dominant olmuş onu gösterir. Saf kalabilmiş bir dil, saf kalabilmiş ve istilaya uğramamış, başkasının hakimiyeti altına girmemiş bir toplumu göstermeli. Bu noktada;

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan insanların mozaik oluşu, kültürel farklılıklar, dildeki etkiler incelenirse, Türkiye'de "Türk kimliğinin" kültürel bir araçtan çok, bir siyasi araç olduğu gayet net görülür.

Türk kimliği, bu topraklarda ümmetçi anlayışa karşı modernitenin kullandığı siyasi bir araç olmuştur.

Ha peki, "ben Türk'üm" demek bir insanı Türk yapar mı? Hayır. Türk demek, orijini neyse onu yaşayan yani göktanrı inancına ve saf bir dile sahip olan, göçebe olarak yaşamasa bile, göçebe kültürünü yılda bir düzenleyeceği bir festivalle anımsayan insana denir.

örn : https://www.youtube.com/watch?v=Q236Q_CX1-A

TL;DR : Çoğunluğumuzun dedesinin 15. kuşaktan dedesi de Anadolu'da yaşıyordu. Yaşamasa bile Orta Asya'dan değil belki İran'dan, Kafkaslardan, Avrupa'dan veya Berber kavimlerden gelmişti, Orta Asya'dan gelmesi çok az bir ihtimal. Türkler, egemenliğini nüfuslarıyla değil siyasi zekalarıyla bu topraklarda elde etmiştir.

Not: Bu kadar kesin konuşmam, çok bildiğim anlamına gelmiyor. Yazımsal olarak kendi fikirlerimi böyle ifade ediyorum yoksa çok bildiğimi söylemiyorum. Yanlışım tabi ki olabilir ve bilgim kadar konuşuyorum. Tartışmanın ve forum kültürünün de manası budur abi zaten. Gerçekleri değil kendi bilgimi ve düşüncemi ifade ediyorum yani.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Feamer su aklina geldikce yaziya dokme olayina bir care bulsan ne guzel olacak hakkaten.

Bir de genetik izolasyon modelinde ufak bir sikinti var Murray. Melezler koklerinden cikmazlar, butun koklerini tasirlar. 64'te 1 oraninda Turk birinden cocuk yapinca cocugunun kokunde Turk oluyor yine yani ve o da bu ozelligi kendi cocuguna aktariyor. Bu yuzden Turkiye'nin %80'inin kokunde Turkluk yok onermesi dogru olmuyor.

Devam edebilirsiniz.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Bunu bilmiyordum ama bu bile ırk veya ulus kavramının biyolojik değil siyasi bir gerçeklik olduğunu gösteriyor. Eğer bahsettiğin bir durum varsa, o çocuğun genlerinde yer alan diğer 63 kalıtımsal farklılığı yok sayıp 1 tanesini gerçek saymak zaten yanlıştır.


Orta Asya Türklerinin hablogroup'u olan Q coğrafi olarak şuralarda mevcut:
https://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_Q-M242
Yazı incelenirse Altay dağlarında yayılım gösterdiği düşünülüyor.

Bu da Orta Asya Türklerinin bir diğer baskın hablogroupu R
http://4.bp.blogspot.com/--AljEGaV-6U/Ufgi979MPeI/AAAAAAAAB1I/ZFcJKwZx0a0/s1600/R.PNG

Orta Asya'da yer alan bir başka hablogroup olan C ise şöyle:
https://en.wikipedia.org/wiki/Haplogroup_C-M217

Bu üç örnekte de, aslında bu genetik yapıların Anadolu'da baskın olmadığı görülüyor. Anadolu'da baskın olan genler neler?

E Afrika-Akdeniz-Balkanlar
http://3.bp.blogspot.com/-SeHMknTE-MI/Uf5kne0-bgI/AAAAAAAAB9M/c2IUIP2GKW8/s1600/Haplogroup-E1b1b.jpg

G Kafkasya
http://3.bp.blogspot.com/-41MHWuSS70U/UfghYd3cFYI/AAAAAAAAB0I/H8ml0cKPrpE/s1600/G.PNG

I Avrupa grubu
http://3.bp.blogspot.com/-YMmz2gGJl7s/UfgiqFs6QlI/AAAAAAAAB04/TSCh1HP4xD8/s1600/I.jpg

I2 Balkan
http://1.bp.blogspot.com/-1T_MAsvKxRY/Ufgi34aMT3I/AAAAAAAAB1A/blAxyiaeRDA/s1600/%C4%B12.png

J Ortadoğu Akdeniz
http://3.bp.blogspot.com/-SeYAOmaQ_YQ/UfgpVhVd8LI/AAAAAAAAB5c/mnz7evuTjPk/s1600/jj.jpg

J1 Semitik arap
http://2.bp.blogspot.com/-4WtF3IHWyRo/UfgpatGXO2I/AAAAAAAAB5k/lDsBAM56rdI/s1600/j14.png

J2 Anadolu Yunan Mezopotamya
http://2.bp.blogspot.com/-5mUjPOY0B8Q/UfgpfBi-gYI/AAAAAAAAB5s/ph9Pz0QCy2Y/s1600/j2k.jpg

R1a Slav Altay Uygur
http://3.bp.blogspot.com/-eJXRWV5onYo/UfgjEiJcaaI/AAAAAAAAB1Q/lr5w7xVM2ow/s1600/r1a.jpg

r1b Batı Avrupa Uygur
http://1.bp.blogspot.com/-Zq4S1j6Qxuc/Vch3Etsi07I/AAAAAAAACYk/LgzSrVuOSY0/s1600/Haplogroup_R1b_World.jpg

T Doğu Hindistan Doğu Afrika
http://4.bp.blogspot.com/-b4idmEpZctg/Uf5kbG0mpqI/AAAAAAAAB88/BOoz2B0IN6Q/s1600/Haplogroup-T.gif



Türk milliyetçilerinin sadece dil konusunda Orta Asya ile bir bağ kurmasına şaşmamalı çünkü dilsel yakınlık dışında hem genetik olarak hem de kültürel olarak çok uzağız.

Dilde ise bu kadar yakın oluşumuzun sebebi, Orta Asya'dan gelen Türklerin bu coğrafyada siyasi başarısıdır, nüfussal olarak bir dominantlık sağlayamamışlardır. Şurada güzel bir yazı var:
http://odatv.com/anadoluya-cekik-gozlu-gelen-turkler-nasil-pala-biyikli-oldu-2606091200.html
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

anadolu halkı güzel, güzel de ne kadar eskiye gidiyorsunuz misal? veya bunların ne kadarı ile alakalı bilginiz var?

madem kökenlerine iniyoruz, falancayı yabancı sayıyoruz, en eskiye niye gitmiyoruz, niye bir yerde sınırlıyoruz kendimizi?

misal, hatti, hittit, miken, kimmer, sami. bunların hangisini referans alacağız? hangisi hakkında ne biliyoruz? kültürlerini, yaşantılarını biliyor muyuz?

veya, akad, assur, galat bunlar hakkında bir bilgimiz var mı? Helenistik dönem, roma ve bizans göç ve nüfus hareketlerini takip edebiliyormuz, bu halklar ne kadar karışmış, karışmış mı? biliyormuyuz. ön türklerden bahsetmiyorum bile, konvansiyonel bilgi ile devam edelim.

bütün bunlar ve daha aklıma gelmeyen bir çoğu hakkında bir fikrimiz varsa, bu halkların yaşayış ve davranışları, kültürleri hakkında bilgimiz varsa ve bunlardan bir "anadolu halkı" yaratıyorsak, bunların ortak oluşturduğu kültürünün izlerinin 1071 tarihinnden önce gözlemleniyor olması lazım ve daha sonrasında bölgeye geldiği söylenen türklerin kültürü ile çatışması veya kaynaşması veya sentezlenmesi gerekiyor.

bunları takip edebiliyor muyuz? veya ne kadar bilginiz var bu konularda?

misal, atıyorum ortak anadolu kültürü tapınaklarda sunaklara adak adamak olsun ki, pek uçuk bir örnek değil, bu yazıya vesile olan iddiayı doğru kabul edersek bugün "anadolu halkları" dediğimiz kitlenin bu davranışı veya benzerini sergiliyor olması lazım gelir. bakıyoruz var mı böyle bir şey? evet var, ermeni ve rum gibi hristiyan azınlıklar dini rituel olarak bunu sergiliyorlar.

ama dediğim gibi dini ritüel olarak sergiliyorlar, ama diğer taraftan şamanistik bir ritüel olan ağaçlara çaput bağlamak ve bir çok hurafe, her hangi bir diniz zorluk olmadan, bu gün müslim, gayri-müslim, dinsiz vb. bir çok kitle tarafında takip ediliyor.

ben bir roma geleneği olarak ağaçlara çaput bağlama diye bir şey duymadım, ama belkide olabilir de bilemeyiz, zira druid lerinde benzer davranışları var ama bu ritüelin anadoluya iki yoldan gelmiş olabilir bir asyadan, ikici Keltler tarafından.

ikinci konu, gök tanrı ilgili panteonda, en mutlak gücü temsil eden varlıktır. burada benzerlerinden ayrılan yanı ise gök tanrıya inanların tanrı ile ilişkileri ve ona bakış açıları.

şamanizim ise çeşitli durumları doğa güçleri ile açıklayarak, çözümleme yapan ayrı bir din sistemi. mevzu bahis türkler olunca türk tanrı panteonunda yararlanıyorlar, germen olsa germen panteonun dan tanrı veya peri alacaklardı, zaten özünde hepsi aynı şeyleri temsil ediyorlar, sadece isim ve coğrafi özelliklere değişiyor ve kültürel ek özellikler alıyorlar. misal: iştar, mitra, artemis, athena ve minerva, bunlara karşılık gelen celt ve germen tanrıçaları.

şamanlar, benzerleri druidler gibi, arada şarlatanları ayırırsak, içinde bulundukları toplumların kültür ve geleneklerini bilen, bin yılların medikal bilgisi ile ilim sahibi olan ve aralarında bazı özel insanların olduğu bir topluluk ama davranış biçimlerinin şimdiki cinci hocalar ve kırıkçıkıkçılardan bir farkı yok, bkz. şamanizim devam ediyor...

çünkü özünde yaptıkları bu, dini kısmı ise kendilerine meşrutiyet kazandıran bezirgan davranışı. nasıl şimdi işinin ehli bir alternatif tıp uzmanına gidersen şifa bulabiliyorsan, o zamanda bir şarlatana basur tedavisi için gittiğinde, "kutsal çalıya sıçmışsın, ruhlar çok kızgın, bu okunmuş çubuğu götüne sok karıştır düzelirsin." cevabını alabiliyor olman muhakkak, normal şartlarda biri sana "götüne çubuk sok" dese kılıçla dalarsın ama işin içine, kutsal girdiğinde, ve illa bir çalıya sıçmış olduğundan bunu yapıyorsun, niye çünkü şaman ruhlarla konuşan mübarek bir zattır...

yok olduğu kısmı ise çok abartı, tamam toplum üzerindeki etkileri önceki gibi olmamış ama nasıl roma istilasından sonra druidler çeşitli şekillerde var olmuşsa, şamanların ciddi olanları bir çok şekilde günümüze kadar gelmişlerdir.

son olarak devlet geleneği meselesi içim ise, göçebe dediğiniz zaman aklınıza ne geliyor avcı toplayıcı falan mı? öyleyse yanlış yoldasınız.

bu konu hakkında çok yazı paylaştığım için daha fazla yazmak istemiyorum ama en son çıkan şu kitabı örnek gösterebilirim:

Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet Prof. Dr. Halil İnalcık

"tanıtım yazısı" said:

İslâmiyetle 9. yüzyılda tanışan Türkler, kendi devlet anlayışlarını İslam dünyasına taşıdı. Böylece devlet ve hukuk kavramlarında, bağımsız sivil otorite ve onun kanun koyucu gücü lehine büyük bir değişiklik ortaya çıktı. Şerîat ile yan yana bir sivil hukuk alanı gelişti. 11. yüzyılda El-Mâverdî ve Ebu Mansur el-Bağdadî başta, büyük fakihler İslâm toplumlarında bu ayrımın gerekliliği üzerine yazdılar, tartıştılar.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...