Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Anne ben BULK oldum


tyildirim

Öne çıkan mesajlar

Vucut yapmissin ama bir dovmen bile yok. Bos....
Resmen bos arazi gibi kollar. Param olsa en iyisinden 3d bir dovme yapardim kollarima. Simdi giderim biri uyduruk bisey yapar, guvenemiyorum.
Soyle Gothic falan cok super bisey yapmak istemisimdir hep. Cesaret edemiyorum. o kadar param da yok....

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

tyildirim said:

Promenader said:

o bacaklara o vücut cidden dengesiz olmuş.


Fotoyu çeken eşşolueşek yüzünden. 183 boyum var gayet her yerim orantılı ya. Kamerayı yukarı tutup çekiyor piç

Utanıyorum tamam tamam yeter diyip alıyorum teli elinden. Çekinemiyorum ulu orta foto a.k


sen de utanıyosan biz napalım nedicekler haaaaaaaaaa adama bak foto çekiniyooo hahahaaaaaaaaaaaa mı dicekler

koyarsın lambonun anahtarı masaya buna gülün lan dersin
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Editor said:

noyanı niye bukadar summonluyorsun nedir aga olay ?

Yoksa birlikte ? paylaşım ?


Sequo benimle ilk buluştuğunda henüz spora başlamıştı. O da Deno ve Grimdownsurvior gibi gözlerini kaslarımdan alamamıştı. Şimdi benden aldığı ilhamdan sonra gelişimi göstermek için çok heyecanlı ;D


Ben arkadaşlarımın gelişim göstermesinden gurur duyarım ve Sequo'yu sonuna kadar destekliyorum. 2 yıldır burada Killer ve Perfectionist ya da Kanuni bodybuilding bizden sorulur diye post kasıyorlardı.. Adam 5 ayda hepsinin toplamına ulaştı ve belki hiç birinin asla gelemeyeceği bir noktaya geldi. Helal olsun Sequo !
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

moncici said:

Çağdaşlığın ve çağdaş sanatın ne olduğu üzerine yıllardır süren tartışmalarda nihayet bazı uzlaşmalara varıldı. Bunlardan ilki, çağdaş sanatın modernliği parçalayan bir dönemi ifade etmesi. İkincisi, küreselleşmenin bir tezahürü olması. Üçüncüsü ise, finansla ve iletişim teknolojileriyle bağlaşıklığı. Küresel şirketlerin büyük yatırımlarla yapılandırdıkları çağdaş sanat, başta bienallerle örgütleniyor.

Tarihsel ve estetik bütün normların silindiği bir döneme özgü sergiler olmalarına rağmen, piyasanın işletme modellerine göre işleyen bienallerin ömrünü doldurdukça her açıldıkları metropolde birbirini tekrarlayan tekdüze, bıktıran-usandıran gösterilere dönüştüğü biliniyor. Bu durumun yarattığı patoloji (marazi hal-daralma duygusu), 13. İstanbul Bienali’nde iyice tırmanıyor. Örneğin, artık kimsenin izlemeye sabrının yetmediği video sanatı gösterileri. Hito Steyerl’in “Müze Bir Fabrika mıdır?” makalesinde[1] “beyaz küplerin siyah kutuları” dediği odalarda gösterilen, bölük-pörçük izlenen ve sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen binlerce imge. Video ifratının yarattığı anlamsızlığın en uç örneği 11. Documenta’da yaşanmış: bu sergide, bir izleyicinin Documenta’nın açık olduğu 100 gün içinde izleyebileceğinden daha çok video sunulmuş. Videoların realizmi, aslında bienalin tamamına egemen olan estetiğin bir yansıması. Bunun 13. Bienal’deki en vahim örneği ise, Garanti Bankası’nın galerisi olan Salt’ın girişine yerleştirilen direniş çadırı enstalasyonu (son Documenta’da ve Berlin Sanat Fuarı’nda da basbayağı Occupy militanları sergilenmişti.) Piyasa ikonolojisinden türeyen bu çağdaş “simulakra realizmi”, II. Dünya Savaşı arifesinde parti-devletlerinde avangardı ezmek için imal edilen “sosyalist realizm” gibi resmî realizmlerden bile daha gayri hakiki; kendinden ve arkasındaki otoriteden başka bir şey göstermiyor. Son dönem bütün İstanbul bienallerini dolduran ve çok-kültürlülüğü kutsayan işler 13. Bienal’de de eksik değil. Oysa bu neoliberal politikalar çoktan geride kaldı. Artık Angela Merkel ve David Cameron gibi Avrupa egemenleri bile, Žižek'in çok önceleri açıkladığı gibi, çok-kültürlülüğün ırkçılığı beslediğini düşünüyor.[2] Bienal izleyicilerini usandıran diğer bir grup iş de, kendi anılarının ve deneyimlerinin sanata tercüme edilebilecek ölçüde ayrıcalıklı olduğuna inanan ve bunlara ait belgeleri izleyicilere dayatan sanatçılara ait.

Bienallerin kentleri markalandırmanın etkin platformları olmanın yanı sıra, küresel/çağdaş bir beğeninin ve sanat piyasasının önde gelen medyaları oldukları da ortada. Dolayısıyla bienaller, yerel izleyicilerden çok, aslında oradan oraya peşinden sürükledikleri bir sanat tüccarı, yöneticisi, medyası ve yatırımcısı koloniye, elite hitap ediyor. Bir bakıma onların etkinliklerini ve programlarını düzene sokuyor. Artık İstanbul Bienali de bu anlamda bir uğrak noktası. Piyasa mimarlarının İstanbul’a akması, yerli yatırımcıların da çağdaş sanata olan güvenlerini sağlamlaştırıyor. Toplu olarak uluslararası fuar ve müzayede gezilerine çıktıkları bile oluyor. Bu gelişmelerde, dünyadaki hemen hemen bütün önemli fuarların sponsorları olan özel bankacılık kurumlarının yayılması da önemli bir etmen. Bienaller, küresel sanat piyasası elitlerinin örgütlenmesinde bir arayüz işlevi görüyor. Nitekim, 13. Bienal de bu anlamda birçok fırsat yarattı. Bunlar arasında en kurumsal olanı I. Artinternational Fuarı’ydı. Arkasındaki şebekede kimler yoktu ki: Londra’dan Bosphorus Art Fairs Şirketi, İstanbul’dan Fiera Milano Interteks; Art Basel Hong Kong, Hindistan Sanat Fuarı; Abu Dabi, Dubai, St. Petersburg, Londra, Paris, Los Angeles, Rotterdam, ve tabii İstanbul’dan bir dolu hami: müzayedeci, müze direktörü, küratör, sanat/kültür yöneticisi, şirket ortağı, koleksiyoner ve ana sponsor olarak Garanti Bankası’na bağlı Masters Özel Bankacılık. “Artinternational İstanbul’un amacı, baştan beri, yerli koleksiyonerleri uluslararası galerilerle, uluslararası koleksiyonerleri de Türk galerileriyle buluşturmak, ve İstanbul’u sanatın bir uğrak noktası olarak teşvik etmek. O nedenle 2013 Bienali’yle eş zamanlı olarak açılması tesadüf değil.”[3] Sonunda, bu işlerde uzman olan Britanyalı şirketlerin devreye girmesi sayesinde İstanbul’da da ilk kez uluslararası fuar atmosferinde bir fuar izleniyor. Çünkü rakibi olan Contemporary İstanbul, yedi yıldır süren denemelerine rağmen bir türlü özentilik havasını üstünden atamamıştı. Ve zaten bu fuarı yöneten kadro, son olarak, sanatın muhafazakârlaştırılması programı çerçevesinde düzenledikleri ve resimlerle heykellerin, kavuk, kubur, peştemal, tespih, sedef kakma gibi el sanatlarıyla birlikte pazarlandığı All Arts Fair ile çaplarını iyice ortaya koymuşlardı. Aslında haklarını yememek gerekir, Başkan Ali Güreli’nin övündüğü gibi, gerçekten böyle bir fuar, Arap ülkeleri dahil, dünyada bir ilkti.[4]

Bienal’in perde arkasını oluşturan sanat piyasasının egemenleri arası bağlantılar, şirketlerle sanat kurumları arasındaki temaslar ve alım-satımlar, kuşkusuz uluorta cereyan etmiyor. Daha ziyade, kültürü özelleştiren ve sanatı finansallaştıran şirket yöneticilerinin malikânelerinde verdikleri şaşaalı davetlerde kotarılıyor. Bunlar hakkındaki bilgilere ve görüntülere ancak magazin medyasında rastlayabiliyorsunuz. Bir örnek: “Venedik Bienali’yle beraber çağdaş sanatın dünyadaki en önemli iki etkinliğinden biri olarak kabul edilen İstanbul Bienali başladı. Sanatı ve sanatçıyı destekleyen ve sanatın gelişmesine katkı sağlayacak projelere ve toplantılara ev sahipliği yapan DEMSA Group Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Çetindoğan 13. İstanbul Bienali çerçevesinde şehrimizi ziyaret eden sanatsever dostları, sanat profesyonellerini ve İngiliz Kraliyet Ailesi’ne mensup prenses, kont ve kontesleri Zarif Mustafa Paşa Yalısı’ndaki evinde ağırladı…Dünya sanat piyasasının en saygın konukları geleneksel Osmanlı yemeklerinin sunulduğu davette birbirinden lezzetli ikramları tatma fırsatı buldu.”[5] Gene “cemiyet hayatının elitleri” ile ilgilenen yayınlardan, Cengiz Çetindoğan’ın eşi ve şirketinin başkan vekili olan Demet Sabancı Çetindoğan’ın ne zamandır Haliç’te son derecede iddialı bir müze kurmaya giriştiğini biliyoruz. Müzenin mimarı, dünyada yapılarıyla küresel kentleri markalandıradırabilecek yetenekteki üç-beş isimden biri olan Zaha Hadid. Danışmanı ise daha da parlak bir isim: Thomas Krens. 1988 yılında New York’taki Guggenheim Müzesi’nin başına gelen Krens “Batı’da müze kültürünü değiştiren” “sanat çarı” olarak tanınıyor. Modern müzeciliğin sonunu getiren iki büyük dönüşüme imza atıyor: İlki, müzelerin birer küresel şirket zinciri gibi örgütlenmeleri. Buna müzelerin “McDonalds’laştırılması” da deniyor. İkincisi, Bilbao Guggenheim’da uygulandığı gibi, müzenin bir mimarlık gösterisine (spectacle) indirgenmesi. Bu durumda sanat müzenin bir dekoru haline geliyor. Zaten onun gözünde sanatın herhangi bir lüks nesnesinden farkı yok. O nedenle Guggenheim Müzesi’nde BMW motosikletleriyle, Armani sergileri düzenleyebiliyor. Ancak Krens, fazla ileri gitmeye başlayınca, 2008’in küreselleşme krizinin de etkisiyle, şöhreti kötüye çıkıyor ve o yıl görevini bırakmak durumunda kalıyor. Küresel Kültürel Varlık Yönetimi (Global Cultural Asset Management) adını verdiği bir şirket kurarak kapağı Ortadoğu’ya atıyor. Abu Dabi’de inşa edilmekte olan en büyük Guggenheim projesine nezaret ediyor. Ancak müze inşaatında işçilere uygulanan vahşetin[6] ayyuka çıkması ve kimi Arap ve yabancı sanatçıların müzeyi boykot etmeleri üzerine bu görevinden de alınıyor. Borusan Şirketi’nin genel merkezi olan Perili Köşk’ün mimarlığına tutulup onun bir “ofis müze”ye çevrilmesi fikrinin mucidi de yine Krens. Şu sıralarda İstanbul’daki müzenin yanı sıra Bakü’de bir başka büyük projeyle uğraşıyor.

Şimdi asıl konuya dönerek, bienallerin ve İstanbul’daki son temsilinin çevresinde kurulan bu tiyatronun biz “kamusal yurttaşlar” için nasıl anlamlandırıldığına bakalım.



“Kamu”nun ve “direniş”in bienale tercümesi

13. Bienal’in sunulduğu metinler, İstanbul Kültür Sanat Vakfı adına Bienal’in “direktörü” olan Bige Örer ile küratör Fulya Erdemci’ye ait.[7] Manifesto üslubunda kaleme alınmış olan her iki metin de bizi, fikri ve ilk etkinlikleri Gezi’den çok önce kotarılmış olan Bienal’in sanki bu direnişin bir devamı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Sanki direniş barikatlardan Garanti Bankası’nın, Koç Grubu’nun sahibi olduğu bienal salonlarına inmiş. “Taksim” şimdi buralarda sürüyor.

Bige Örer, Bienal’in, “dönüştürücü müzakere ve düşünce alanlarını mümkün kılacak yeni bir dile ve dünya tahayyülü”ne sahip olduğunu ifade ederken, Gezi’nin bununla “örtüştüğünü” öne sürüyor. Ona göre zaten “bienal, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi savunuyor, bienal formatı ise her türlü mikro ve makro iktidar yapısının karşısında direnme alanları yaratma potansiyali taşıyor.” Ayrıca, “kentsel dönüşümle ilgili Türkiye’de uzun yıllardır süregelen araştırmaların ve mücadelelerin gücüne inanan… bienal, kentlerimizin bugününü ve geleceğini tayin edecek kararların alınmasında muhalefeti ve müzakereyi destekleyecek bir alan açmayı hedefliyor.” Küratör, direktörden daha da iddialı: Ona göre bienal, “verili sistem içindeki muktedirleri ezilmişlerin konumundan okuyarak, sistemin dikiş yerlerini aralayan, böylelikle sistem dışını mümkün kılan münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci, şair ya da sanatçı figürünü bugünün bağlamında yeniden düşünüyor”, “kolektif yaşam pratikleri üzerine yoğunlaşıyor”; “sanat ve sermaye ilişkisini, prekarite kavramı ve küresel kapitalizm eleştirisiyle birlikte [okuyor], alternatif ekonomiler, ve ortak üretim ve paylaşım üzerine [düşünüyor]”… Bienal “sokak”larını “geleceğe ilişkin imgelemimizi belirleyen ütopya ve distopyalar” işgal ediyor.

Şimdi Bienal’in bütün bu anti-kapitalist “özgürlük/eşitlik/kardeşlik” retoriğine kanarsanız, ortak ve kolektif (komünal) yaşam ütopyalarına ve direniş çağrılarına aldanırsanız, sanırsınız ki 1848 Devrimi’nin Paris barikatlarındayız. Saint-Simon ve Fourier benzeri ütopik sosyalistlerin savunduğu gibi, sanatçıların “avangard”ı olduğu bir devrim sürüyor. Küratör Erdemci, aynı 1848 barikatlarında savaşan Baudelaire gibi, metropolün safraları sayılan “serserilere, haydutlara, anarşistlere” ve bunları kahramanlaştıran şair ve sanatçılara umut bağlıyor. Üstelik, bu ‘çapulcu’ların canlandırdığı “kolektif hayalgücüne” “işaret” eden de o[8]; o bir önder. İster istemez insanın hayaline Delacroix’nın 1848 Devrimi esnasında boyadığı Halka Yol Gösteren Özgürlük resmi geliyor.



Eugène Delacroix, Halka Yol Gösteren Özgürlük, 1830



Bienal hakikati ile onu pazarlamaya çabalayan bütün bu devrimci pastiş arasındaki karşıtlık apaçık sırıtmaktayken, bir de, daha birkaç ay önce Bienal etkinliklerinin başında yaşanan hadiseleri bilmezden gelen bir riya var ortada. Fulya Erdemci şimdi manifestosunda, “Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladıklarını” belirtiyor. Oysa, daha Recep Tayyip Erdoğan direnişçileri terörist olarak ilan etmeden epey önce, Nisan başında, Bienal’in ilk etkinliklerinden biri olarak düzenlenen “Kamusal Simya” panelinde, kentsel dönüşümün şirketlerle bağını teşhir eden on üç kamusal hareketin düzenlediği eylemi terör olarak, bir “şiddet ve linç” girişimi olarak niteleyen oydu.[9] Gene bir ay kadar sonra, öncekine benzer bir protestoda bulunan Kamusal Direniş Platformu üyelerini İKSV güvenliğine ve ardından polise teslim eden de oydu. Ve şimdi de, bütün bu direnişle özdeşleşme edebiyatına rağmen, bakıyoruz Bienal onuruna İstanbul Contemporary’nin verdiği parti Demirören AVM’de düzenleniyor. Emek Sineması’nı yerle bir eden, iki katı da kaçak olan, kentsel dönüşümün ilk rant makinelerinden biri. Ve kent haklarının uğradığı saldırıya karşı uyanan direnişin bir odağı.

Hatırlanacağı gibi 13. Bienal toplantıları başladığında Fulya Erdemci, “ülkemizde özel sermayenin ve ticaretin sanat alanına” akarak bir “sanat patlaması” yaratmasından ve “böylelikle de sanatı toplumsal olarak yaygınlaştırmasından ve sanatçılar için bir yaşam alanı” oluşturmasından dem vuruyordu.[10] İşte 13. Bienal de bu hareketi kamusal alanlara taşıyacaktı. Ancak, Gezi öncesindeki protestoların ve arkasından da Gezi isyanının sergilediği direnişin kamusal hakikati karşısında sanatın özelleştirildiği mekânlara çekilmek zorunda kaldı. Ve şimdi, diyalektiğin canına okuyarak, bu manevranın dahi Gezi’ye destek çıkan bir “eylem” olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi: “Kentsel kamusal mekânlardan çekilme eylemiyle, yani varlığı yoklukla imleyerek, Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladık.” Yani, anlaşıldığı kadarıyla, halkımız, ancak arayıp arayıp ortada bienalin varlığını göremediği zaman, “yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların” farkına varıyor. Çünkü aksi halde onların “altını çizecek” bir fail yok; ve eylemlerin eyleyicileri de buna dahil. Pes doğrusu!

İnsan sormadan edemiyor: “Anne ben hıyar mıyım?”


They lived with us in the belly of the whale.
The whale spit them out on the other shore :
The shy ones.
The left-handed.
The one who was albino and stammered.
The nearsighted. The distrustful, the cunning.
And that tall boy who was always hungry,
always sleepy.

Do they sometimes look over our shoulders?
Since they’ve gone, we’ve seen no one.
Are we blind? Or
‘spiritualism, that negro religion’, writes,
in some delightful periodical, a Reverend Father.
And yet
if they were looking, sometimes, over our shoulders?

Or otherwise, leaving the shore of the intermediate sea,
has it been a while since they’ve gone ahead
into the interior of lands of the spirit?
The black sorcerer knows how to call, knows, even when they want
to depart, how to call back shadows, souls.
Who among us would know how to call,
know how to bring back
the shadow of John,
of Bernard,
of Maurice?

In honour of Monseigneur Saint Maurice
Roman colonel who commanded the Theban legion,
martyr, his feast on September 22,
the abbot of St-Maurice-en-Valais, bishop of Bethlehem
wears a ribbon of scarlet moiré.
But Maurice,
who no longer went to the synagogue, no longer painted flowers,
painted only a patch of wall, an open door, a bit
of the studio’s light through a half-open door,
verticals, the floor’s horizon line,
Maurice, who deprived himself of green, of blue,
who among our dead will serve as guide for Maurice?
Who among our living will know to light a flame for Maurice ?
What will we burn of ourselves
to feed the spiritual flame that will be able
to warm, to deliver Maurice?

(A tradition, do you remember, claims that suicides ,
imprisoned in mental mirrors, suffer at length
from seeing everything, never able to act, avert, aid.)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Jim_E_Rustler said:

moncici said:

Çağdaşlığın ve çağdaş sanatın ne olduğu üzerine yıllardır süren tartışmalarda nihayet bazı uzlaşmalara varıldı. Bunlardan ilki, çağdaş sanatın modernliği parçalayan bir dönemi ifade etmesi. İkincisi, küreselleşmenin bir tezahürü olması. Üçüncüsü ise, finansla ve iletişim teknolojileriyle bağlaşıklığı. Küresel şirketlerin büyük yatırımlarla yapılandırdıkları çağdaş sanat, başta bienallerle örgütleniyor.

Tarihsel ve estetik bütün normların silindiği bir döneme özgü sergiler olmalarına rağmen, piyasanın işletme modellerine göre işleyen bienallerin ömrünü doldurdukça her açıldıkları metropolde birbirini tekrarlayan tekdüze, bıktıran-usandıran gösterilere dönüştüğü biliniyor. Bu durumun yarattığı patoloji (marazi hal-daralma duygusu), 13. İstanbul Bienali’nde iyice tırmanıyor. Örneğin, artık kimsenin izlemeye sabrının yetmediği video sanatı gösterileri. Hito Steyerl’in “Müze Bir Fabrika mıdır?” makalesinde[1] “beyaz küplerin siyah kutuları” dediği odalarda gösterilen, bölük-pörçük izlenen ve sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen binlerce imge. Video ifratının yarattığı anlamsızlığın en uç örneği 11. Documenta’da yaşanmış: bu sergide, bir izleyicinin Documenta’nın açık olduğu 100 gün içinde izleyebileceğinden daha çok video sunulmuş. Videoların realizmi, aslında bienalin tamamına egemen olan estetiğin bir yansıması. Bunun 13. Bienal’deki en vahim örneği ise, Garanti Bankası’nın galerisi olan Salt’ın girişine yerleştirilen direniş çadırı enstalasyonu (son Documenta’da ve Berlin Sanat Fuarı’nda da basbayağı Occupy militanları sergilenmişti.) Piyasa ikonolojisinden türeyen bu çağdaş “simulakra realizmi”, II. Dünya Savaşı arifesinde parti-devletlerinde avangardı ezmek için imal edilen “sosyalist realizm” gibi resmî realizmlerden bile daha gayri hakiki; kendinden ve arkasındaki otoriteden başka bir şey göstermiyor. Son dönem bütün İstanbul bienallerini dolduran ve çok-kültürlülüğü kutsayan işler 13. Bienal’de de eksik değil. Oysa bu neoliberal politikalar çoktan geride kaldı. Artık Angela Merkel ve David Cameron gibi Avrupa egemenleri bile, Žižek'in çok önceleri açıkladığı gibi, çok-kültürlülüğün ırkçılığı beslediğini düşünüyor.[2] Bienal izleyicilerini usandıran diğer bir grup iş de, kendi anılarının ve deneyimlerinin sanata tercüme edilebilecek ölçüde ayrıcalıklı olduğuna inanan ve bunlara ait belgeleri izleyicilere dayatan sanatçılara ait.

Bienallerin kentleri markalandırmanın etkin platformları olmanın yanı sıra, küresel/çağdaş bir beğeninin ve sanat piyasasının önde gelen medyaları oldukları da ortada. Dolayısıyla bienaller, yerel izleyicilerden çok, aslında oradan oraya peşinden sürükledikleri bir sanat tüccarı, yöneticisi, medyası ve yatırımcısı koloniye, elite hitap ediyor. Bir bakıma onların etkinliklerini ve programlarını düzene sokuyor. Artık İstanbul Bienali de bu anlamda bir uğrak noktası. Piyasa mimarlarının İstanbul’a akması, yerli yatırımcıların da çağdaş sanata olan güvenlerini sağlamlaştırıyor. Toplu olarak uluslararası fuar ve müzayede gezilerine çıktıkları bile oluyor. Bu gelişmelerde, dünyadaki hemen hemen bütün önemli fuarların sponsorları olan özel bankacılık kurumlarının yayılması da önemli bir etmen. Bienaller, küresel sanat piyasası elitlerinin örgütlenmesinde bir arayüz işlevi görüyor. Nitekim, 13. Bienal de bu anlamda birçok fırsat yarattı. Bunlar arasında en kurumsal olanı I. Artinternational Fuarı’ydı. Arkasındaki şebekede kimler yoktu ki: Londra’dan Bosphorus Art Fairs Şirketi, İstanbul’dan Fiera Milano Interteks; Art Basel Hong Kong, Hindistan Sanat Fuarı; Abu Dabi, Dubai, St. Petersburg, Londra, Paris, Los Angeles, Rotterdam, ve tabii İstanbul’dan bir dolu hami: müzayedeci, müze direktörü, küratör, sanat/kültür yöneticisi, şirket ortağı, koleksiyoner ve ana sponsor olarak Garanti Bankası’na bağlı Masters Özel Bankacılık. “Artinternational İstanbul’un amacı, baştan beri, yerli koleksiyonerleri uluslararası galerilerle, uluslararası koleksiyonerleri de Türk galerileriyle buluşturmak, ve İstanbul’u sanatın bir uğrak noktası olarak teşvik etmek. O nedenle 2013 Bienali’yle eş zamanlı olarak açılması tesadüf değil.”[3] Sonunda, bu işlerde uzman olan Britanyalı şirketlerin devreye girmesi sayesinde İstanbul’da da ilk kez uluslararası fuar atmosferinde bir fuar izleniyor. Çünkü rakibi olan Contemporary İstanbul, yedi yıldır süren denemelerine rağmen bir türlü özentilik havasını üstünden atamamıştı. Ve zaten bu fuarı yöneten kadro, son olarak, sanatın muhafazakârlaştırılması programı çerçevesinde düzenledikleri ve resimlerle heykellerin, kavuk, kubur, peştemal, tespih, sedef kakma gibi el sanatlarıyla birlikte pazarlandığı All Arts Fair ile çaplarını iyice ortaya koymuşlardı. Aslında haklarını yememek gerekir, Başkan Ali Güreli’nin övündüğü gibi, gerçekten böyle bir fuar, Arap ülkeleri dahil, dünyada bir ilkti.[4]

Bienal’in perde arkasını oluşturan sanat piyasasının egemenleri arası bağlantılar, şirketlerle sanat kurumları arasındaki temaslar ve alım-satımlar, kuşkusuz uluorta cereyan etmiyor. Daha ziyade, kültürü özelleştiren ve sanatı finansallaştıran şirket yöneticilerinin malikânelerinde verdikleri şaşaalı davetlerde kotarılıyor. Bunlar hakkındaki bilgilere ve görüntülere ancak magazin medyasında rastlayabiliyorsunuz. Bir örnek: “Venedik Bienali’yle beraber çağdaş sanatın dünyadaki en önemli iki etkinliğinden biri olarak kabul edilen İstanbul Bienali başladı. Sanatı ve sanatçıyı destekleyen ve sanatın gelişmesine katkı sağlayacak projelere ve toplantılara ev sahipliği yapan DEMSA Group Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Çetindoğan 13. İstanbul Bienali çerçevesinde şehrimizi ziyaret eden sanatsever dostları, sanat profesyonellerini ve İngiliz Kraliyet Ailesi’ne mensup prenses, kont ve kontesleri Zarif Mustafa Paşa Yalısı’ndaki evinde ağırladı…Dünya sanat piyasasının en saygın konukları geleneksel Osmanlı yemeklerinin sunulduğu davette birbirinden lezzetli ikramları tatma fırsatı buldu.”[5] Gene “cemiyet hayatının elitleri” ile ilgilenen yayınlardan, Cengiz Çetindoğan’ın eşi ve şirketinin başkan vekili olan Demet Sabancı Çetindoğan’ın ne zamandır Haliç’te son derecede iddialı bir müze kurmaya giriştiğini biliyoruz. Müzenin mimarı, dünyada yapılarıyla küresel kentleri markalandıradırabilecek yetenekteki üç-beş isimden biri olan Zaha Hadid. Danışmanı ise daha da parlak bir isim: Thomas Krens. 1988 yılında New York’taki Guggenheim Müzesi’nin başına gelen Krens “Batı’da müze kültürünü değiştiren” “sanat çarı” olarak tanınıyor. Modern müzeciliğin sonunu getiren iki büyük dönüşüme imza atıyor: İlki, müzelerin birer küresel şirket zinciri gibi örgütlenmeleri. Buna müzelerin “McDonalds’laştırılması” da deniyor. İkincisi, Bilbao Guggenheim’da uygulandığı gibi, müzenin bir mimarlık gösterisine (spectacle) indirgenmesi. Bu durumda sanat müzenin bir dekoru haline geliyor. Zaten onun gözünde sanatın herhangi bir lüks nesnesinden farkı yok. O nedenle Guggenheim Müzesi’nde BMW motosikletleriyle, Armani sergileri düzenleyebiliyor. Ancak Krens, fazla ileri gitmeye başlayınca, 2008’in küreselleşme krizinin de etkisiyle, şöhreti kötüye çıkıyor ve o yıl görevini bırakmak durumunda kalıyor. Küresel Kültürel Varlık Yönetimi (Global Cultural Asset Management) adını verdiği bir şirket kurarak kapağı Ortadoğu’ya atıyor. Abu Dabi’de inşa edilmekte olan en büyük Guggenheim projesine nezaret ediyor. Ancak müze inşaatında işçilere uygulanan vahşetin[6] ayyuka çıkması ve kimi Arap ve yabancı sanatçıların müzeyi boykot etmeleri üzerine bu görevinden de alınıyor. Borusan Şirketi’nin genel merkezi olan Perili Köşk’ün mimarlığına tutulup onun bir “ofis müze”ye çevrilmesi fikrinin mucidi de yine Krens. Şu sıralarda İstanbul’daki müzenin yanı sıra Bakü’de bir başka büyük projeyle uğraşıyor.

Şimdi asıl konuya dönerek, bienallerin ve İstanbul’daki son temsilinin çevresinde kurulan bu tiyatronun biz “kamusal yurttaşlar” için nasıl anlamlandırıldığına bakalım.



“Kamu”nun ve “direniş”in bienale tercümesi

13. Bienal’in sunulduğu metinler, İstanbul Kültür Sanat Vakfı adına Bienal’in “direktörü” olan Bige Örer ile küratör Fulya Erdemci’ye ait.[7] Manifesto üslubunda kaleme alınmış olan her iki metin de bizi, fikri ve ilk etkinlikleri Gezi’den çok önce kotarılmış olan Bienal’in sanki bu direnişin bir devamı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Sanki direniş barikatlardan Garanti Bankası’nın, Koç Grubu’nun sahibi olduğu bienal salonlarına inmiş. “Taksim” şimdi buralarda sürüyor.

Bige Örer, Bienal’in, “dönüştürücü müzakere ve düşünce alanlarını mümkün kılacak yeni bir dile ve dünya tahayyülü”ne sahip olduğunu ifade ederken, Gezi’nin bununla “örtüştüğünü” öne sürüyor. Ona göre zaten “bienal, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi savunuyor, bienal formatı ise her türlü mikro ve makro iktidar yapısının karşısında direnme alanları yaratma potansiyali taşıyor.” Ayrıca, “kentsel dönüşümle ilgili Türkiye’de uzun yıllardır süregelen araştırmaların ve mücadelelerin gücüne inanan… bienal, kentlerimizin bugününü ve geleceğini tayin edecek kararların alınmasında muhalefeti ve müzakereyi destekleyecek bir alan açmayı hedefliyor.” Küratör, direktörden daha da iddialı: Ona göre bienal, “verili sistem içindeki muktedirleri ezilmişlerin konumundan okuyarak, sistemin dikiş yerlerini aralayan, böylelikle sistem dışını mümkün kılan münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci, şair ya da sanatçı figürünü bugünün bağlamında yeniden düşünüyor”, “kolektif yaşam pratikleri üzerine yoğunlaşıyor”; “sanat ve sermaye ilişkisini, prekarite kavramı ve küresel kapitalizm eleştirisiyle birlikte [okuyor], alternatif ekonomiler, ve ortak üretim ve paylaşım üzerine [düşünüyor]”… Bienal “sokak”larını “geleceğe ilişkin imgelemimizi belirleyen ütopya ve distopyalar” işgal ediyor.

Şimdi Bienal’in bütün bu anti-kapitalist “özgürlük/eşitlik/kardeşlik” retoriğine kanarsanız, ortak ve kolektif (komünal) yaşam ütopyalarına ve direniş çağrılarına aldanırsanız, sanırsınız ki 1848 Devrimi’nin Paris barikatlarındayız. Saint-Simon ve Fourier benzeri ütopik sosyalistlerin savunduğu gibi, sanatçıların “avangard”ı olduğu bir devrim sürüyor. Küratör Erdemci, aynı 1848 barikatlarında savaşan Baudelaire gibi, metropolün safraları sayılan “serserilere, haydutlara, anarşistlere” ve bunları kahramanlaştıran şair ve sanatçılara umut bağlıyor. Üstelik, bu ‘çapulcu’ların canlandırdığı “kolektif hayalgücüne” “işaret” eden de o[8]; o bir önder. İster istemez insanın hayaline Delacroix’nın 1848 Devrimi esnasında boyadığı Halka Yol Gösteren Özgürlük resmi geliyor.



Eugène Delacroix, Halka Yol Gösteren Özgürlük, 1830



Bienal hakikati ile onu pazarlamaya çabalayan bütün bu devrimci pastiş arasındaki karşıtlık apaçık sırıtmaktayken, bir de, daha birkaç ay önce Bienal etkinliklerinin başında yaşanan hadiseleri bilmezden gelen bir riya var ortada. Fulya Erdemci şimdi manifestosunda, “Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladıklarını” belirtiyor. Oysa, daha Recep Tayyip Erdoğan direnişçileri terörist olarak ilan etmeden epey önce, Nisan başında, Bienal’in ilk etkinliklerinden biri olarak düzenlenen “Kamusal Simya” panelinde, kentsel dönüşümün şirketlerle bağını teşhir eden on üç kamusal hareketin düzenlediği eylemi terör olarak, bir “şiddet ve linç” girişimi olarak niteleyen oydu.[9] Gene bir ay kadar sonra, öncekine benzer bir protestoda bulunan Kamusal Direniş Platformu üyelerini İKSV güvenliğine ve ardından polise teslim eden de oydu. Ve şimdi de, bütün bu direnişle özdeşleşme edebiyatına rağmen, bakıyoruz Bienal onuruna İstanbul Contemporary’nin verdiği parti Demirören AVM’de düzenleniyor. Emek Sineması’nı yerle bir eden, iki katı da kaçak olan, kentsel dönüşümün ilk rant makinelerinden biri. Ve kent haklarının uğradığı saldırıya karşı uyanan direnişin bir odağı.

Hatırlanacağı gibi 13. Bienal toplantıları başladığında Fulya Erdemci, “ülkemizde özel sermayenin ve ticaretin sanat alanına” akarak bir “sanat patlaması” yaratmasından ve “böylelikle de sanatı toplumsal olarak yaygınlaştırmasından ve sanatçılar için bir yaşam alanı” oluşturmasından dem vuruyordu.[10] İşte 13. Bienal de bu hareketi kamusal alanlara taşıyacaktı. Ancak, Gezi öncesindeki protestoların ve arkasından da Gezi isyanının sergilediği direnişin kamusal hakikati karşısında sanatın özelleştirildiği mekânlara çekilmek zorunda kaldı. Ve şimdi, diyalektiğin canına okuyarak, bu manevranın dahi Gezi’ye destek çıkan bir “eylem” olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi: “Kentsel kamusal mekânlardan çekilme eylemiyle, yani varlığı yoklukla imleyerek, Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladık.” Yani, anlaşıldığı kadarıyla, halkımız, ancak arayıp arayıp ortada bienalin varlığını göremediği zaman, “yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların” farkına varıyor. Çünkü aksi halde onların “altını çizecek” bir fail yok; ve eylemlerin eyleyicileri de buna dahil. Pes doğrusu!

İnsan sormadan edemiyor: “Anne ben hıyar mıyım?”


They lived with us in the belly of the whale.
The whale spit them out on the other shore :
The shy ones.
The left-handed.
The one who was albino and stammered.
The nearsighted. The distrustful, the cunning.
And that tall boy who was always hungry,
always sleepy.

Do they sometimes look over our shoulders?
Since they’ve gone, we’ve seen no one.
Are we blind? Or
‘spiritualism, that negro religion’, writes,
in some delightful periodical, a Reverend Father.
And yet
if they were looking, sometimes, over our shoulders?

Or otherwise, leaving the shore of the intermediate sea,
has it been a while since they’ve gone ahead
into the interior of lands of the spirit?
The black sorcerer knows how to call, knows, even when they want
to depart, how to call back shadows, souls.
Who among us would know how to call,
know how to bring back
the shadow of John,
of Bernard,
of Maurice?

In honour of Monseigneur Saint Maurice
Roman colonel who commanded the Theban legion,
martyr, his feast on September 22,
the abbot of St-Maurice-en-Valais, bishop of Bethlehem
wears a ribbon of scarlet moiré.
But Maurice,
who no longer went to the synagogue, no longer painted flowers,
painted only a patch of wall, an open door, a bit
of the studio’s light through a half-open door,
verticals, the floor’s horizon line,
Maurice, who deprived himself of green, of blue,
who among our dead will serve as guide for Maurice?
Who among our living will know to light a flame for Maurice ?
What will we burn of ourselves
to feed the spiritual flame that will be able
to warm, to deliver Maurice?

(A tradition, do you remember, claims that suicides ,
imprisoned in mental mirrors, suffer at length
from seeing everything, never able to act, avert, aid.)


KÖKÖTÖY HAN'IN AŞI

Tekkeye benzeyen Taşkent'te Türk kabilelerini yöneten Canadil'in oğlu kökötöy sadece Kırgızlar arasında değil, Tacik, Oogan, Araplar arasında da, dahası bütün dünyada ünlüydü, akıllı ve sevilen gözde bir adam idi. Aç Kırgızın dayanacak dağı idi, düşmanına ok idi. Saldırdığını canlı bırakmayan atmaca idi, gerçek hazine de o idi. Enenmiş deveye havut vurup yük yükler, at koşturup dünyayı dolaşırdı. Büyük servet sahibi idi. kökötöy'ün serveti ilkbahardaki otlar gibi büyümüş, çoğalmıştı. Gök nasıl yıldızlarla zengin idiyse, yer yüzünde de kökötöy öyle zengindi. Onun Alay'da yüz bin, Kara-kulca'da yüz bin sarı başlı koyunu, iki yüz bin devesi vardı. Ambarında biriktirdiği paraları dağ gibi olmuştu. kökötöy'ün altın hazinesinde altın dolu kırk adet demir sandığı olup, onların yüz dili dokuz anahtarı vardı. Bu sandıklarda iki duvar olabilecek kadar gümüş, zümrüt mercan gerdanlık, kızıl altın, beyaz gümüş sebikesi, daha pek çok mücevher saklanıyordu.

kökötöy seksen dört yaşına gelene kadar pekçok kez evlendi, bu yönden bir derdi yoktu. Evlendiği kadınlardan on bir kızı ve Bokmurun adında yalnız bir oğlu olmuştu. Bir oğluna nazar değmesin diye kimsenin dikkatini çekmeyen nahoş bir ad verdi. Başkalarının eski giysilerini getirip ona giydirdi, avul reisi olduğu halde oğluna ateş istetti, böylece oğlunu nazardan uzak tutarak büyüttü. Şimdi beş yaşına girip olgunluk çağına ermiş olan Bokmurun çevik, olgun ve akıllı bir adam olmuştu. Oogan'ın zenginin kızıyla nişanlanmak için gittiği günden beri yaklaşık üç aydır kendisinden hiç haber alınamadı.


O günlerde üzüntülerin ardı ardına gelmesi yüzünden ihtiyar kökötöy cidden hastalandı. Ecelinin geldiğini sezen akıllı kökötöy f'ni dünyadan giderken Kırgızların ağası, kendisiyle yaşıt, söz bilir Bay'ın oğlu Baymırza'yı yanına alıp çok sevdiği beş kadınını da yanına oturtup vasiyetini söyledi.

"Baymırzam, sözümü dikkatlice dinle, vasiyetimi dinlemeyen, iyiliği görmeyen oğluma ve bütün halkıma sözümü eksiksiz ilet. Görecek günüm, içecek suyum bitti. Hepimizden razıyım. Ben öldükten sonra oğlum zarar görmesin. Malı mülkü saçıp savurmasın, gelin kızın düğünündeki gibi, kocakarı aşında olduğu gibi üç inek kesip mütevazi şekilde gömsün. Dünyaya kökötöy öldü diye haber vermesin, düşmana toprakları çiğnetmesin, halkı telaşlandırmasın. Kardeşim Manas ile danışsın. Emanet sözüm budur..." kökötöy vasiyetini söyleyip bitirdi. Ağzından gök rengi duman çıktı ve gözünün nûru sönerek dünyadan göç etti.

kökötöy bayın çadırında, Iraman'ın Irçı oğlu, halk adetine göre kopuzun eline alıp kökötöy bayın ölümüne, ilk olarak sağu söyledi.

"İşte bu yalan dünya, kimlere vefa etti? Ne yapmadı bu yalan, başı sağlam, kökü viran dünya? Altın başlı han da geçti, arslan yürekli er de geçti gitti. Yüce Tanrı kulak gökteki kuşlara acıyıp, söz ustası kökötöy'ü mü götürdün? Yalan dünya, yalan dünya! Bağrı derin kara yer olan dünya, sen kimlere acıdın? Kuş dilinden anlayan, halkın başında öten Köketöy'ü niye götürdün! Ah bu f'ni dünya, Tanrının hükmüne hiçbir çare k'r etmez, o hüküm her bendeye mutlaka bir kez gelir..."

kökötöy hanın arkasında, hayattayken birer birer biriktirip topladığı Ceti-Su dolusu kadar vefasız mal, biricik oğlu ve yedi ev dolusu altın ile gümüş kaldı.

kökötöy'ün oğlu Bokmurun Tülkü bayın kızı Kanışay'ı alıp geldiğinde babası ölmüştü. Babasının vasiyetini dinleyemediğine üzülen Bokmurun ağlayarak suya salınan çubuk gibi büküldü, acı acı hıçkırdı.

Talihsiz yeni gelin, beyaz eşarbını başına koymadan ay yüzü yaşla ıslandı, gönlü karardı. Bunu farkeden kadınlar "Gelinin ayağından, çobanın dayağından" diye laf çıkardılar.

Baymırza Bokmurun'u yanına çağırıp dostunun can çekişirken söylediği vasiyetini ona anlattı:

"Rahmetli candostum 'Oğlum Bokmurun Manas'a gitsin, danışsın' diye buyurdu" Baymırza dostunun emanet sözünü ilettikten sonra rahatladı.

Bokmurun babasının Maaniker denen tulpar atına binip, kimseye söylemeden Talas'taki Manas'a doğru akşamleyin yola koyuldu. Manas, Altay'dan göç edip Ala Dağ'a birazcık hayvanı ve dağınık halkıyla geldiği zaman karşısına çıkıp, sungur, boz at ve çok sayıda hayvan hediye eden, yetecek kadar yer veren, düşmanın beraber kovulmasına yardım eden kökötöy idi. Manas, kökötöy'den çok iyilik görmüştü, hayatını ona borçlu idi.

kökötöy'ün, Maaniker isimli atı Kambar Ata'dan kalmıştı. Maaniker'in görünüşü diğer hayvanlardan farklıydı, cinsti, dayanıklıydı, aşırı sıcakta su içmeden kırk gün koşabilirdi, sivri kulaklıydı, koştukça hızlanır, rüzgarı, geride bırakır, önüne hiçbir şey geçemezdi, yürük at gibiydi. Gözlerine kahkülden perçem konulmuştu, yeryüzünde, hayvanlar arasında böylesi bulunmazdı. Maaniker Bokmurun'u ok hızıyla Talas'a ulaştırdı.

"Bahadır, babam ölürse ölsün, babamı gören ölmesin derler ya. Babam vasiyetinde beni layıkıyla gömün, aşımı güzelce verin demiş. Sizinle danışmamı söylemiş. Babam gömülmek üzere kaldı. Şımarıklık yapıp halkın değerini bilmemişim. Çaresiz, akıl sormak için size geldim, bahadır" dedi Bokmurun Manas'ın karşısında ağlayarak.

"Lanet olsun, şu Taşkent'te, Semerkant'ta akıl danışacak büyükler kalmamış mı? Adetleri bilen ihtiyarlar, akıllılar bir gence nasihat vermiyorlar mı?" dedi Manas kızarak "Seni Kırgızların sarık gibi kuvvetli bir yiğidi diye düşünüyordum, aslında kof bir şeymissin sen. kökötöy gibi babam ölmüşse "kökötöy babam öldü, Manas'a haber verin, gelip toprağa versin" diye yiğitlerini göndersen düşmana sır vermesen olmaz mıydı? Hızır gibi rahmetli kökötöy babamdan iyi insan yok idi. Gitmek borcumdur."

Bokmurun önüne bakıp durdu, incinmişti.

"Olan olmuştur. Şimdi geri dön, Han babanın bayrağını devral. Mübarek naaşını yıkayıp debdebe ile göm. Han babam öldü diye millete haber ver. Kimseye açık vermeden hükmünü söyleyip bana haber ver." Manas gelmezse öcümü alacağım diye gözdağı ver. Ben buna darılmam. Ne dersen de, başında bir kötülük vardır. kökötöy'ün oğlunun Kırgızlara söylemesi gerekirdi. kökötöy'ü usulen gömüp işi hallettiler diye laf çıkarılmasın. Sonrakilere örnek olsun, arkanda iyi söz kalsın. Babandan bunları esirgeme, naaşı kırk gün tut Mal mülk bulunur."

Bokmurun bütün gece yol yürüyerek evine ulaştı. Onun Manas'a gittiğini kimse bilmedi.

Bokmurun kaleden uzak bir yere özenle bir ak otağ dikti. Babasının naaşını kokulu otlar ve ardıç ağacıyla örtüp koydu. kökötöy'ün kızın sancağını otuz beş kulaç uzunluktaki direğe bağlayıp tünekten çıkardı. Halkın geleceği tarafa çapraz ber ev diktirerek sokak yaptırdı. Epey uzak bir yerden gelip ağlamaya başlayan kişilerin başlarına siyah bağlattı. Onları sıraya dizdi.

Bokmurun babamın mezarına toprak atsınlar diye sırasıyla Kırgızlara, el ayak olarak yaşayan Kazaklara, avuldaş Noygutlara, özel olarak Bahadır Manas'a, Er Kökçö'ye ve bütün Türklere haber verdi.

Başına beyaz örtü örterek, yürük atlarının kuyruklarını bağlayıp altın elbise giymiş seyislere Bokmurun emretti.

"Manas Han'a bildirin! kökötöy babamın mezarına toprak atsın. Gelip hizmet etsin. Gelmezse öcümü alacağım."

Toplanan halkın çoğu Bokmurun'u beğendi. "Babası öldükten sonra aklını buldu, sözü yerindedir. Manas'a gözdağı vermesi yiğitliktir." Diye hürmetle sözünü dinlediler.

Otuz altı gün sonra Bahadır Manas, seksen bin adamıyla birlikte kızıl sancaklı çadıra, at üzerinden ağlayarak geldi. Otuz bin yoldaşıyla Erkökçö de geldi.

Bokmurun, eline sopa alarak ağlamakta olan on altı bin oğlanın arasında sağu söyleyip üzüntüsünü ifade ediyordu.

Rahat içinde yaşayan, halk arasında sayılan ve sevilen ihtiyar kökötöy'e halkın tümü baş eğerek gözyaşı döktü.

Bey oğlu Bokmurun, naaşını toprağa vermek için gelen halk içindeki öksüzlere, fakirlere evcil hayvanlardan sadaka dağıttı, hazinesinden altın gümüş saçtırdı, kalabalığın tamamına türlü yemekler yedirdi.

kökötöy Baya, saygı göstermek için gelen halkın çokluğu şundan belli ki kabire atılan toprak dağ gibi yükseldi.

Eline kuş konduran, kemer kuşanan aksakallının resiminin çizildiği kayaya şöyle yazıldı:

"Üzerinde elbisesi, yiyecek aşı olmayan halkı topladım, birleştirdim, halk yaptım, dertsiz kıldım. Nice yıllar parolamı, adil törelerimi mukaddes bildim. Yufkayı, azı toplamak kolaydır, inceyi koparmak kolaydır. Yufka kalın olursa toplandığı zaman kuvvetli olur. İnce yoğun olursa koparmak zordur. Bahadırın bin, başın bir olsun. Bunu işit, hatırla halkım!"

kökötöy Bayın aşı, Kırgızların ileri gelenlerince verildi, diğer halklar gittikten sonra Bokmurun yakınlarını toplayıp Tanrı adına aş vermek için sohbet kurdu.

"Üç yıl sonra babam için dünyaya duyulacak bir aş vereceğim. Babamın aşına atının ayağının değdiği yerlerdeki halkın tümünü çağıracağım. Hazırlık görün ağa kardeşler!" dedi Bokmurun.

Kırgızlar kökötöy Bayın aşına hep beraber hazırlık yapmaya giriştiler.

Üç yıl olduğu zaman, hazırlıkları bittiğinde Bokmurun han kalesine kökötöy Bayın gök sancağını uzun direğe geçirip, her yere beyaz çadır diktirdi.

Bokmurun akrabalarını, Katagan'dan Koşoy'u, Kazaklardan Kökçö'yü, Ooganlardan Akun'u, ayrıca akıla akıl katacak bilgiçleri yanına çağırdı, Bokmurun halkın büyüğü olan Koşoy'a bakarak şöyle dedi:

"Ağalarım, kardeşlerim, kız almaya gidip babamın vasiyetini kendi ağzından işitemediğim için içim yanıyor. Şimdi babamın Baymırza amcama söylediği vasiyetini yerine getireyim. Merhum babamın hayvanlarını, mal ve servetini esirgemeyim. Üç yıl boyunca her türlü serveti topladım. Dünyaya duyulacak şeklide aş vereyim. Kırgızların adetini dünyaya göstereyim, at keseyim, pehlivan güreşi, yiğit yarışı, kel vuruşması yaptırayam, deve çözme, gümüş sebikesi atma oyunlarını düzenleyim. Buna ne dersiniz?".

Toplantıyı yöneten Koşoy sakalını sıvazlayarak güldü.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

chrome said:

Jim_E_Rustler said:

moncici said:

Çağdaşlığın ve çağdaş sanatın ne olduğu üzerine yıllardır süren tartışmalarda nihayet bazı uzlaşmalara varıldı. Bunlardan ilki, çağdaş sanatın modernliği parçalayan bir dönemi ifade etmesi. İkincisi, küreselleşmenin bir tezahürü olması. Üçüncüsü ise, finansla ve iletişim teknolojileriyle bağlaşıklığı. Küresel şirketlerin büyük yatırımlarla yapılandırdıkları çağdaş sanat, başta bienallerle örgütleniyor.

Tarihsel ve estetik bütün normların silindiği bir döneme özgü sergiler olmalarına rağmen, piyasanın işletme modellerine göre işleyen bienallerin ömrünü doldurdukça her açıldıkları metropolde birbirini tekrarlayan tekdüze, bıktıran-usandıran gösterilere dönüştüğü biliniyor. Bu durumun yarattığı patoloji (marazi hal-daralma duygusu), 13. İstanbul Bienali’nde iyice tırmanıyor. Örneğin, artık kimsenin izlemeye sabrının yetmediği video sanatı gösterileri. Hito Steyerl’in “Müze Bir Fabrika mıdır?” makalesinde[1] “beyaz küplerin siyah kutuları” dediği odalarda gösterilen, bölük-pörçük izlenen ve sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen binlerce imge. Video ifratının yarattığı anlamsızlığın en uç örneği 11. Documenta’da yaşanmış: bu sergide, bir izleyicinin Documenta’nın açık olduğu 100 gün içinde izleyebileceğinden daha çok video sunulmuş. Videoların realizmi, aslında bienalin tamamına egemen olan estetiğin bir yansıması. Bunun 13. Bienal’deki en vahim örneği ise, Garanti Bankası’nın galerisi olan Salt’ın girişine yerleştirilen direniş çadırı enstalasyonu (son Documenta’da ve Berlin Sanat Fuarı’nda da basbayağı Occupy militanları sergilenmişti.) Piyasa ikonolojisinden türeyen bu çağdaş “simulakra realizmi”, II. Dünya Savaşı arifesinde parti-devletlerinde avangardı ezmek için imal edilen “sosyalist realizm” gibi resmî realizmlerden bile daha gayri hakiki; kendinden ve arkasındaki otoriteden başka bir şey göstermiyor. Son dönem bütün İstanbul bienallerini dolduran ve çok-kültürlülüğü kutsayan işler 13. Bienal’de de eksik değil. Oysa bu neoliberal politikalar çoktan geride kaldı. Artık Angela Merkel ve David Cameron gibi Avrupa egemenleri bile, Žižek'in çok önceleri açıkladığı gibi, çok-kültürlülüğün ırkçılığı beslediğini düşünüyor.[2] Bienal izleyicilerini usandıran diğer bir grup iş de, kendi anılarının ve deneyimlerinin sanata tercüme edilebilecek ölçüde ayrıcalıklı olduğuna inanan ve bunlara ait belgeleri izleyicilere dayatan sanatçılara ait.

Bienallerin kentleri markalandırmanın etkin platformları olmanın yanı sıra, küresel/çağdaş bir beğeninin ve sanat piyasasının önde gelen medyaları oldukları da ortada. Dolayısıyla bienaller, yerel izleyicilerden çok, aslında oradan oraya peşinden sürükledikleri bir sanat tüccarı, yöneticisi, medyası ve yatırımcısı koloniye, elite hitap ediyor. Bir bakıma onların etkinliklerini ve programlarını düzene sokuyor. Artık İstanbul Bienali de bu anlamda bir uğrak noktası. Piyasa mimarlarının İstanbul’a akması, yerli yatırımcıların da çağdaş sanata olan güvenlerini sağlamlaştırıyor. Toplu olarak uluslararası fuar ve müzayede gezilerine çıktıkları bile oluyor. Bu gelişmelerde, dünyadaki hemen hemen bütün önemli fuarların sponsorları olan özel bankacılık kurumlarının yayılması da önemli bir etmen. Bienaller, küresel sanat piyasası elitlerinin örgütlenmesinde bir arayüz işlevi görüyor. Nitekim, 13. Bienal de bu anlamda birçok fırsat yarattı. Bunlar arasında en kurumsal olanı I. Artinternational Fuarı’ydı. Arkasındaki şebekede kimler yoktu ki: Londra’dan Bosphorus Art Fairs Şirketi, İstanbul’dan Fiera Milano Interteks; Art Basel Hong Kong, Hindistan Sanat Fuarı; Abu Dabi, Dubai, St. Petersburg, Londra, Paris, Los Angeles, Rotterdam, ve tabii İstanbul’dan bir dolu hami: müzayedeci, müze direktörü, küratör, sanat/kültür yöneticisi, şirket ortağı, koleksiyoner ve ana sponsor olarak Garanti Bankası’na bağlı Masters Özel Bankacılık. “Artinternational İstanbul’un amacı, baştan beri, yerli koleksiyonerleri uluslararası galerilerle, uluslararası koleksiyonerleri de Türk galerileriyle buluşturmak, ve İstanbul’u sanatın bir uğrak noktası olarak teşvik etmek. O nedenle 2013 Bienali’yle eş zamanlı olarak açılması tesadüf değil.”[3] Sonunda, bu işlerde uzman olan Britanyalı şirketlerin devreye girmesi sayesinde İstanbul’da da ilk kez uluslararası fuar atmosferinde bir fuar izleniyor. Çünkü rakibi olan Contemporary İstanbul, yedi yıldır süren denemelerine rağmen bir türlü özentilik havasını üstünden atamamıştı. Ve zaten bu fuarı yöneten kadro, son olarak, sanatın muhafazakârlaştırılması programı çerçevesinde düzenledikleri ve resimlerle heykellerin, kavuk, kubur, peştemal, tespih, sedef kakma gibi el sanatlarıyla birlikte pazarlandığı All Arts Fair ile çaplarını iyice ortaya koymuşlardı. Aslında haklarını yememek gerekir, Başkan Ali Güreli’nin övündüğü gibi, gerçekten böyle bir fuar, Arap ülkeleri dahil, dünyada bir ilkti.[4]

Bienal’in perde arkasını oluşturan sanat piyasasının egemenleri arası bağlantılar, şirketlerle sanat kurumları arasındaki temaslar ve alım-satımlar, kuşkusuz uluorta cereyan etmiyor. Daha ziyade, kültürü özelleştiren ve sanatı finansallaştıran şirket yöneticilerinin malikânelerinde verdikleri şaşaalı davetlerde kotarılıyor. Bunlar hakkındaki bilgilere ve görüntülere ancak magazin medyasında rastlayabiliyorsunuz. Bir örnek: “Venedik Bienali’yle beraber çağdaş sanatın dünyadaki en önemli iki etkinliğinden biri olarak kabul edilen İstanbul Bienali başladı. Sanatı ve sanatçıyı destekleyen ve sanatın gelişmesine katkı sağlayacak projelere ve toplantılara ev sahipliği yapan DEMSA Group Yönetim Kurulu Başkanı Cengiz Çetindoğan 13. İstanbul Bienali çerçevesinde şehrimizi ziyaret eden sanatsever dostları, sanat profesyonellerini ve İngiliz Kraliyet Ailesi’ne mensup prenses, kont ve kontesleri Zarif Mustafa Paşa Yalısı’ndaki evinde ağırladı…Dünya sanat piyasasının en saygın konukları geleneksel Osmanlı yemeklerinin sunulduğu davette birbirinden lezzetli ikramları tatma fırsatı buldu.”[5] Gene “cemiyet hayatının elitleri” ile ilgilenen yayınlardan, Cengiz Çetindoğan’ın eşi ve şirketinin başkan vekili olan Demet Sabancı Çetindoğan’ın ne zamandır Haliç’te son derecede iddialı bir müze kurmaya giriştiğini biliyoruz. Müzenin mimarı, dünyada yapılarıyla küresel kentleri markalandıradırabilecek yetenekteki üç-beş isimden biri olan Zaha Hadid. Danışmanı ise daha da parlak bir isim: Thomas Krens. 1988 yılında New York’taki Guggenheim Müzesi’nin başına gelen Krens “Batı’da müze kültürünü değiştiren” “sanat çarı” olarak tanınıyor. Modern müzeciliğin sonunu getiren iki büyük dönüşüme imza atıyor: İlki, müzelerin birer küresel şirket zinciri gibi örgütlenmeleri. Buna müzelerin “McDonalds’laştırılması” da deniyor. İkincisi, Bilbao Guggenheim’da uygulandığı gibi, müzenin bir mimarlık gösterisine (spectacle) indirgenmesi. Bu durumda sanat müzenin bir dekoru haline geliyor. Zaten onun gözünde sanatın herhangi bir lüks nesnesinden farkı yok. O nedenle Guggenheim Müzesi’nde BMW motosikletleriyle, Armani sergileri düzenleyebiliyor. Ancak Krens, fazla ileri gitmeye başlayınca, 2008’in küreselleşme krizinin de etkisiyle, şöhreti kötüye çıkıyor ve o yıl görevini bırakmak durumunda kalıyor. Küresel Kültürel Varlık Yönetimi (Global Cultural Asset Management) adını verdiği bir şirket kurarak kapağı Ortadoğu’ya atıyor. Abu Dabi’de inşa edilmekte olan en büyük Guggenheim projesine nezaret ediyor. Ancak müze inşaatında işçilere uygulanan vahşetin[6] ayyuka çıkması ve kimi Arap ve yabancı sanatçıların müzeyi boykot etmeleri üzerine bu görevinden de alınıyor. Borusan Şirketi’nin genel merkezi olan Perili Köşk’ün mimarlığına tutulup onun bir “ofis müze”ye çevrilmesi fikrinin mucidi de yine Krens. Şu sıralarda İstanbul’daki müzenin yanı sıra Bakü’de bir başka büyük projeyle uğraşıyor.

Şimdi asıl konuya dönerek, bienallerin ve İstanbul’daki son temsilinin çevresinde kurulan bu tiyatronun biz “kamusal yurttaşlar” için nasıl anlamlandırıldığına bakalım.



“Kamu”nun ve “direniş”in bienale tercümesi

13. Bienal’in sunulduğu metinler, İstanbul Kültür Sanat Vakfı adına Bienal’in “direktörü” olan Bige Örer ile küratör Fulya Erdemci’ye ait.[7] Manifesto üslubunda kaleme alınmış olan her iki metin de bizi, fikri ve ilk etkinlikleri Gezi’den çok önce kotarılmış olan Bienal’in sanki bu direnişin bir devamı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Sanki direniş barikatlardan Garanti Bankası’nın, Koç Grubu’nun sahibi olduğu bienal salonlarına inmiş. “Taksim” şimdi buralarda sürüyor.

Bige Örer, Bienal’in, “dönüştürücü müzakere ve düşünce alanlarını mümkün kılacak yeni bir dile ve dünya tahayyülü”ne sahip olduğunu ifade ederken, Gezi’nin bununla “örtüştüğünü” öne sürüyor. Ona göre zaten “bienal, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi savunuyor, bienal formatı ise her türlü mikro ve makro iktidar yapısının karşısında direnme alanları yaratma potansiyali taşıyor.” Ayrıca, “kentsel dönüşümle ilgili Türkiye’de uzun yıllardır süregelen araştırmaların ve mücadelelerin gücüne inanan… bienal, kentlerimizin bugününü ve geleceğini tayin edecek kararların alınmasında muhalefeti ve müzakereyi destekleyecek bir alan açmayı hedefliyor.” Küratör, direktörden daha da iddialı: Ona göre bienal, “verili sistem içindeki muktedirleri ezilmişlerin konumundan okuyarak, sistemin dikiş yerlerini aralayan, böylelikle sistem dışını mümkün kılan münzevi, serseri, haydut, anarşist, devrimci, şair ya da sanatçı figürünü bugünün bağlamında yeniden düşünüyor”, “kolektif yaşam pratikleri üzerine yoğunlaşıyor”; “sanat ve sermaye ilişkisini, prekarite kavramı ve küresel kapitalizm eleştirisiyle birlikte [okuyor], alternatif ekonomiler, ve ortak üretim ve paylaşım üzerine [düşünüyor]”… Bienal “sokak”larını “geleceğe ilişkin imgelemimizi belirleyen ütopya ve distopyalar” işgal ediyor.

Şimdi Bienal’in bütün bu anti-kapitalist “özgürlük/eşitlik/kardeşlik” retoriğine kanarsanız, ortak ve kolektif (komünal) yaşam ütopyalarına ve direniş çağrılarına aldanırsanız, sanırsınız ki 1848 Devrimi’nin Paris barikatlarındayız. Saint-Simon ve Fourier benzeri ütopik sosyalistlerin savunduğu gibi, sanatçıların “avangard”ı olduğu bir devrim sürüyor. Küratör Erdemci, aynı 1848 barikatlarında savaşan Baudelaire gibi, metropolün safraları sayılan “serserilere, haydutlara, anarşistlere” ve bunları kahramanlaştıran şair ve sanatçılara umut bağlıyor. Üstelik, bu ‘çapulcu’ların canlandırdığı “kolektif hayalgücüne” “işaret” eden de o[8]; o bir önder. İster istemez insanın hayaline Delacroix’nın 1848 Devrimi esnasında boyadığı Halka Yol Gösteren Özgürlük resmi geliyor.



Eugène Delacroix, Halka Yol Gösteren Özgürlük, 1830



Bienal hakikati ile onu pazarlamaya çabalayan bütün bu devrimci pastiş arasındaki karşıtlık apaçık sırıtmaktayken, bir de, daha birkaç ay önce Bienal etkinliklerinin başında yaşanan hadiseleri bilmezden gelen bir riya var ortada. Fulya Erdemci şimdi manifestosunda, “Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladıklarını” belirtiyor. Oysa, daha Recep Tayyip Erdoğan direnişçileri terörist olarak ilan etmeden epey önce, Nisan başında, Bienal’in ilk etkinliklerinden biri olarak düzenlenen “Kamusal Simya” panelinde, kentsel dönüşümün şirketlerle bağını teşhir eden on üç kamusal hareketin düzenlediği eylemi terör olarak, bir “şiddet ve linç” girişimi olarak niteleyen oydu.[9] Gene bir ay kadar sonra, öncekine benzer bir protestoda bulunan Kamusal Direniş Platformu üyelerini İKSV güvenliğine ve ardından polise teslim eden de oydu. Ve şimdi de, bütün bu direnişle özdeşleşme edebiyatına rağmen, bakıyoruz Bienal onuruna İstanbul Contemporary’nin verdiği parti Demirören AVM’de düzenleniyor. Emek Sineması’nı yerle bir eden, iki katı da kaçak olan, kentsel dönüşümün ilk rant makinelerinden biri. Ve kent haklarının uğradığı saldırıya karşı uyanan direnişin bir odağı.

Hatırlanacağı gibi 13. Bienal toplantıları başladığında Fulya Erdemci, “ülkemizde özel sermayenin ve ticaretin sanat alanına” akarak bir “sanat patlaması” yaratmasından ve “böylelikle de sanatı toplumsal olarak yaygınlaştırmasından ve sanatçılar için bir yaşam alanı” oluşturmasından dem vuruyordu.[10] İşte 13. Bienal de bu hareketi kamusal alanlara taşıyacaktı. Ancak, Gezi öncesindeki protestoların ve arkasından da Gezi isyanının sergilediği direnişin kamusal hakikati karşısında sanatın özelleştirildiği mekânlara çekilmek zorunda kaldı. Ve şimdi, diyalektiğin canına okuyarak, bu manevranın dahi Gezi’ye destek çıkan bir “eylem” olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi: “Kentsel kamusal mekânlardan çekilme eylemiyle, yani varlığı yoklukla imleyerek, Gezi direnişiyle birlikte açılan özgürlük alanında ortaya çıkan yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların altını çizerek desteklemeyi amaçladık.” Yani, anlaşıldığı kadarıyla, halkımız, ancak arayıp arayıp ortada bienalin varlığını göremediği zaman, “yaratıcı eylemlerin ve kamusal forumların” farkına varıyor. Çünkü aksi halde onların “altını çizecek” bir fail yok; ve eylemlerin eyleyicileri de buna dahil. Pes doğrusu!

İnsan sormadan edemiyor: “Anne ben hıyar mıyım?”


They lived with us in the belly of the whale.
The whale spit them out on the other shore :
The shy ones.
The left-handed.
The one who was albino and stammered.
The nearsighted. The distrustful, the cunning.
And that tall boy who was always hungry,
always sleepy.

Do they sometimes look over our shoulders?
Since they’ve gone, we’ve seen no one.
Are we blind? Or
‘spiritualism, that negro religion’, writes,
in some delightful periodical, a Reverend Father.
And yet
if they were looking, sometimes, over our shoulders?

Or otherwise, leaving the shore of the intermediate sea,
has it been a while since they’ve gone ahead
into the interior of lands of the spirit?
The black sorcerer knows how to call, knows, even when they want
to depart, how to call back shadows, souls.
Who among us would know how to call,
know how to bring back
the shadow of John,
of Bernard,
of Maurice?

In honour of Monseigneur Saint Maurice
Roman colonel who commanded the Theban legion,
martyr, his feast on September 22,
the abbot of St-Maurice-en-Valais, bishop of Bethlehem
wears a ribbon of scarlet moiré.
But Maurice,
who no longer went to the synagogue, no longer painted flowers,
painted only a patch of wall, an open door, a bit
of the studio’s light through a half-open door,
verticals, the floor’s horizon line,
Maurice, who deprived himself of green, of blue,
who among our dead will serve as guide for Maurice?
Who among our living will know to light a flame for Maurice ?
What will we burn of ourselves
to feed the spiritual flame that will be able
to warm, to deliver Maurice?

(A tradition, do you remember, claims that suicides ,
imprisoned in mental mirrors, suffer at length
from seeing everything, never able to act, avert, aid.)


KÖKÖTÖY HAN'IN AŞI

Tekkeye benzeyen Taşkent'te Türk kabilelerini yöneten Canadil'in oğlu kökötöy sadece Kırgızlar arasında değil, Tacik, Oogan, Araplar arasında da, dahası bütün dünyada ünlüydü, akıllı ve sevilen gözde bir adam idi. Aç Kırgızın dayanacak dağı idi, düşmanına ok idi. Saldırdığını canlı bırakmayan atmaca idi, gerçek hazine de o idi. Enenmiş deveye havut vurup yük yükler, at koşturup dünyayı dolaşırdı. Büyük servet sahibi idi. kökötöy'ün serveti ilkbahardaki otlar gibi büyümüş, çoğalmıştı. Gök nasıl yıldızlarla zengin idiyse, yer yüzünde de kökötöy öyle zengindi. Onun Alay'da yüz bin, Kara-kulca'da yüz bin sarı başlı koyunu, iki yüz bin devesi vardı. Ambarında biriktirdiği paraları dağ gibi olmuştu. kökötöy'ün altın hazinesinde altın dolu kırk adet demir sandığı olup, onların yüz dili dokuz anahtarı vardı. Bu sandıklarda iki duvar olabilecek kadar gümüş, zümrüt mercan gerdanlık, kızıl altın, beyaz gümüş sebikesi, daha pek çok mücevher saklanıyordu.

kökötöy seksen dört yaşına gelene kadar pekçok kez evlendi, bu yönden bir derdi yoktu. Evlendiği kadınlardan on bir kızı ve Bokmurun adında yalnız bir oğlu olmuştu. Bir oğluna nazar değmesin diye kimsenin dikkatini çekmeyen nahoş bir ad verdi. Başkalarının eski giysilerini getirip ona giydirdi, avul reisi olduğu halde oğluna ateş istetti, böylece oğlunu nazardan uzak tutarak büyüttü. Şimdi beş yaşına girip olgunluk çağına ermiş olan Bokmurun çevik, olgun ve akıllı bir adam olmuştu. Oogan'ın zenginin kızıyla nişanlanmak için gittiği günden beri yaklaşık üç aydır kendisinden hiç haber alınamadı.


O günlerde üzüntülerin ardı ardına gelmesi yüzünden ihtiyar kökötöy cidden hastalandı. Ecelinin geldiğini sezen akıllı kökötöy f'ni dünyadan giderken Kırgızların ağası, kendisiyle yaşıt, söz bilir Bay'ın oğlu Baymırza'yı yanına alıp çok sevdiği beş kadınını da yanına oturtup vasiyetini söyledi.

"Baymırzam, sözümü dikkatlice dinle, vasiyetimi dinlemeyen, iyiliği görmeyen oğluma ve bütün halkıma sözümü eksiksiz ilet. Görecek günüm, içecek suyum bitti. Hepimizden razıyım. Ben öldükten sonra oğlum zarar görmesin. Malı mülkü saçıp savurmasın, gelin kızın düğünündeki gibi, kocakarı aşında olduğu gibi üç inek kesip mütevazi şekilde gömsün. Dünyaya kökötöy öldü diye haber vermesin, düşmana toprakları çiğnetmesin, halkı telaşlandırmasın. Kardeşim Manas ile danışsın. Emanet sözüm budur..." kökötöy vasiyetini söyleyip bitirdi. Ağzından gök rengi duman çıktı ve gözünün nûru sönerek dünyadan göç etti.

kökötöy bayın çadırında, Iraman'ın Irçı oğlu, halk adetine göre kopuzun eline alıp kökötöy bayın ölümüne, ilk olarak sağu söyledi.

"İşte bu yalan dünya, kimlere vefa etti? Ne yapmadı bu yalan, başı sağlam, kökü viran dünya? Altın başlı han da geçti, arslan yürekli er de geçti gitti. Yüce Tanrı kulak gökteki kuşlara acıyıp, söz ustası kökötöy'ü mü götürdün? Yalan dünya, yalan dünya! Bağrı derin kara yer olan dünya, sen kimlere acıdın? Kuş dilinden anlayan, halkın başında öten Köketöy'ü niye götürdün! Ah bu f'ni dünya, Tanrının hükmüne hiçbir çare k'r etmez, o hüküm her bendeye mutlaka bir kez gelir..."

kökötöy hanın arkasında, hayattayken birer birer biriktirip topladığı Ceti-Su dolusu kadar vefasız mal, biricik oğlu ve yedi ev dolusu altın ile gümüş kaldı.

kökötöy'ün oğlu Bokmurun Tülkü bayın kızı Kanışay'ı alıp geldiğinde babası ölmüştü. Babasının vasiyetini dinleyemediğine üzülen Bokmurun ağlayarak suya salınan çubuk gibi büküldü, acı acı hıçkırdı.

Talihsiz yeni gelin, beyaz eşarbını başına koymadan ay yüzü yaşla ıslandı, gönlü karardı. Bunu farkeden kadınlar "Gelinin ayağından, çobanın dayağından" diye laf çıkardılar.

Baymırza Bokmurun'u yanına çağırıp dostunun can çekişirken söylediği vasiyetini ona anlattı:

"Rahmetli candostum 'Oğlum Bokmurun Manas'a gitsin, danışsın' diye buyurdu" Baymırza dostunun emanet sözünü ilettikten sonra rahatladı.

Bokmurun babasının Maaniker denen tulpar atına binip, kimseye söylemeden Talas'taki Manas'a doğru akşamleyin yola koyuldu. Manas, Altay'dan göç edip Ala Dağ'a birazcık hayvanı ve dağınık halkıyla geldiği zaman karşısına çıkıp, sungur, boz at ve çok sayıda hayvan hediye eden, yetecek kadar yer veren, düşmanın beraber kovulmasına yardım eden kökötöy idi. Manas, kökötöy'den çok iyilik görmüştü, hayatını ona borçlu idi.

kökötöy'ün, Maaniker isimli atı Kambar Ata'dan kalmıştı. Maaniker'in görünüşü diğer hayvanlardan farklıydı, cinsti, dayanıklıydı, aşırı sıcakta su içmeden kırk gün koşabilirdi, sivri kulaklıydı, koştukça hızlanır, rüzgarı, geride bırakır, önüne hiçbir şey geçemezdi, yürük at gibiydi. Gözlerine kahkülden perçem konulmuştu, yeryüzünde, hayvanlar arasında böylesi bulunmazdı. Maaniker Bokmurun'u ok hızıyla Talas'a ulaştırdı.

"Bahadır, babam ölürse ölsün, babamı gören ölmesin derler ya. Babam vasiyetinde beni layıkıyla gömün, aşımı güzelce verin demiş. Sizinle danışmamı söylemiş. Babam gömülmek üzere kaldı. Şımarıklık yapıp halkın değerini bilmemişim. Çaresiz, akıl sormak için size geldim, bahadır" dedi Bokmurun Manas'ın karşısında ağlayarak.

"Lanet olsun, şu Taşkent'te, Semerkant'ta akıl danışacak büyükler kalmamış mı? Adetleri bilen ihtiyarlar, akıllılar bir gence nasihat vermiyorlar mı?" dedi Manas kızarak "Seni Kırgızların sarık gibi kuvvetli bir yiğidi diye düşünüyordum, aslında kof bir şeymissin sen. kökötöy gibi babam ölmüşse "kökötöy babam öldü, Manas'a haber verin, gelip toprağa versin" diye yiğitlerini göndersen düşmana sır vermesen olmaz mıydı? Hızır gibi rahmetli kökötöy babamdan iyi insan yok idi. Gitmek borcumdur."

Bokmurun önüne bakıp durdu, incinmişti.

"Olan olmuştur. Şimdi geri dön, Han babanın bayrağını devral. Mübarek naaşını yıkayıp debdebe ile göm. Han babam öldü diye millete haber ver. Kimseye açık vermeden hükmünü söyleyip bana haber ver." Manas gelmezse öcümü alacağım diye gözdağı ver. Ben buna darılmam. Ne dersen de, başında bir kötülük vardır. kökötöy'ün oğlunun Kırgızlara söylemesi gerekirdi. kökötöy'ü usulen gömüp işi hallettiler diye laf çıkarılmasın. Sonrakilere örnek olsun, arkanda iyi söz kalsın. Babandan bunları esirgeme, naaşı kırk gün tut Mal mülk bulunur."

Bokmurun bütün gece yol yürüyerek evine ulaştı. Onun Manas'a gittiğini kimse bilmedi.

Bokmurun kaleden uzak bir yere özenle bir ak otağ dikti. Babasının naaşını kokulu otlar ve ardıç ağacıyla örtüp koydu. kökötöy'ün kızın sancağını otuz beş kulaç uzunluktaki direğe bağlayıp tünekten çıkardı. Halkın geleceği tarafa çapraz ber ev diktirerek sokak yaptırdı. Epey uzak bir yerden gelip ağlamaya başlayan kişilerin başlarına siyah bağlattı. Onları sıraya dizdi.

Bokmurun babamın mezarına toprak atsınlar diye sırasıyla Kırgızlara, el ayak olarak yaşayan Kazaklara, avuldaş Noygutlara, özel olarak Bahadır Manas'a, Er Kökçö'ye ve bütün Türklere haber verdi.

Başına beyaz örtü örterek, yürük atlarının kuyruklarını bağlayıp altın elbise giymiş seyislere Bokmurun emretti.

"Manas Han'a bildirin! kökötöy babamın mezarına toprak atsın. Gelip hizmet etsin. Gelmezse öcümü alacağım."

Toplanan halkın çoğu Bokmurun'u beğendi. "Babası öldükten sonra aklını buldu, sözü yerindedir. Manas'a gözdağı vermesi yiğitliktir." Diye hürmetle sözünü dinlediler.

Otuz altı gün sonra Bahadır Manas, seksen bin adamıyla birlikte kızıl sancaklı çadıra, at üzerinden ağlayarak geldi. Otuz bin yoldaşıyla Erkökçö de geldi.

Bokmurun, eline sopa alarak ağlamakta olan on altı bin oğlanın arasında sağu söyleyip üzüntüsünü ifade ediyordu.

Rahat içinde yaşayan, halk arasında sayılan ve sevilen ihtiyar kökötöy'e halkın tümü baş eğerek gözyaşı döktü.

Bey oğlu Bokmurun, naaşını toprağa vermek için gelen halk içindeki öksüzlere, fakirlere evcil hayvanlardan sadaka dağıttı, hazinesinden altın gümüş saçtırdı, kalabalığın tamamına türlü yemekler yedirdi.

kökötöy Baya, saygı göstermek için gelen halkın çokluğu şundan belli ki kabire atılan toprak dağ gibi yükseldi.

Eline kuş konduran, kemer kuşanan aksakallının resiminin çizildiği kayaya şöyle yazıldı:

"Üzerinde elbisesi, yiyecek aşı olmayan halkı topladım, birleştirdim, halk yaptım, dertsiz kıldım. Nice yıllar parolamı, adil törelerimi mukaddes bildim. Yufkayı, azı toplamak kolaydır, inceyi koparmak kolaydır. Yufka kalın olursa toplandığı zaman kuvvetli olur. İnce yoğun olursa koparmak zordur. Bahadırın bin, başın bir olsun. Bunu işit, hatırla halkım!"

kökötöy Bayın aşı, Kırgızların ileri gelenlerince verildi, diğer halklar gittikten sonra Bokmurun yakınlarını toplayıp Tanrı adına aş vermek için sohbet kurdu.

"Üç yıl sonra babam için dünyaya duyulacak bir aş vereceğim. Babamın aşına atının ayağının değdiği yerlerdeki halkın tümünü çağıracağım. Hazırlık görün ağa kardeşler!" dedi Bokmurun.

Kırgızlar kökötöy Bayın aşına hep beraber hazırlık yapmaya giriştiler.

Üç yıl olduğu zaman, hazırlıkları bittiğinde Bokmurun han kalesine kökötöy Bayın gök sancağını uzun direğe geçirip, her yere beyaz çadır diktirdi.

Bokmurun akrabalarını, Katagan'dan Koşoy'u, Kazaklardan Kökçö'yü, Ooganlardan Akun'u, ayrıca akıla akıl katacak bilgiçleri yanına çağırdı, Bokmurun halkın büyüğü olan Koşoy'a bakarak şöyle dedi:

"Ağalarım, kardeşlerim, kız almaya gidip babamın vasiyetini kendi ağzından işitemediğim için içim yanıyor. Şimdi babamın Baymırza amcama söylediği vasiyetini yerine getireyim. Merhum babamın hayvanlarını, mal ve servetini esirgemeyim. Üç yıl boyunca her türlü serveti topladım. Dünyaya duyulacak şeklide aş vereyim. Kırgızların adetini dünyaya göstereyim, at keseyim, pehlivan güreşi, yiğit yarışı, kel vuruşması yaptırayam, deve çözme, gümüş sebikesi atma oyunlarını düzenleyim. Buna ne dersiniz?".

Toplantıyı yöneten Koşoy sakalını sıvazlayarak güldü.




0 person liked. 0 person did not like.
1

Mitolojinin varlıksal hakikatleri aktarma konusunda kullanılabilecek en yetkin anlatım biçimi olduğu söylenir... Elmas, onu cam sanan bir insan için nasıl camdan fazlası olmayacaksa; mitler de onlara masal gözüyle bakanlar için tarih boyunca masaldan fazlası olmamışlardır... Barındırdıkları anlamları sembolik ve masalımsı yapıları içerisinde saklamaları, onların her nesle aktarılmasını ve kesintisiz devamını sağlayan neredeyse alternatifsiz bir araç olagelmiştir. Bu durumda her şuur onu kendi anlayışına göre yorumlar ve ulaşabildiği derinlikte zevk ederken; zamanı geldiğinde açılmak üzere içinde bulundurduğu anlamın tohum halinde kaldığı ve uygun anlayış toprağına ulaştığında filizlenebileceği söylenir...

'Mitolojiyi anlayabilmek için öncelikle bilimi, sanatı, felsefeyi ve dini anlayabilmek gerekir...' Metin Bobaroğlu

Aşağıdaki aktarım, Simurg Efsanesi'nin bir yorumudur...

2

Kuşlar diyarında yaşam tüm canlılığı ve hareketliliğiyle devam etmektedir. İnançları gereği kabilenin tüm üyeleri, hayatın dinamik değişimlerinin doğurduğu farklı durumlara göre, başları sıkıştığında tüm kuşların Efendi'si olan ve zor duruma düşen kuşlara her zaman yardım ettiği söylenen Simurg'a dua etmektedirler. Ancak gel zaman git zaman aralarından bazıları Simurg'un neden yardım çağrılarına cevap vermediğini ve kendilerine görünmediğini sorgulamaya başlarlar. Zamanla bu tartışma halk arasında yayılır ve bir süre sonra Simurg'un varlığının sorgulanmasına dönüşür. Aralarından kimileri bu şüphelerini açıkça itiraf ederken, kimileri yardımın gelmemesini kendi eksikliklerine bağlarlar. Tam da bu hararetli tartışmalar sürerken, uzak bir ülkeden gelen cinsini kestiremedikleri bir kuştan aldıkları haberle büyük bir heyecana kapılırlar. Habere göre uzaklarda bir sürü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuştur! ..

Bunun üzerine sayıları oldukça yüksek olan kuş kabilesi toplanmaya ve konuyu aralarında görüşmeye karar verirler. Simurg'un var olduğunu işaret eden ancak kendilerine neden yardım etmediğini açıklamaya yetmeyen bu bilgi onları, bu durumdan kurtulmanın tek yolunun, uzun ve zorlu bir yolculukla varılabileceği rivayet edilen Kaf Dağı'nda yaşayan Simurg'u bulmak olduğu konusunda ikna eder. O güne kadar böyle bir yolculuğa çıkanlar olmuş ancak geri dönen olmamıştır. Bu nedenle kuş toplumu, sessizliği ve konulara bilgece yaklaşımlarıyla onlara her an yardımcı olan haberci kuşa yolculuğun nasıl olması gerektiği konusunda danışma ve hazırlıklara başlama kararı alır. Bilge kuş daha evvel bahsedilen bölgeleri tanıdığını ve topluluğa kılavuzluk edebileceğini söyler. Yoldaki riskler nedeniyle, oluşturulacak olan büyük bir grubun bilge kuşun önderliğinde, diğer adı Zümrüd-ü Anka Kuşu olan Simurg'u bulmak için Kaf Dağı'na gönderilmesine karar verilir...

Tüm kabile arasından bu uzun ve zorlu yolculuk için yeterince istekli ve gerekli vasıflara sahip kuşlardan oluşan büyük bir grup oluşturulur. Kuşlar sevdiklerine veda eder ve yola koyulurlar...
***

Uzun yolculukları esnasında kuşlar aralarında konuşmakta ve bilgilerini paylaşmaktadırlar. Paylaştıkları her bilgiyle birlikte merakları ve şaşkınlıkları daha fazla artmakta, bu benzersiz ve gizemli kuşu bulma arzuları dizginlenemez bir hal almaktadır...

Simurg'un her canlıdan bir iz taşıdığı söylenmektedir... Ve tüylerinde her rengin barındığı... Kanatları altın ve kırmızı karışımı, vücudunun ve başının ise mor renkte olduğu... En garip söylentilerden biri yüzünün insana benzediğidir! Kuş gibi olmayan bir kuştur Simurg! Benzersizliği nedeniyle tektir. Ve hakkındaki tüm efsanelerin en can alıcı noktası, anlamı üzerinde tarih boyunca belki de en fazla kafa yorulmuş olan benzersiz eylemidir: Ömrünün bir aşamasına geldiğinde, yaşadığı yer (evi) olan 'Bilgi Ağacı'yla birlikte kendini ateşe vererek, kül olana kadar yanmakta ve ardından o küllerin içinden tekrar doğmaktadır! Bu nedenle Simurg; ölümsüzdür...

Tüm bu efsanevi özelliklerinin yanında canlılara en zor anlarda yardım ettiği ve kendine en fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ortaya çıkarak varlığını gösterdiği söylenmektedir… Her zaman yanlız olan bu kuşun kendinden yardım isteyenlere asla 'hayır' cevabı vermediği rivayet edilmektedir… Varlığı, yanında bulunana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk, sükunet ve huzur vermektedir… Simurg ortaya çıktığında, onu görebilme şansına erişenlerin bir daha asla eskisi gibi olmadıkları da rivayetler arasındadır… Simurg, dünyaların yıkılışları ve tekrar tekrar yapılışlarına şahit olmuştur. Bu nedenle bilgeliği akılların ötesindedir... Onun yer ile gök arasında birliği sağlayacağı söylenmektedir... Uçuşa kalktığında, bilgi ağacının yapraklarının titremesi nedeniyle dökülen tohumların dünyanın her yanına dağıldığı, gelmiş geçmiş her bitki çeşidinin kök salmasını sağladığı ve bu bitkilerin insanoğlunun hastalıklarını tedavi ettiği gibi bazı rivayetleri anlamlandırmaya çalışmak ise konuşanların akıllarını zorlamaktadır adeta…

Tüm halkların kendilerine has farklı şekillerde ondan söz etmesi de son derece gizemlidir… Bu derece bilinen ve bu derece gözlerden ırak bir kuştur Zümrüd-ü Anka… Her yerde var olduğu halde, hiçbir yerde bulunamayan bir kuş…

***

Yolculuk başlayalı uzun zaman olmuştur… Her gün farklı diyarların üzerinden uçan, daha evvel tatmadıkları deneyimler yaşayan ve yeni şeyler öğrenen sürü, günlerin nasıl aktığını belirli bir süre anlamamıştır adeta… Kuşlar Simurg hakkında bildikleri efsaneleri tartışarak yollarına devam ederken, bahsedilen zorlu vadilere de yaklaştıklarını bilmeleri, onların gittikçe daha fazla sessizleşmesine yol açmıştır. Efsanelerde duyulan yerlere gitmenin onlarda meydana getirdiği düşünceli sessizlik, aynı zamanda günlük hayatlarında düşünmedikleri şeyleri de düşünmelerine zemin hazırlamıştır. Konakladıkları ve mola verdikleri yerlerde Simurg'un kahramanlara nasıl yardım ettiğini, onunla birlikte aşılamaz denen dağları geçerek çok uzak diyarlara gittiklerini anlatmakta ve kahramanların orada kendileri için paha biçilmez hazinelere ulaştıklarından bahsetmektedirler. Her kuş toplumunun bu hazinelerle ilgili farklı varsayımları vardır…

En ürpertici rivayetlerden biri de, Kaf Dağı'nın normal bir kuş için bulunamaz olmasıdır! Nice zorluklar aşsa dahi arayanlar, Simurg'un sadece kendini bulmaya hazır olanlara görüneceği söylenmektedir! Ona çabayla dahi ulaşılamamakta ancak ulaşanlar da ancak çabalayanlar arasından çıkabilmektedir… Bir rivayete göre Simurg, kendisini bulana ya ölümsüzlüğü, ya da aradığı en değerli hazineyi vermektedir…

O, kuşların göklerdeki hükümdarıdır ve her şeyi bilmektedir… Yolun sonuna gelmeyi başarabilenler O'nu Kaf Dağı'nda, Bilgi Ağacı adı verilen ağacın dallarında bulacaklardır… Ancak Kaf Dağı'nın eteklerinin dahi bulutların üstünde olması, yolculuğun zorluğu hakkında daha net bir fikir vermektedir…

***

Tüm bu rivayetlerle geçen uzun yolculuk içerisinde, zamanla birçok kuş yolculuktan çeşitli gerekçelerle vaz geçmeye başlar… Yolculukları boyunca her an yanındakilere yol gösteren ve onları devam etmeye teşvik eden bilge kuş olmasa, belki de yolculuk henüz dağın eteklerine dahi ulaşamadan son bulacaktır… Oldukça fazla kuşun yolculuğu bırakmasından sonra geriye kalanlar en sonunda Kaf Dağı'nın eteklerine ve aynı zamanda efsanelerde geçen meşhur vadilerin başlangıcına ulaşırlar... Ve tıpkı bahsedildiği üzere en büyük zorluklar yolculuğun bu aşamasından itibaren başlar…

Bu tip vadilerden uçmak gibi bir deneyimi daha evvel hiç yaşamamış olan kuşlardan bazıları hızla rahatsızlanır, tedirgin olur ve geri dönme kararı alırlar… Kimileri bir süre dinlenmek üzere o anda üzerinde uçtuğu vadiye doğru alçalarak sürüden ayrılırlar, belki de bir daha onları hiç yakalayamayacaklarını bilmeden… Kimileri o vadilerde gördükleri benzersiz güzelliklere dalarak yollarını kaybederler… Mazeretler gittikçe artar… İlerledikçe, çoğu içlerinde tarifi mümkün olmayan bir özlem hissederler geride bıraktıklarına… Yurtlarını, halklarını, o tanıdık ve bildik dünyalarını özlemişlerdir! Zaten bu zorlu yolun sonu da meçhuldür… Kitleler halinde gruptan ayrılmalar başlar... Bu sonu gelmeyecek gibi görünen yolu kimileri öfke ve kavgacılıkları nedeniyle terk eder, kimi kuşlar ise yol arkadaşlarının onlardan ayrıldığını görerek kararlılıklarını yitirirler… Kartalların çoğu kibirlerinden dolayı ayrılır sürüden. Krallıklarını özlemiş ve haşmetlerinin gittikçe silindiği bu yolculuktan sıkılmışlardır… Artık şarkı söyleyerek ilgi toplayamayan birçok bülbül ve renkli güzelliği ile dikkat çekemeyen birçok papağan da bıraktıkları yaşamlarına dönmek üzere sürüden ayrılır…

İşin garip yanı, onları dağın eteklerine kadar getiren bilge kuşun yolculuğu bırakmak isteyenleri bu aşamadan sonra geri çevirme gibi bir çaba göstermediğine şahit olmalarıdır! Bu durumu kendisine sorduklarında net bir cevap alamazlar… Simurg'un tüyünün bulunduğunu ve onun gerçekten var olduğunu hep ondan öğrenmişlerdir! Yolculuğa inanılmaz bir şekilde önderlik etmiş ancak kendini adeta belli etmemiştir… Tüm bunları düşündüklerinde açıklayamadıkları boşluklar nedeniyle bu işin nereye varacağı hakkında detaylı konuşmak istediklerini iletirler… O ise bu aşamadan sonra sarfedilecek sözlerin, yolun sonunda kendi yaşayacakları deneyim yanında anlamsız olacağını söyleyerek onları cevapsız bırakır…

Sırasıyla istek, aşk, marifet ve istiğna vadilerini geçerler; az kalmalarına rağmen sayıları daha da azalarak… Vahdet Vadisi inanılmaz bir vadidir… Birçoğu burada kalmak, başka hiçbir yere gitmemek ister… Ardından Hayret Vadisi'nde gördükleri karşısında donup kalırlar… Sonsuza kadar o vadiyi seyretmekten daha güzel ne olabilir ki? Ne yerleri, ne yurtları akıllarına gelmemektedir artık! Hayret halinde kalan nice kuşu geride bırakan küçük grup, tamamen idrakleri ve hayal güçleri dışında olan Yokluk Vadisi'ne ulaşırlar… Bu vadiden bahsetmek dahi çelişki doğuracak, varlık alanına ait olacaktır... Tarihte bu vadi hakkında 'bahsedilen her ne varsa, o değildir' denmektedir… Doğası gereği hakkında hiç konuşulamayan ve sonsuza kadar da konuşulamayacak olan Yokluk Vadisi… Ona ulaşanlar dışında tüm varlıklar için sonsuza kadar bir sır olarak kalacak bu vadi Kaf Dağı'nın son vadisi ve Simurg'un yuvasına açılan kapıdır…

***
Sonunda, geriye kalan azınlık tüm efsanelerin bağlandığı o 'En Kutsal Yer'e varırlar. Önlerinde tüm heybetiyle Bilgi Ağacı durmaktadır… Hepsi huşu içindedirler… Tüm zerrelerine kadar kutsalla dolu bu mekana gelmek için hatırlayamadıkları kadar uzun bir yolculuk yapmışlar ve topluluklarının neredeyse tamamını yolda bırakmışlardır… Sadece bir avuç kuş olarak oraya varmak hayal gibidir! Mutlak bir sessizliğin içinde ağır ağır Bilgi Ağacı'na doğru ilerlerler… Bilgi ağacının üzerinde otuz tane tablet vardır… Hiç bir ses çıkmaz gruptan… Neredeyse fiziksel olarak dokunulabilecek bir sessizlik içerisinde herbiri, kendine yakın tabletin bulunduğu dala usulca yerleşir ve okumaya başlar…

'Yuvanıza hoş geldiniz' yazmaktadır tabletin başında. İçlerindeki duygu fiziksel bedenlerini zorlamaya başlamıştır. Öyle beklenmedik, öyle akıl almaz birşeyi idrak etmeye başlamışlardır ki, bedenleri bu idrakin yoğunluğuyla titremeye başlar… Yazı şöyle devam etmektedir:

'Burası Si (otuz) – murg (kuş) 'un evidir…'

***

Bu esrimenin şiddetiyle o ana kadar inandıkları, oldukları, zannettikleri herşey ve tüm kimlikleri, idrak ettikleri Hakikat karşısında yanmaya ve yok olmaya başlar! Aynı anda dallarında oturdukları Bilgi Ağacı'da alev alır! Varoluşlarının açığa çıkan sırrı tüm varlıklarını Bilgi Ağacı'yla birlikte yakmaya başlamıştır! Mit; tıpkı sonsuzluktan beri gerçekleştiği ve sonsuza kadar gerçekleşmeye devam edeceği gibi gerçekleşmektedir! Herbiri birbiriyle tıpatıp aynı renkte küllere dönüşene kadar yanarlar… Ve sonunda, geriye yanacak hiçbirşey kalmadığında, o küllerin içinden doğar Zümrüd-ü Anka…

***



Ve Simurg; kendini idrak eder…




***

Efsane gerçekleşmiş, yolculuk yapan otuz kuş Yokluk Vadisi'nde gözden kaybolmuşlardır… Simurg'u bulmayı başaran tüm kuşlar gibi, onlar da bir daha asla Yokluk Vadisi'nden geri dönemeyeceklerdir…

Otuz arayıcı kuş artık yoktur… Arayan Aranan'da yok olmuş; aşık ve maşuk yoklukta birleşmiştir… Yokluk Vadisi'nden uzaklaşırken her birinin bedeni kendilerine has renklere bürünerek, gökküşağının ahengi içinde farklılaşan renkler gibi, farklılaşmaya başlarlar Birlik içinde … Ancak yansıttıkları artık Simurg'un renkleridir… Ve gözlerin sahibi değişmiştir…

***

Çokluğun ahenginde; Birlik…
Varlığın içinde; Yokluk…
Yokluğun rahminde; Varlık…

***

Kuşlar yurduna doğru uçmaya başlarlar… Uzun uçuşları sırasında daha evvel yolculuktan vazgeçen arkadaşlarını görürler… Karar kıldıkları vadileri anlatarak çevrelerine büyük kalabalıklar toplayan kuşları… Zamanla kendileri de iyice inanmaya başlamışlardır anlattıklarına… Yaşadıklarının mutlak Hakikat olduğuna… Çevrelerine topladıkları büyük kalabalıklara Simurg Efsanesi'ni ve varoluşun sırlarını coşkuyla anlatırlarken, üzerlerinden sessiz sedasız geçen otuz kuşu fark edemeyeceklerdir… Şans eseri gözleri onları yakalayanlar ise, geldikleri köye dönen otuz sıradan kuştan başkasını göremeyeceklerdir gökyüzünde… Hiçbir fiziksel ayırdedici farklılığa, ize, nişana ve belirtiye sahip olmayan otuz görünmez kuş…

Kuşlar yurduna vardıklarında halkları onları coşkuyla karşılarken, bir zamanlar yolcu ettikleri otuz kuşu karşıladıklarını sanırlar… Bir zamanlar yolcu ettiklerini sandıkları otuz kuşa sarılırlar… Aileleri, arkadaşları ve halkları belki de asla bilemeyeceklerdir içlerinde ikame edeni… Sadece onlara belirli bir nazarla bakabilenler fark edebilecektir kalıbın ardındaki farklılığı; diğerleri onlara heyecanla sorarlarken Simurg'un var olup olmadığını… Ve tüm o efsanelerin…

Soranlara Simurg'un herşeyden daha gerçek olduğunu söyleyeceklerdir…
Neden yardıma gelmediğini ve kendilerine görünmediğini sorduklarında meraklı kalabalık bu garip halli dostlarına; O'nu görmek için yeterince uğraşan herkese görüneceği cevabını alacaklardır…

'Nasıl yeterince? ' sorusuna aldıkları cevabı ise uzun zaman düşünmek zorunda kalacaklardır: 'Kendinden vaz geçecek kadar…'

Bir yandan O'nun yakınlığını, öte yandan ise O'nun uzaklığını nasıl anlatabileceklerdir kalabalığa? Sonunda, yapabilecekleri yegane şeyi yapmaya ve halklarına yolculuklarını sembolik bir hikaye ile anlatmaya karar vereceklerdir… Ve halkları bu hikayeye aşık olacaktır…

Hikayeler yerine Simurg'a aşık olanlara ise, yanan ateşin karşısında şu sözleri aktaracaklardır:

'Simurg'u bir ölümlü asla göremez… O'nu sadece Kendisi görebilir…'

3

'………..ece Kendisi görebilir…'

Çarpacak yer bulamadığından sonsuz boşlukta yankılandı kaynağı mekansız kelimeler…
Başta bildikleri dinleyene ulaşamadıkları gibi…
Arkalarında da söyleyeni bulamadılar…

4

Ateş yanmazken duyulmayanlar, ateş yanarken duyuldu…
Ateş yanarken duyulanlar, ateş söndüğünde dirildi…
Dirilince anladı, orada oturmuyor…
Ve Doğuran aslında; bir çocuk doğurmuyor…

5

Yananlar küle döndükten sonra; sessizlik…
Öteki kalmadığında…
Sessizlik…
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...