Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Bir Durum Var


SOREN

Öne çıkan mesajlar

Doğan Cüceloğlu'nun eğitimindeki katılımcılarla
bir konuşmasından:

Doğan Cüceloğlu: Arkadaşlar,
aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?

Bir katılımcı: Allah'a şükür, hocam, bildiğimiz kadarıyla yok.

Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların,
yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?

Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar: Ölüm!



Cüceloğlu: Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra başa gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Başka hiçbir şey insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?

Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır...

Cüceloğlu: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?

Katılımcılar: Hayır

Cüceloğlu: Bu saniye içinde olma olasılığı var mı?

Bir katılımcı: Var.

Cüceloğlu: Yarın?

Bir katılımcı: Evet.

Cüceloğlu: 30 yıl sonra?

Bir katılımcı: Olabilir.

Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?

Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle bakmamışlardır.

Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?

Bir katılımcı: Yoktur Hocam.

Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz az sonra telefonun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?

Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlar.

Bir katılımcı: Hocam konuyu değiştirsek?

Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?

Bir katılımcı: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.

Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular, tartışma ya da gerginlik yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona, yüreğinizin derininden gelen bir "Seni gerçekten çok seviyorum" demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?

Burada bazı katılımcılar ağlıyordur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.

Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde "Şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim" diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı?
BUNA ZAMANIMIZ GERÇEKTEN KALDI MI?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

... . ...- --. .. .-.. .. -. / ... . -. .. / .- .-.. -.. .- - .. -.-- --- .-. / -... .. .-. / -.. --- ... -

Bu,

"Sevgilin seni aldatıyor, bir dost" un mors alfabesiyle yazılmış hali. Asistan hanım kızımızın yan odasına geç ve duvara terlikle vurarak bu mesajı ona ilet. Üç kısa vuruş, bekle bir kısa vuruş and so on.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

sanane aga

ÇATLAK TESTİ ( HİKAYEMİZİ MUTLAKA OKUYUNUZ)

Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığı testilerle dereden su taşırmış evine. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve. Adamın her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım, diğeri dolu olarak varırmış.

İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış. Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş. Fakat zavallı çatlak testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş:

Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle sular eve gidene kadar akıp gidiyor..' Adam gülümseyerek dönmüş testiye; 'Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlaklığını biliyordum. Senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün o yolda ben su taşırken, sen de onları suladın. İki senedir o güzel çiçekleri toplayıp masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap vermiş.

Aslında hepimiz birer çatlak testiyiz. Her birimizin kendine has kusurları vardır. Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan, mükafatlandıran, renklendiren.

Etrafınızdaki herkesi olduğu gibi kabullenin.. Onlardaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün..
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

her gün yeni bir sana ne

1- Karı-koca gece evlerine döndüklerinde koridorda hiç tanımadıkları bir adamla karşılaşırlar. Bir anlık şaşkınlıktan sonra yabancı adam bayana dönerek 'Madem bu geceyi kocanla geçirecektin niye beni çağırdın?' diye hışımla sorar ve kızgınlıgını belirten bazı hareketlerle evden bir anda çıkar. Tabi karı-koca bu olaya bir anlam veremez başlangıçta. Erkek, karısına bu olaydan ötürü bir hayli kızar ve hatta onu boşayacağını bile söyler. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra Karakol'a çağırılan karı-koca, yakalanan zanlı, "suçlu" ile yüzleştirilir ve olayın aslında bir hırsızlık ol duğu anlaşılır.

2- YİNE BİR BAŞKA OLAYDA karı-koca evlerine döndüklerinde evin içinde bir yabancı görürler, bu kişi gayet şık bir takım elbise giymiş ve elinde telsiz olan birisidir. Karşılaşma anında yabancı, ev sahiplerine "Evinize hırsız girdiği yolunda komşularınız tarafından ihbar aldık, ben sivil polisim, evi kontrol etmeye geldim" der ve devam eder, "Beyefendi aşağıda sokağın köşesinde ekip otomuz var, vakit kaybetmeden siz ekip otosuna gidip şikayet dilekçesi doldurun.' der ve erkek hızla aşağıya iner. Yabancı adam, "Hanmefendi siz de zinet eşyası veya paranız varsa onlar kontrol edin" der, bayan hemen altınlarının bulunduğu yere gider ve sevinçle "neyse hala yerinde duruyorlar" demesiyle; yabancı bayanın kafasına ağır bir şeyle vurur. Yabancı da bayanın çıkardığı yerden altın, para, vb. eşyaları alıp hemen kaçar . Koca ekip otosunu bulamayıp evine geldiğinde karısının baygın, altınların da çalınmış olduğunu görür...

3- Özellikle bayan arkadaşlar dikkat insanlar taksiye bindiği zaman çantasını hemen yanına koyar ya. Bunu bilen uyanık taksiciler şöyle bir tertiple maksatlarına eriyorlar. Bahsettiğim bayan yorgun argın bir şekilde taksiye biniyor ve çantasını sağ yanına koyuyor. Bir nefesleneyim derken şoföre gidecekleri istikameti söylüyor ve çantasından selpak almak üzere sağ yanına dönüyor ki çanta yok!! Önce bir aranıyor bakıyor yere, sağa-sola çanta yok!! Taksiciye hitaben 'çantam ile bindim fakat çantam şimdi yok çek kenara' der. Taksici gayet pişkin 'ne bilim teyze ben senin çantanı, unutmuşsundur bir yerde, inmek mi istiyorsun' diyor. Ama teyzem uyanık. 'Hayır' diyor' devam et'. 'Herhalde unuttum biryerde. İneceğim yerde ben sana evden paranı öderim'.. Yol üzerinde bir karakolun önünden geçerken, ışıklar da duruyorlar. (Teyzem o istikametten götürüyor çünkü taksiyi!) Teyzeciğim tam karakolun önünde kapıyı açıyor. Polis memurunu çağırıyor. Taksiyi kenara çektirip bir çırpıda anlatıyor olayı. Meğer polisler bu olayı bilirmiş. Polis memuru taksiciye hemen 'bagaji aç' diyor. Bagajı bir açıyorlar ki bagajda bir adam!!!! Binen müşterinin sağ ve soltarafına bagajdan doğru, çok özenle yapılmış,fark edilmeyen delikler açıyorlar ve hooop çekiyorlar çantayı bagaja!! Çanta çok büyükse çekemiyorsa içine dalıp cüzdanı telefonu falan alıyorlar! TAKSİDE BAGAJLARA dikkat!

Mutlaka bu notu çevrenizle paylaşın. susmayın.. Sıra size gelmeden

HIRSIZLARIN YENİ KAPI AÇTIRMA YOLU!!

DİKKAT KAPI ALTINDAN SU GELİNCE HEMEN KAPIYI AÇMAYIN !!!

Gelen soyguncular, size kapıyı açtırmanın gürültüsüz bir yolunu bulmuşlar. Bunun için kapı eşiğinden su döküyorlar. Siz bu suyu fark edip de nereden geldiğini anlamak için kapıyı açtığınız anda ağzınızı kapatarak sizi evin içine sokup etkisiz hale getiriyorlar.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

yapması gereken bir şey var mı ki

İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir. Bu problemin çaresi asırlar önce Kanuni zamanında, Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur. İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca Kanuni Sultan Süleyman, Sinan'ı çağırır, der ki:
"Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?"

Mimarbaşı der ki:

"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut suları İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm."

Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyılan dolaşır, Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan suları tespit eder. Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir, nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar. Sultan sorar:

"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:

"Beli sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."

"Nedir o mimarbaşı?"

"Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak İstanbul'a su gelebilir."

Kanuni'nin cevabı şu olur:

"Mimarbaşı sen İstanbul'a su getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."

Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki sulan Kağıthane civarında belli yerlerde toplar, oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır. Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur. Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.

O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir. O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara, yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.

Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkanr, der ki: "İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır. Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."

Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin."

Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesinden Sinan'ın evine özel olarak yol yapılır ve su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.

Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki Selimiye Camiini yaptıktan -sonra yaşlanır. Devir hep öyle geçmemiştir. İtibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir bu dünyadan göçmüşlerdir. Kanuni vefat etmiştir, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşına gelmiştir. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmıştır. Ve yeni bir nesil yetişmiştir.

Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der.

Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der.

Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği, kendisini eserleri inşaat halindeyken görenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.

Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur: Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler: "Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış."

"Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su müsaade etmişti de almıştım."

"O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin."

Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim. Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."

Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın." Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın."

Divanda uzun münakaşalar olur, son olarak verilen karar şudur: "Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."

Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil.

Ve Sinan 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara verdiği cevap enteresandır:

"Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."

Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır. Dünyaya, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli. Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değillerdir. Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, onların hepsi göçüp gitmiş, biz de dayanacak kimse bulamamışız.

Derler ya: "Duvara dayanma yıkılır, insana güvenme ölür." Öyleyse fani şeylere dayanmamalı, fani şeyleri gaye edinmemelidir. Allah'a dayanmalı, Allah'a güvenmeli ve yaptığımız hizmetleri de Allah rızası için yapmalıyız. İnsan bu tecelli karşısında hayıflanmaktan kurtulamıyor:

"Hey gidi dünya hey. İstanbul'u suya kavuşturan Sinan susuz evde vefat ediyor."
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

forgiver said:

sanane aga

ÇATLAK TESTİ ( HİKAYEMİZİ MUTLAKA OKUYUNUZ)

Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna astığı testilerle dereden su taşırmış evine. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve. Adamın her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarım, diğeri dolu olarak varırmış.

İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış. Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş. Fakat zavallı çatlak testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş:

Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle sular eve gidene kadar akıp gidiyor..' Adam gülümseyerek dönmüş testiye; 'Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlaklığını biliyordum. Senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün o yolda ben su taşırken, sen de onları suladın. İki senedir o güzel çiçekleri toplayıp masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim' diye cevap vermiş.

Aslında hepimiz birer çatlak testiyiz. Her birimizin kendine has kusurları vardır. Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklardır hayatlarımızı ilginç yapan, mükafatlandıran, renklendiren.

Etrafınızdaki herkesi olduğu gibi kabullenin.. Onlardaki kusurları değil, içlerindeki güzellikleri görün..


iki tarafta da çiçek çıkması lazım lan
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 2 hafta sonra ...
KENDİ KALBİNİ ISIRAN ADAM;

GÖNÜLLÜ BİR OYUNBOZAN; JOKER



Soytarı olan ben değilim,

deliliğini gizlemek için

ciddiyet oyunu oynayan

şu aklın, mantığın

alamayacağı ölçüde sinsi toplum.

Salvador DALİ



Arabaların peşinden koşturan amaçsız bir köpek, hiçbir planı olmayan hedefsiz bir serseri, kendi ayaklarını yemeye çalışan yaramaz bir bebek ya da en çok -tasarlanmış bir kaosun- gönüllü elçiliğine talip bir anarşist…

Psikopat palyaço; Joker.

Kendi kalbini ısıran ve hep kaybeden adamlara söylenen bir şarkıdır Joker.

Başka bir anti-kahraman o. Dünyayı ele geçirmek gibi bir plana, zengin-güçlü olmak gibi bir derde sahip değil. Babasının katillerini yakalayarak içinde yanan ateşi söndürmek istemiyor, adalete teslim etmek istediği birileri de yok, hiçbir iktidardan hoşlanmıyor, uzaylılarla işbirliği yapmıyor, bilim-kurgu bir fantezinin peşinde değil, zaten kimseden intikam falan almaya çalışmıyor, para biriktirmek gibi bir amacı da yok.

Kumbaraları kırık bir çocuk Joker, ama kumbaralarını kıranlarla da değil asıl meselesi. Edebiyat, sinema ve çizgi roman dünyasının ürettiği klasik ‘kötü’ imgesinin tam karşısında duruyor işte tüm bu sebeplerle. ‘Dünya benim olacak’ klişesi hiç ona göre bir slogan değil. Sıradan olamayacak kadar kusursuz bir kötü ve teklifi çok açık; sınırsız kaos.

Nietzsche’nin, -seni öldürmüyorsa, güçlendirir- felsefesinin vücut bulmuş haline sinir bozucu bir bakıştır aslında onun varlığıyla mümkün olabilen her şey. Bu felsefe, filmde ‘insanı öldürmeyen şey onu tuhaflaştırır’a doğru bir dönüşüm geçiriyor zaten. Mutlak iyiliğin kapılarını sonuna kadar açmak için, sınırsız kötülüğü tercih etmek belki de yaptığı. Batman’ın yani kural koyucuların himayesinde yeşermiş mevcut sistemin ‘aklı’na karşı tek sermayesi deli’liği, cesaretine sirayet etmiş bir delilik bu. Zafer kazanmak istemediği çok belli, bizzat savaşın kendisiyle var olabildiği ise çok kanlı bir gerçek.

Onu sinema tarihindeki ‘en karizmatik kötü’ yapan şey de bu zaten; mücadelesi ve savaşı bir amaç uğruna değil, ‘kafasına göre takılıyor’ Umursamaz, oyunbozan, ölümlü ve yaralı… O kusursuz bir kötü ve gönüllü bir oyunbozan, oyunu bozarken kullandığı yöntem ise ‘eğlenceli öfke.’ Joker’i popüler kültüre hediye eden şartlar, onun kötü adam olma durumundan bağımsız olarak işte bu ‘hiç bir şeyi ciddiye almama’ haline paralel bir yerde duruyor olmalı.

Kötü cilalıdır. Kötülük kaos’tur. Joker’in ‘kostüm’ünün çok sembolik / simgesel bir tarafının olduğunu söyleyemeyiz, rengârenk, cilalı, aykırı kıyafetler içerisinde soytarılığına değil, deli’liğine yani -aklı peşin olarak teslim edilmiş- toplumdan farklılığına vurgu vardır. Bu yüzden ağzındaki bıçak yaralarını bile ‘kötülüğüne referans’ olarak gösteremeyiz, çünkü psikopat babasının ‘yüzü gülmüyor’ diye kestiğini söylediği, -artık sürekli güler gibi duran- yaralı ağzından çıkan bu dramatik hikâye, her anlatışında daha da farklılaşır. Herkesle dalga geçtiği çok açıktır aslında. Acıya karşı olan duyarlılığı kullanarak herkesi bir biçimde yaralarına dokundurmayı başaracaktır Joker. Eğlenceli bu kurgu-dramasıyla bizlerle kafa bulması da oyun’una dâhildir zaten.

İnsani korkulara, ahlaki tutumlara, uyuşturulmuş kitlelere, varolan düzene ve kuralların tümüne bir kibrit çakmak çok eğlenceli bir kurtuluş’tur ve eğlence kurtuluştan önemlidir. Batman’a yani adalet temsiline şöyle bir şeyler söylediğinde flu olan her şey daha da netleşir; ‘’Onlardan biriymiş gibi konuşma, değilsin. Olmak istesen bile değilsin, onlar için bir ucubesin, tıpkı benim gibi. Şu anda sana ihtiyaçları var, ama olmadığında cüzzamlı gibi dışlarlar seni. Onların ahlakı, yasaları kötü bir espri gibi. İlk sorun belirtisinde defedildin. Ancak dünyanın izin verdiği kadar iyiler. Sana göstereceğim. İşler yolunda gitmediğinde şu medeni insanlar birbirlerini yer. Yani ben canavar değilim. Sadece herkesten öndeyim!’’

Batman’ın, Gotham şehri sakinlerini korumak amacıyla yaşadığı şehirde, bir taraftan da yarattığı kahraman imgesiyle tüm suçluları bu bölgeye çekmesi ikilemi, onun koruyucu / kahramanlığı’nın sorgulanmasına yol açmıştır. Kahramanlık zorlu bir meslektir, fazla mesai ve strateji gerektirir, oysa Joker’in ‘’tetiği çekmek gitar çalmaktan daha kolay, yok etmek yaratmaktan daha kolay“ felsefesi politik bir tavır yerine de geçer ve daha kışkırtıcıdır.

Joker, Vendeta veya Mask’a benzemez. Nedensellik ve empati ile uğraşmaz çünkü, eğlence peşindedir, evet iyi vakit geçirmeye bakar ama niyeti oldukça ciddidir. Nedensiz şiddetin de bir nedeni olabilir. Dali’nin sistemli kargaşası akla gelecektir Joker’e baktığımız her yerde; ‘’Sistemli olarak kargaşa yaratmak gerekir; yaratıcılık böylece özgürleşir, yaşamı yaratan çelişkidir’’

Joker’in bütün kaybetmişliğiyle dünyaya saldırması, yani aslında kendine saldırması, sınırsız kaos talebi, çözüm önerisi olarak çok net biçimde ‘batsın bu dünya’ demesi, sistemin psikopat bıçaklarının boyalı yüzüne kazıdığı o derin hüznüne hiç aldırmaması ve tüm arızalarıyla dünyaya zorluk çıkartma misyonuna tutunması… bunlar bize bir şey söyleyecektir. İyilik ve kötülük kavramlarını Joker üzerinden ‘ideolojik’ bir okumaya tabi tutmak sağlıklı bir sonuç vermeyebilir. Joker’in karşı çıktığı ‘oyun’un, ‘mutlak kötü’ ya da ‘mutlak iyi’ parantezinde oynanamayacağı ortada çünkü. Joker’in sahneye çıkışı Batman’ın varlığıyla anlamlıdır. Bir kahramana ihtiyacımız vardır, kahramanlık ‘müessese’dir, halk derin uykulara emanettir. Şurası kesin; Joker bu oyuna uzlaşmaya değil, hır çıkarmaya gelmiştir.

Joker, kötülüğün iyiliğe bir eleştirisi değil, iyiliğin konumlandığı yerin işlevselliğine bir karşı çıkıştır. Karşı çıkışın ‘deli’liğe vurulması bir indirgeme değildir ve her durumda kesik bir ağızdan fazlasıdır bu. Kötülük en değersiz haliyle bile iyilikten intikam almak anlamına gelmez. İyinin / iyiliğin / iyilerin sorgulanması için Joker’in anlattığı hikâyeye de ihtiyaç duymamız olasıdır. Matilda yalnızca bir hemşirenin adı olmayabilir mesela.

Kaçış planı, iyi bir planı, b planı ya da herhangi bir planı yoktur onun. Planı olan bir adam gibi durmuyordur zaten. Tüm planların suya düşüp yüzme öğrendiği o sistemsiz yer’in koordinatlarını vermek çok ağır gelecektir ruhuna, iskambil kâğıtlarından bir dünya kurmanın imkânlarını aramak vakit kaybıdır ve aynı zamanda raund kaybı. Kendini hiç bağışlamaz Joker; ‘’Planı olan bir adam gibi mi duruyorum, Benim ne olduğumu biliyor musun? Ben arabaları kovalayan bir köpek gibiyim. Eğer yakalasam bile ne yapacağımı bilemem. Ben sadece yaparım.’’

Joker, kalbi olmayan bir dünyanın acımasız mimarlarına karşı rahatsız edici melodiler çalan sevimsiz bir hatırlatmadır aslında. Kendisine saldırması kadar gerçek ve acımasızdır mesela, atom bombası yapan bir bilim adamının şehveti. Kalbiyle konuşan herkesin; ağızlarını sistemin hoyrat bıçaklarından koruması gerekliliği gibi; tehditkâr değil. Kötülüğü kutsayan ayinlerin psikopat meleği olmadığını anlamak yaralı ağzından dökülen gerçekler kadardır. Dünyaya karşı yapacağı o son hamleyi -sadece- geride kalacak kimsesinin olmamasına bağlamak, eksik. İyiliğe tehdit değil Joker’in varlığı, kötülük kendi yolunda zaten hep mecburi istikamet.

Belki de Joker haklıdır, hayattaki en aklı başında adamı bile deliliğe indirgemek için sadece -tek bir kötü gün- yeterli olabilir.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...