Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Ümit Aktan'ın Anıları


BiTcH_oFBaT

Öne çıkan mesajlar

Sabah Ligradyo'da dinledim. sonra nette buldum. çok güzel bir yazı ve kendi sesinden yazıyı anlatışı.

said:
Bugünlerde Londra’nın kapısına dayandık. Londra’yı düşürmek için uğraşıp duruyoruz. Hani Fenerbahçe’nin Chelsea macerası; Avrupa’da geldiği yer derken, bunun ötesine önümüzdeki yıl geçebileceğinin hesaplarını yapabiliyoruz. Çünkü bu inancı artık bize vermiş durumda... Biraz geriden gelelim… Gerilerde öylesine sıkıntıları yaşadık ki o sıkıntıların üzerine bunlar bizim için büyük mucizeler gibi kalıyor.

Avusturya’yla İzmir’de oynuyoruz… İzmir Atatürk Stadında… Hani ‘Olimpiyat Stadı’, ‘Halkapınar Tesisleri’ diye bildiğimiz yer. Avusturya’yı yenersek, Dünya Kupası’na gideceğiz. Çok daha önceleri, 2002’den çok daha önceleri Dünya Kupası’na gitme şansımız var.

Karşımızdaki Avusturya da bu Avusturya değil. Kalede Koncilia… Tombul kaleci türünün örneklerinden biri… Prohaska, Krankl orta sahada hücumda çok güçlüler… Bizim milli Sedat Güçlü, Erol Togay’lı Metin Tekin’li böyle bir ortalama kadro. İyi hazırlanmışız, kamp yapmışız… Stres basmış takımı…
Ve bir gün önce kampta olduğumuz zaman, Erol Togay; benim takım arkadaşım, kadim dostum… Allah şifa versin! Erol Togay; takımın stoperi ve dedi ki: Ümit rüyamda gördüm. Kalkıyorum kafayı vuruyorum alt köşeden içeri giriyor ve yeniyoruz Avusturya’yı…
Ben de ‘Allah Allah’ dedim, ‘Bu çocuğun rüyası, kalbi temizdir… tutar mı tutar!’

Ve o gün tahtadan köşeli olarak yapılmış olan Atatürk Stadı’ndaki kale direklerini bir el değiştirdi.
O gece İzmir Bölge Müdürlüğü’nün emriyle tahta 4 köşe olan kale direkleri söküldü, yerine Avrupa standartlarına uygun bulunan metal ve yuvarlak direkler takıldı.

Ve 0-0 berabere giden maçın sonlarında son 10 dakikasına girdiğimizde bir orta Erol kafaya kalkıyor, penaltı noktasının biraz ilerisinde vuruyor kafayı alt köşeye… ‘Rüya gerçek mi oluyor’ diyorum, top direğe vuruyor ve Koncilia’nın kucağına geliyor. Dünya Kupası’na gidemiyoruz…

İşte bu sıkıntıların üzerine Wembley’de maça çıkacağız. Londra’da; futbolun mabedi Wembley’de, maç oynayacağız.

Maça 5 saat var. Milli takımımızın kamp yaptığı yerdeyiz. Gerilim tutulacak gibi… Ünal Karaman’ın bulunduğu kadro, Uğur Tütüneker’in oynadığı kadro, Rıza Çalımbay, Şifo Mehmet’in olduğu kadro, kalede Hayrettin...

Biz İngiltere’ye bugüne kadar içerde dışarıda bir gol bile atamadık ki… Milli Takım düzeyinde işte o İngiltere’ye Wembley’de gol atabilecek miyiz?

Uğur Tütüneker’i görüyorum merdivenlerden inerken… ’Uğur kadro belli oldu mu?’ diyorum. ‘Oynuyorum Ümit’ diyor. Türk futbolunun süperstarına diyorum ki: Bir gol atıyorsun… Bende bunu hissediyorum. ‘Bugün İngiltere’ye futbol tarihimizde ki ilk golü üstelikte futbolun mabedi Wembley’de sen atıyorsun’ diyorum.

Ünal Karaman’ı görüyorum. O da hislerimden birine sahip… Ona da diyorum: Sen de atacaksın bir tane, bugün 2 golümüz var.

İnanamıyorlar bana... Onları motive etmek için söyledim sanıyorlar. Maça çıkıyoruz. Gascoigne’i zapdetmek mümkün değil… Bir tane yapıyor, bir tane daha yapıyor… Gascoigne’i durduramıyoruz… Gazla sağdan geliyor, soldan geliyor, 3 kişi geçiyor o göbeğin üstünde sürükleye sürükleye goller ve asistler yapıyor.

Artık diyoruz ki bari İngiltere’yi yenemeyeceğiz ama şu golü atalım, makus talihimizi kıralım ve ileriye atılan bir topa Uğur fırlıyor. Kaleci ceza alanı dışına kadar çıkıyor, Uğur üzerinden aşırmaya kalkıyor boş kaleye topla girecek ama başaramıyor. Kaleciye takılan top kalecinin önünde kalıyor…
Uğur bomboş kaleye doğru bakıyor. Sonra dönüp yukarıya gözünü kaldırdığında diyorum ki: Beni arıyor tribünde… Maçı anlatan Ümit Aktan’ı arıyor, sözün tutmadı diye… Halbuki biraz daha iyi aşırabilseydi Uğur, golü atacaktı…

Biraz sonra Ünal… Ceza alanın içerisinde vurulan bir top Ünal’ın önünde kalıyor, kaleci yerde...
Kaleye doğru bir plase gol yapacak ama Ünal Karaman sanki atılacak olan gol iki tane yazılacak ve 2-0 geride olduğumuz maç 2-2 olacakmış gibi yaradana sığınıp bir vuruyor… Topu Wembley’de Stadı’nın dışından, varoşlardan getiriyorlar.
Evet; İngiltere’yle, İngiliz futboluyla milli düzeyde bu tür talihsizlik yaşamışız ama kulüp düzeyinde hayır… Kulüp düzeyinde çok şeyleri başarabildik. Yakın tarihte Chelsea’yi Beşiktaş orada yendi, Fenerbahçe burada yendi. Beşiktaş, Liverpool’u yendi. Daha sayabilirim. Çok örnekleri var. Galatasaray, Arsenal’in elinden UEFA kupasını aldı.

Ama Milli Takım düzeyinde Cumhuriyet’in ilanından bu yana oynadığımız İngiliz takımlarına karşı içerde ve dışarıda bırakın puanı, bırakın yenebilmeği, bir tek golümüz bile yok...

O gole Wembley’de yaklaşan Uğur Tütüneker ve Ünal Karaman da boş kaleye golü atamayan iki isim ve ikisinin çalıştırdığı takımlardan biri düşme hattında diğeri de düşme hattına girerken Ünal karaman görevi bıraktı.
Futbol çok garip bir oyun ve asla sadece yuvarlanan bir top değil…


buradan da kendi sesinden dinliyebilirsiniz. bunu tavsiye ederim

daha da varmış ama bulamadım ben. Aramadım desem daha doğru olur :)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
Avrupa Şampinası'nda, Malta karşılaşan Milli Takım ilk maçı İzmir’de oynayıp 4 – 0 kazandı. Malta’yla tarihimizde 2.kez oynamak için bu ülkeye gittik. Kadroda, Erol Togay, Kaleci Eser, Sedat Takım Kaptanı; Futbol Federasyonu Başkanı Cemal Saltık, hepimiz oradayız buraya kadar her şey normal.

Resmi bir Avrupa Kupası eleme maçı ve grup maçı oynanacak. Benim cebimde TRT’nin verdiği 400 Marklık bir harcırah var. Malta'ya indik maçın bir gün öncesinde idman yapmaya gittik ve o idman sırasında bizim karşımıza gelen biraz köylü kılıklı bir Maltalı dedi ki: Bana para vereceksiniz.

Niye diye sorduk. Bu stadın sahibi benim dedi.

Nasıl sahibi sensin?

Mülk olarak bu arsa benim dedi. Benden Malta Futbol Federasyonu kiralar maçlar için, Milli maç sırasında da bu kiralama işlemi gerçekleşmedi dolayısıyla naklen yayın için kameranızı buraya sokmam dedi. Kamerayı içeriye sokmamıza izin vermedi. Ne lazım peki? 1800 douce mark verirseniz kameranız burada maçın başından sonuna kadar çekim yapabilir dedi.

Malta şövalyelerinin intikamı almaya başlamış bile, nasıl hor görüyorlar maça nasıl hazırlanmışlar gözleri kesmiş ve yenebilecekleri tek takımı bulmuşlar sanki işte orada, Malta maçından yayını bize radyodan yaptırtmayan stadın içine bizi almayan Maltalı yetkiliye rağmen, ben kale arkasındaki maraton kapısı diyebileceğimiz bir girişin küçük kapısını 100 markımı rüşvet vererek stadın bir yetkilisine açık tutturdum.

Maçı geldim seyrettim. Her 7-8 dakikada bir teknik bir arıza nedeniyle kesilmiş olan yayına davam edebilmek için karşıda nöbetçi bir eczanede Türkiye’den beni aradıklarında açık olan telefonu elime alıp hafızama aldığım 3-4 dakikayı canlıymış gibi anlattım bütün herkesi kandırdık ama haberi verebilmek için başka şansımızda yoktu.

Maçın 80. dakikasından sonra tribünlerden sökülen, yırtılan, yere atılan bayrağımız taşlanan oyuncularımız. Taşlandığı için sahanın 7-8 metre içinde maçı idare etmekte olan yardımcı hakem canını zor kurtardı.

Maç bittiği anda bizimkiler soyunma odasına zorlukla kaçmaya çalışırken Futbol Federasyonu Başkanı Cemal Saltık sahanın içine girmiş yırtılmış olan bayrağımızı almış “beni linç etmeden bu bayrağa dokunamazsınız” diye bağırıyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Futbolcular soyunma odasının kapısından geri dönüp etrafına halka oldular Cemal Saltık’ı soyunma odasına götürdüler. Ben, bir Maltalı gibi sessizce çıkıp maçın sonundaki olayları anlattım ve oradan aldığım sahadan sahaya atılan taşlardan bazı hatıraları Türkiye’ye getirdim.

Elimdeki o kocaman iki ampeks bantla biniş kartımın onaylı olmasına rağmen ertesi gün ben uçağa bindirmediler. Görüntüler Türkiye’ye gidip yayınlanmasın diye o bantları açmak istediler vermedim ben orda kaldım. Kafileyle dönemedim. Ertesi gün Dışişleri Bakanları'nın araya giren yetkilileri nedeniyle Roma üzerinden uçarak İstanbul’a oradan Ankara’ya ulaştım. Görüntüler yayınlandı.

Görüntüler UEFA’ya gönderildi ve Malta Milli Takımı tam 2 yıl tüm Avrupa kupalarından kulüp ve Milli Takım bazında katılamama cezası aldı. Böylesine büyük bir olayın içersinde bizden 1800 mark rüşvet isteyen stadın arsa sahibi de ayrıca Malta’da iç sahada 2 yıl hiçbir resmi maç oynanmaması cezasına çarptırıldı. Sanki Çatladıkapı-Divrindispor maçı oynanacaktı. Oysa Avrupa Şampiyonasında gurup eleme maçı oynanıyordu ve Malta bizi yenmeyi gözüne kestirmişti.


buradan kendi sesinden dinliyebilirsiniz.

-----------------

said:
Futbol erkeklerin oyunu. Hem insan malzemesine dayalı, hem de erkek olan malzemeye dayalı bir oyunun içersinde mutlaka Homojenital Levitre etkisini düşünmemiz lazım. Bir yandan biraz ilaç prospektüsü gibi oldu ama.

Homojenital levitre diyince şunu kastediyorum: Birbirine uyumlu parçaların bir araya gelmesiyle dişliniz ister çelikten istersen elmastan olsun, ne kadar güçlü olursa olsun, eğer dişleri birbirlerine uygun değilse her hangi bir çarkı ya da kayışı çevirmek mümkün değil. Geçtiğimiz günlerde biten lig şampiyonluğunun içerisinde çarkın dişlileri birbirine uyumlu olan bir takımın homojen yapısından çıkarak malzemesi erkek olan insanlara sürüklenen, aşılanan, uygulanan ve geçerlilik kılınan motivasyondan söz ediyorum.

O levitre dediğimiz hapı yutan insanlar bir anda kendi güçlerini iki misline çıkınca tekmeye kafa sokmaya başlayınca soyunma odasında tercüme edilerek üç ayrı dile tercüme edilerek yapılan motivasyon çalışmasının geçerli olmadığı görüldü. Yani bir Türk gencinin kalbine giden yol çok daha kestirmedir. Cebine giden yoldan ve çok daha da kesin sonuç alabilirsiniz.

Şimdi dönelim 70’li yıllara... İslam Oyunları. İzmir’e Halkapınar Stadı'na. İslam Oyunları'nı TRT yayınlıyor. Bende maçı anlatıyorum. O gün de Libya’yla maçımız var. İzmir Bölge Müdürlüğünde TRT binasında otururken zamanın haber spikeri Sevinç Yemişçi bir görevle İzmir’e gelmişti. Sevinç Yemişçi’yle sabah çayını içmiş, maç hakkında konuşmuş, kendiside maça geleceğini söylemiş ve bizde maça yola çıkmıştık. Yönetmen, rahmetli Okan Uysaler’di. Libya karşında bir önceki maçı gol atmadan yenik olan bitirmiş Türk Milli takımı, ayrıca bir rekorunda sahibi oluyordu. Sağ bek Turgay Semercioğlu 22 maç üst üste milli olma rekorunu Kadri Aytaç’ın elinden o gün alıyordu. Milli takımda üst üste ara vermeden 2 numaralı formayı giyerek, bunu da yansıtmaya çalışarak bir anda tam iki maçı golsüz geçmiş olan milli takımımız Libya’ya golü atmaz mı?

Halkapınar stadında bir coşku herkes ayaklara fırladı, herkes tavana fırladı ve o anda kulaklıktan Okan’ın sesini duydum. “Bana sevinci göster, sevinci göster”

Tribünlerde geniş bir pan yapma yerine tribünlerin içerisine girerek tek tek kelleri arayan kameraman, Sevinç Yemişçi’yi arıyordu. Okan ise yırtınıyordu. “Oğlum ne yapıyorsun! Tek tek değil tribünü göster sevinci göster” diye. Meğerse sevinç diye kastettiği tribünlerin o gole olan coşkusuymuş.

Bir başka yayın kazasını da yine Okan Uysaler’le Ankara 19 Mayıs Atatürk stadında yaşadık.

Ankara 19 Mayıs Stadı'nda gol olan kaleye karşı yerleştirilmiş olan kameralar, aynı zamanda geniş bir açıyla genel bir görüntü verdiklerinde özellikle pilot kamerayla tam karşımızda yer alan Ankara Kalesini görüyordu. Ankara Kalesi'nde ışıklandırılmış muhteşem bir görüntü vardı. Gol olduğu zaman “Bana kaleyi göster kaleyi ver!” dediğinde doldur kaleye diye kulaklığımdan bağıran Uysaler’i kameramanımız şöyle algılamıştı; o golün olduğu kaleye zum yapmak yerine Ankara Kalesine doğru zum yapmıştı ve o naklen yayında biz o golün sevincini kaçırmıştık.

Evet, Sevinç Yemişçi, sevinci ararken tek tek aranan portrö olmuş. Golün olduğu kalenin önündeki sevinç gösterisi aranırken de görüntüye hiç alakasız bir şekilde Ankara kalesi gelmişti.

Peki, bir başka kazası Samsun’da Samsunspor, Beşiktaş’la oynuyor. Maçın hakemi Sabahattin Ladikli. Beşiktaş, Samsun’un mutlaka kazanmak zorunda olduğu, kazanmaktan da emin olduğu karşılaşmada 1-0 öne geçmez mi? Maçı anlattığımız yere bir asma merdivenle çıkılıyordu. Asma merdiven tavana yapıştırılmış bir teneke kulübe. Altta tahta ızgaraların üzerinde biten bir kulübeyle bir bağlantı kuruyordu.

İşte orada Gırnatacı Çingene Aydın diye Samsunluların çok yakından bildiği tribünleri coşturan bir amigo benzerinin coşkusunun sesi bir anda kesildi. Stat da bir sessizlik var. Samsun taraftarı tepki göstermek isterken, kulübenin kapısı 'Tak tak tak!' diye vuruldu. Metal bir şeyle açtım. Silahının kabzasıyla vuran bir Samsunspor taraftarı. “Maçı sen mi anlatiysun” dedi. "Evet" dedim ben anlatıyorum. "Samsun 1-0 galip diyecesun, o gol değil saymıyoruz" dedi. Yani Beşiktaş 1-0 önde, ben Samsun galip diyeceğim.

Şifreli cümlelerden birini söyleyip yayını merkeze verdik. Merkez, saz eserleri girdi. Polisler yayının kesilmesi üzerine statla bağlantı kuran yetkililerin iletişimi sonrasında olayı fark ettiler. O asma merdivenlerden çıkıp silahının kabzasıyla bize 1-0 yenik oldukları maçı 1-0 galip olduklarını söyletmek isteyen Karadenizli, muhtemelen adı Temel olan kardeşimizi aşağıya indirdiler.

Haftaya başka anılarda görüşmek üzere...


kendi sesi
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
Şimdi anlatacağım konu bir Bülent Karpat efsanesidir. Ama sözle duyamayacağınız bir ünlem işaretiyle biter cümle… Bülent Karpat zaten her zaman ünlem işaretli bir sunucuydu.

Levitra’yı tüpüyle yutmuş gibi saldırgandır Türkçe’ye… Vahşi seks için avuç içi Levitra’yı doldurup yutmuş gibi konuşur anadilini benim kadim dostum Bülent Karpat...
1991 yılının sonlarında, Star televizyonundayız. Sevgili Bülent Karpat’la Trabzon’dayız. Bülent Karpat deyince bir küçük parantez daha açmaya ihtiyaç duyuluyor tabii ki… Türkçe’yi zor ama çok iştahla kullanan bir yapısı olduğunu bilirsiniz. Onu herkes anlayamaz, anlayabilen de yanlış anlar.
Ünlü Servet-i Fünuncu Cenap Şahabettin’in çok tartışılan, kimilerine göre farklı bir bakış yenilik olan kimilerine göre de yazlaşmanın temelini oluşturan bir dizesi vardır. Anlattığım bu hikaye bu sayfada kaleme döküldüğü zaman belki teknik ve imla hataları olabilir. Hoşgörün!..

Naaş-ı evrak ile dolmuş laklar... Naaş ceset, evrak yaprak demek. Ancak ‘lak’, Fransızca’daki ‘lak’ yani göl kelimesinin Türkçe okunuşu… Türkçe’de böyle bir kelime yok ama göl dese kafiye geberiyor. Şair öyle demiş. İşte aslında ‘göller yaprak ölüleriyle dolmuş’ demek istiyor, sonbaharı anlatacak.
Bülent’in de her cümlesinin bir komisyon tarafından böyle titizlikle incelenmesi gerekiyor. Bülent ki , yakın tarihte bir Şampiyonlar Ligi başlama vuruşu öncesinde hakem düdük çalması geciktirdiğinde söyleyecek birikmiş lafları da tükendiğinden ‘Hakem düdüğünü çaldı, maç başladı’ diyeceğine “Hakem düüüt ve maç başladı” diyebilmiş, ender bulunan bir canlı yayıncıdır.

Lig maçı anlatmak için Trabzon’dayız… Lig maçından 3 gün sonra da Trabzonspor, Barcelona ile kupa ilk maçını oynayacak. Rakibin hocası ünlü Johan Cruyff… Yardımcısı 3 gün sonra maç yapacakları Trabzonspor’u izleyip not tutuyor. Ben yukarıda, Bülent saha içinde…
Maç öncesi Cruyff’un yardımcısını yakalayan Karpat, canlı yayında bir güzel röportajı yapıyor. Almanca başlayıp bir ara Fransızca devam eden röportaj İngilizce sona eriyor. Bu dilleri çok iyi bilenlerin bile hiçbir şey anlamadığı ‘interview’ biter bitmez Bülent’ten bir anons, tam da top başlama noktasında dürtülmek üzere: Sevgili seyirciler şimdi açıkladı, işte Cruyff’un yardımcısı düşüncelerini… Pek de güzel konuştu. Biz de önemli bir işi başarmış bulunmaktayız. Tekrar sendeyiz Sayın Aktan!

Haydaa, hani tercüme! Onca konuşmanın Türkçe meali yok yani... Ben aldım yayını ve maç başlamış… Zaten Türk halkına bu röportajı açıklamak için ilk 15 dakikadaki tüm taç ve kornerleri kullanmak zorunda kaldım. Oyunun her duruşunda başa döndüm. Barcelona Teknik Direktörü’nün ne demek istediğini anlattım. Biz buna olsa olsa ‘sürç-i dil’ değil ‘sürç-i brain’ diyebiliriz.
Sevgili Bülent Karpat’ın o güzelim Türkçesiyle …



kendi sesi
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
Stadpaşa Mitadyumu'ndan selamlar!
Bazı şeylerde dünyada tekiz, benzerimiz yok... Mesela dünyada hiçbir TV'de yayın sonunda İstiklal Marşı okunduktan sonra ekrana şöyle bir yazı çıkmadı: Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız. Bunun hatırlatıldığı tek ülke bizdik.

Bir düğme vardı ve TV'de artık herşey bitmişti. Kapatılması gerekiyordu. Haftada üç gün yayın yapan 7'de açılıp 11'de kapanan bir TV'nin başlangıç döneminde biz de el yordamıyla program yapmıştık. Birçok kez dilimiz sürçtü, çok komik şeyler yaşadık. Çok acı şeyler de yaşadık. Öylesine cengaverlerle yayıncılığa omuz verilmişti ki, bugün deforme edilen eskinin içindeki ışığı sadece güneş olan o kutudan bugünkü teknolojik cambazlıklara kadar ulaşabildik.

O dil sürçmesinin içerisinde Spor yayıncılığında öylesine vakalar öylesine olaylar yaşandı ki... Mesela o zamanlar; 70'li yılların başlarında Necati Karakaya, şimdiki adı İnönü stadı olan o zamanki adıyla Mithat Paşa Stadı'nda bir maç anlatacak. Açılışında Beşiktaş'ın efsanevi başkanı Süleyman Seba'nın takım kaptanı olarak AEK'ya karşı forma giyerek ilk defa futbolun hizmetine açılmasında büyük görev üstlendiği stadyum burası... Necati Abi, Allah uzun ömürler versin, "stadyumu" demeye bayılırdı... Yayın sırasında "Mithat Paşa Stadyumu'ndan selamlar sevgiler..." diyecekken ağzından şu ifade çıkmıştı: Stadpaşa Mitadyumundan hepinize selamlar sevgiler...

Bir başka bu stad hikayesi 1975-1976 yılında Galatasaray'ın Atletico Madrid ile oynadığı bir mücadeledeydi. Aydın Köker'le birlikte maçı anlatıyorduk. Madrid'deki karşılaşma 0-0 sonuçlanmıştı.

90 dakikalık bir heyecan kasırgası yaşandı. Mithatpaşa Stadı'nda tıklım tıklım dolu tribünlerin önünde Atletico'yu elemek istiyordu. karşılaşmanın 90 dakikası 0-0 bitti. Uzatmalara geçildi. Dilimiz tükenmiş, bağırıp çağırmaktan, heyecanı yaşamaktan adeta mahvolmuştuk. Ve geldi 116. dakika. Bu dakikada bir anda kalemizin önünde gerçekleşen bir pozisyonda oyuna uzatmalarda girmiş olan Salcedo adında bir İspanyol oyuncu topa dokundu ve yurtdışında bir Türk takımını golünü anlatmak için 10 yıl bekleyen adamın bütün hayallerini yıktı.

Aydın Köker ve ben çok yorulmuştuk. Maçın son 4 dakikası içerisinde beraberlik golü hayalleriyle maçı tamamladık. İspanyollar kalan 4-5 dakikayı ne oynadı ne de oynattı. Maç bittiği anda mikrofonda olan Aydın Abi, bir an için kolundaki saate baktı, hakeme baktı düdüğü gözledi ve düdüğü çaldığı zaman ağzından şu cümle döküldü: Evet, 120 dakikalık heyecan burada bitiyor sayın dinleyiciler. Hakem şu anda düdüğüne baktı saatini çaldı!

Kendisini şimdi rahmetle andığımız Aydın Abi'nin yanına gittim, omzuna dokundum ve elimle saat ve düdük işareti yaptım, "Abi ters söyledin" şeklinde bir şaret. Tamam diye başını salladı. Ve ekledi: 120 dakikalık yorgunluğumuza verin. Sizlere yanlış söyledim. Şimdi düzelterek yayını kapatıyor ve veda ediyorum: Hakem düdüğüne baktı saatini çaldı!

Aslında onlarca yılını bu güne ulaşmak için heba etmiş insanların unutulmasını önlemek istedim bunları anlatarak... Her hafta bunları sizlere anlatarak olanların canlanmasını sağlamaya çalışacağım. Baktım ki yeni arkadaşlar televizyon denilen kutunun serüvenini kendileriyle başlamış sanıyorlar. Baktım ki geriye bakmıyorlar. Sonra farkettim ki, art niyetsiz başlayan her anlatış, bir art niyete ulaşarak bitmiş. Evet sevgili okurlar... Bu siteden bize ulaşan herkes için şimdi açıklıyorum; ben artık art niyetliyim.

Bugün sizlere reva görülen televizyonu başlatmak için yola çıkılmamıştı. Çünkü bana kızanlar, hatta sevimsiz bulanlar da olacak. Oysa 17 Şubat 1973'te Necati Karakaya'nın yanında 3 dakikalık bir canlı yayınla mesleğe başladığım zaman sahada Vefa-Mersin İdman Yurdu maçı oynanıyordu. O karşılaşmadaki 3 dakikalık sesimi çıkartarak, 2007'ye kadar o sesle yürüyüp gelmeye çalıştım . Hatasıyla sevabıyla biz de hata yaptık geçmişte. Ama bugünküler ayıbı çoktan geçiyorlar. Bu hikayelerde anacağımız insanların çoğu aramızda değil artık. Bazı hikayelerimiz çok matrak, bazıları ise acı bir anmayla olacak dolu olacak...


kendi sesinden

----------


said:
Boluspor-Samsunspor maçındayız... Necati Karakaya, maçın radyo yayınında, ben de kulübede misafirim... Boluspor, kırmızı forma, kırmızı şort, Samsunspor ise tam tersine bembeyaz sahada... Karıştırılmaları mümkün değil. İki tarafın 7 numaralı oyuncularının karışmaları ise imkansız. İsteseniz de karıştıramazsınız... Samsunspor'un 7 numarası İsmet, sapsarı saçları bembeyaz fiziği ile sahada, bıyıkları dahi sarı... Boluspor'un 7 numarası ise Brezilyalı; adı Oliviera... Adam siyahi ve boyu İsmet'ten neredeyse bir buçuk karış kısa...

Necati Abi, Samsunsporlu Oliviera diyor, Bolusporlu İsmet'in ara pasına övgüler düzüyor. Kısacası bir sarışınla bir zenciyi; apayrı renkteki formalarına rağmen birbirlerine karıştırıyordu. Ankara'dan uyarı geldi. "Söyleyin Necati Abi'ye..." şeklinde başlayan uyarı, kendisine aynen nakledildi. Necati Karakaya, canlı yayında şöyle bir cümleyle seyirciye mazeret sundu: "Sayın dinleyiciler, Samsunsporlu 7 numara ile Boluspor'un 7 numarası, ikiz gibi birbirine benziyor. Bizde zaman zaman karıştırıyoruz!"

Aynı "efsane adam", Kahramanmaraş'ta bir maçta daha unutulmaz oldu. Fenerbahçe'nin yeni kaptanı, kaleci Schumacher ile eski kaptan Müjdat antremanda birbirlerine girmişler. İkili o günlerde spor gündeminin tepesinde... Kahramanmaraşspor'un ligdeki ilk ve son yılında, Fenerbahçe'nin Maraş deplasmanı. Necati Abi televizyonda, ben de radyoda maçı anlatıyorum. Devre 0-0 bitti. Fenerbahçe, o haftaya kadar yaptığı üç maçın üçünü da kazanmıştı.

Devre arasında yayını merkeze bırakıp, yan yana olan kulübelerimizin önünde buluştuk. Amaç bir çay molası vermek, biraz dertleşmekti. "Ya Ümit be..." dedi Necati Abi, "2 yanlışım var. İkincisi önemli değil, devre başlayınca düzeltirim. Ama birinci yanlışım çok büyük. Ne yapacağım ben şimdi?" diye ekledi. "Hayırdır abi, üzme kendini. Ne dedin ki?" diye sordum. Necati Abi devam etti: "Kaptan Schumacher, biliyorsun... Oysa ben maçı anlatırken kaptan Müjdat dedim iki kere. Nasıl yaparım bunu?"

"Üzme kendini abi" dedim, "Şimdi düzeltirsin. Bu o kadar önemli de değil üstelik. Müjdat da bu takımın kaptanlarından biri. Öteki küçük dediğin hata ne ki?"
"O kolay canım. Devre 0-0 bitti, ama ben yayını kapatırken Fenerbahçe 1-0 önde demişim. İkinci yarı başlayınca düzelteceğim!"


kendi sesinden
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
Bir önceki bölümde anlattıklarımız ilgi çekmiş devam edelim öyleyse...

Bana ulaşanlar, bu siteye ulaşmakta olanlar, Gazeteport'un devamlı izleyenleri bunlardan keyif aldıklarını belirtiyorlar. O zaman devam edelim... Baktım ki ölenlerle birlikte anılar da ölüyor, ben ölmesin istediğim için daha çok düne yakın güne giderek bu gölge oyunu olan televizyon dünyasının sisleri arasında kaybolup gitmeyen anıları sizlerle paylaşmak istedim.

Ben aslında o geçmişteki emeği verenlere o hataları yapanlara saygımdan bunları anlatmak istedim.

Aslında o anıların içerisindeki ölüleri sizlere anlatmak istedim. İçi-dışı, çevresi-tepesi-köşesi, büyülümü büyülü gölgeler gösterisi oynaşırlar, kandili güneşten bir kutuda biz devingen hayaletlerin sağında solunda. Kandili güneşten kutunun içinde dilin bir silah olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Vuracak kimseyi bulamazsa sahibini vururmuş. Biz kimiz ki dilimiz sürçmeyecek...

1972. 'Günümüzde dilimiz sürçü lisan etmeyecek!' bırakın bir yana, sürçü lisan'ı torba torba gübre de bıraksanız bu yayınların içerisine kaynayıp gitmekte değil mi?

Canlı yayınlarda kamera karşısına kurulup, akaryazılardan yani promterlardan okuma lüksümüz olmadığı dönemlerde 70'li yılların ikinci yarısında bir uygulama başladı. Otokö deniliyordu. Birisi karşımıza oturuyor ekranın üzerinde teksir kağıdından çoğaltılmış cümleleri ayağını kullanarak bir pedalla çeviriyor ve biz onun hızına mahkum oluyorduk. Haberin temposunu onun hızı ayarlıyordu. Bir an için oradan gözünüzü ayırıp önünüzdeki metne dönseniz nerede olduğunuzu bulabilmeniz gerekiyor kağıtta. Kağıttan otokö denilen akaryazıya döndüğünüzde karda, kaybettiğiniz yüzünüzü bulmak daha kolay oluyordu. Devam etseniz geveleyeceksiniz 2 saat makarayı çeviren arkadaşın kolu tutulmasın, dikkati dağılmasın diye. Dua ede ede program sunmanın azabını bilmem anlatabiliyormuyum.

Aslında o uygulama kısa sürdü. Daha sonra Tuna Huş 1972 yılında; Allah selamet versin, DSİ 'den nakille gelmiş bir yayıncı olarak spikerlik ve muhabirlik görevini üstlendi. İlk spor stüdyosu sunucusu oldu. Musa Çözen ile birlikte Kayseri Bölge Televizyonları'na paket programlar yapıyorlardı. 1974 yılında gece haberciliğinin doğum günü olan 1 Şubat tarihinde Güne Bakış başladı. Beş gece Can Akbel sonradan ünlendiği adıyla Kele Bakış'ı sunacak, hafta sonları ise Tuna Huş devam edecekti.

Spora meraklıydı Tuna Huş. üstelik eski bir basketbolcuydu. Donanımı bir hayli fazlaydı yani. Bir gün genel müdürlüğe davet edildi ve angarya Tuna'nın sırtına verildi.

'Sayın Huş, basketboldan anladığınız için bu hafta sonu Ankara'da yapılacak Çalenç Kupası basketbol maçlarını anlatımında görevlendirildiniz' İyi güzel tamam ama ardından gelen şifayı konuşma çok tuhaf. 'Tuna'cım bu basketbol çok fazla yabancı deyimle anlatılıyor sen bunun ortasını bulup halkı pek rahatsız etmeyecek şekilde anlatırsan çok mutlu oluruz.'

Aslında o zamanki radyo televizyonların içerisindeki bu metinlerin bu konuşmaların Türkçe mealleri şöyleydi: 'Bana bak Tuna, basketbol anlatırken ya Türkçe konuş ya da kendine haritadan bir yer seç. İki gece kafa patlattık. Uyuyamadık, herkesin önerisini dinledik. Tuna'nın beynini yıkadık ve oda steps yerine hatalı yürüme, hook shot yerine çengel atış, jump shot yerine sıçrayarak atış... Bunlar, 1974 yılında challent kupası maçları için Türk terminolojisine basketbol jargonunun içine girdi. Bunda birazcık da olsa benim de payım var. O zamanlar spor haberlerini de haber spikerleri okuyordu ve Tuna Huş aslında haber spikerliğini okuduğu bir gece de spor okumanın miladını oluşturdu. Çünkü o gece onun için son oldu. Bir dahakini yapamadı. Çünkü neden biliyor musunuz? O gün açık deniz yat yarışları sonuçlarını okuyacakken çok meraklı olduğu bir konu olduğu için haberi şöyle okumuştu; Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nda: 'Sayın seyirciler, bugün yapılan açık deniz at yarışlarında' diye devam etti ve sonra yüzme sonuçlarını vereceği bölüm geldiğinde de 'yüz metre sırt üstü erkekler, 200 metre kurbağalama bayanlar, 100 metre kurbağalama bayanlar, 200 metre serbest erkekler' okuduktan sonra '400 metre karışık erkeklerde' diye okuyunca da spor haberlerini artık bir spor spikerinin okumasına, 1972 yılının Şubat'ında karar verildi. Çünkü o erkekler karışıkta demesi gereken haberi redakte etmiş karışık erkekler demişti.

Tıpkı meslek hayatını Trabzon'a sürülerek noktalayan hava durumunu veren Ersin İmer kardeşimizin; rahmetle anmamız gereken bu muhteşem türkçeli yayıncının, don beklenen bir gecede hava durumunu 'hepinize donsuz geceler diyerek' bitirmesi gibi...


kendi sesinden

--------------


said:
Evet şimdi sizi 1976 'ya Kanada'ya götüreceğim. O gün öğrendiklerimden, gördüklerimden ve yaşadıklarımdan biriktirdiklerim sayesinde, çeyrek asırı geçti ki bu işten ekmek yedim. Bir daha da asla kaçmadım hiçbir yayından Halit Kıvanç'ın yanından kaçtığım gibi... Öyle ya, Halit Kıvanç sahada çalışan ameleleri kırk dakika anlatabildiyse demek ki anlatılabiliyormuş.

O mekanik maddeciliği deviren gerçek bir Solipsist olarak hep efsane kalacaktır. Solipsist ne demektir, nereden çıkardı bu kelimeyi? demeyin! Mekanik maddecilik ancak gözlemcinin içine girmediği niteliklerin gerçek olduğu dönemde başlamıştır.

Ünlü İzafiyet Teorisi ilk kez bizzat Albert Einstain tarafından açıklandığında biri yüzünü karartıp sordu:

"Sizin kuramınız doğru ama size göre doğru çünkü görecelik diyorsunuz"
Einstain cevapladı:
"Kuram doğrudur"
Yine bir soru geldi:
"Peki bir gün Tanrı vergisi bir olay gelişir ve yanlış çıkarsa"
Einstain çok net bir cevap verdi:
"O zaman tanrı adına üzülürüm çünkü kuram doğru..."

Mekanik maddeciliği kendi zıttına çevirip Solipsizm denilen her şeyin sadece duygu olduğu düşüncesini benimseyenler için en ideal isimdir Halit Kıvanç usta..

Bu Kıvanç ki, 1976 yılında yapılan Montreal olimpiyatlarının açılışına Kanadalı şoförün kartıyla girip muhteşem açılış törenini küçük bir sahtekarlık sonucu anlatabildi.

Akreditasyon işlemlerinde bir hata ve kafileye son anda eklenen bazı isimler nedeniyle müthiş bir kaos yaşanıyordu orada. O dili bildiğim için bende bütün kafilenin bu işlerini halletmekle görevlendirilmiştim, Çetin Çeki tarafından. Aktarmalı yolculular ve zahmetli bir takım bağlantılardan sonra, önce Amerika kıtasına ve ardından Kanada'ya ulaşabildik.

Montreal'deki otelimize vardığımız zaman perişan bir vaziyette lokalize edildik. Televizyon merkezinde akreditasyon işlemlerini yaptırdığımızda gördükki, bize dört kişilik yer ayırmışlar olimpiyat açılışı için. İkisi anlatım pozisyonunda ikisi de izleme koltuğunda. Halit Kıvanç'a bilet yok. Şoförümüzde var ama şoförümüz bir Yunanlı, olacak iş değil. Baktık ki Halit Abi'yi kaybetmek üzereyiz, hemen bol ağlamalı hayli oryantal girişimlere başladık...

Son gördüğüm karede organizasyon komitesi başkan yardımcısına şöyle diyordu Çetin Çeki, "Bu MR, Türkiye'deki en önemli MR'dir, en büyük anlatıcı ve yorumcudur. Ona verilmesi gereken bilet şoföre verilmiş. Biliyorum kontenjan dolu ve sadece dört kişilik hakkımız varç. O zaman bu adamın hakkını bu MR'ye kullanmak istiyoruz. Halit Abi de sık sık araya girip 'ben yedi dünya kupası beş de olimpiyat izledim. Kırk senelik gazeteciyim' gibilerden bilgiler sunuyor meselenin önemini anlatabilmek için. Organizasyon Komitesi Başkan Yardımcısı ise suratında tek bir resimle bakıyor bizimkilere ... O resmin el yazısı şu, "Eeeee banane!" Sonunda Halit Abi şoförün kartını yakasına takıyor biletini elinden alıyor ve onun kimliğiyle stada giriyor. Yanyana izledik.

Halit Kıvanç, 1976 olimpiyat oyunları açılışını Halit Kıvanç olarak anlatamadı. Kayıtlara geçen adıyla o açılışı, "MR Gerrard Philiphossis" anlattı.

Gerrard Philiphossis tek kelime Türkçe bilmiyordu. Kapıdaki Fransızca konuşan Kanadalı görevlileri Kanada vatandaşı olduğuna ikna eden Halit Abi de, Fransızca bilmiyordu ama girdi ve anlattı. Şoförun koltuğuna ben oturdum şoförümüz ise dışarıda arabada uyudu..



Aynı dönemde 1980'li yıllarda, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu çağı geriye doğru atlıyordu. Doğan Kasaroğlu'nun katı kuralları bile çok yumuşak kalmıştı.

Sabahları kapıya dikilen adamlar girenin kaçta girdiğini kaydediyor ve yönetime bildiriyordu. İşe iki dakika geç gelenin canına okunuyordu.

Bir Mayıs sabahı spor servisine sarı bir zarf getirdiler: 14 Mayıs sabahı işe beş dakika geç kaldığınız tespit edilmiştir, savunmanız.... Evet 14 Mayıs sabahı işe geç kalmıştım ama beş dakika değil en fazla iki saat. Göteborg - Hamburg UEFA finali ilk ayağını anlatmak için İsveç'teydim ve o gece maç anlatacağımdan otelin kahvaltısına bile inmemiş, saat onbirde uyandırma yazdırarak kalkmıştım. Cevaben, pasaportumun giriş ve çıkış damgalarından birer fotokopiyle durumun keyfiyetini bildiren bir küçük yazı koymuştum, cevabım yeteri kadar tatmin ediciydi. Tekrar bir sarı zarf aldım savunmanızı daktiloyla yazmanız gerektiği elle yazmanızdan dolayı diye devam ediyordu...

İşin çığrından çıktığı dönemlerdeyiz. Nitekim o zamanlar haber merkezinde kameraman olarak çalışan daha sonraları ATV'nin Kale Arkası programında ve Maraton programlarında yönetmenliğe geçen günümüzün meşhur "oynat uğur'cuğum" sözcüğünün kahramanı Uğur Yıldırım da, benzer bir olaydan dolayı kopmuştu yuvadan. Bir sarı zarf almıştı Uğur dün sabah, yapılan kontrolde işe dokuzu bir geçe geldiğiniz tespit edilmiş olup, konu ile ilgili savunmanız acilen şeklinde devam eden bir sarı zarfdı bu...

O dönem binada göğüs hizasındaki yere kadar beyaza boyanmış ve duvarlara yangın kovalarıyla çapraz yangını engelleyeceği aletlerin yapıştırıldığı ve çakıldığı dönemdi yani İhtilal sonrasıydı...

Gözü kararan Uğur şöyle bir savunma yazdı: "İşe dokuzu bir geçe gelen birisi, dokuzda gelmek için yola çıkmış ve herhangi bir harici nedenle dokuzda gelememiştir. Tabi o da bugün özel televizyon da, yoksa kafası kopartılabilirdi." İşte bu birikimler sonucu TRT kurumundan kopmaya hazırdık. O sıralar Halit Kıvanç ta meslekten koparılıyordu. Hazırlanan bir törenle artık maç anlatmasına karar verilen Halit Kıvanç bir veda maçı anlatıp Ankara 19 Mayıs Stadı'nın ortasında mesleğe veda etti.

Küçük bir seramoni yapıldı ve İlker Yasin'e devretti kabuğunu. Ben kurumdan ayrılmış olduğum için orada olamadım. Hala daha kıskançlıktan çatır çatır çatlarım. Mekanik yaşam tarzı duyguları yenemezdi Einstain haklıydı ama Halit Kıvanç'ta çok büyüktü be...


kendi sesinden
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
‘Tuh olsun’ değil ‘bu olsun Tuncay’

Yıl 1979. A Milli Futbol Takımımız berbat bir dönem geçiriyor. İç saha maçlarında bile galibiyet anlatamayan biz spikerler sıkıntıdan ölüyor, bir pozisyon kırıntısı için bile Viyana’yı düşürmüş gibi tavırlara giriyoruz.

Ankara 19 Mayıs Stadı’ndayız. Türkiye, milli maç oynuyor. Golcümüz, dönemin Trabzonspor’unun asi ve hareketli futbolcusu Tuncay. Sonra bir dönem Galatasaray forması da giyen Tuncay…

O gün için tek umudumuz olan Tuncay. Ben maçı tek başıma yorumcu olmadan televizyona anlatıyorum. Bir milli maç anlatıyorum. Naklen maç yayınlandığında sokaklarda insana rastlanmayan, herkesin bir ekran görüp başına çöktüğü, köprünün üzerinde bir tek arabanın bile bulunmadığı bir dönemden söz ediyorum.

Oysa çok yakın bir tarihte Fenerbahçe’nin İstanbul’da Inter’i yendiği maç reyting hesaplarında; çok iyi bildiğiniz Beyaz Melek adlı dizinin gerisinde kalmıştı. O bile ikinci olabilmişti.

79 dakika golsüz giden oyunda, Tuncay birdenbire parladı. Top önüne bırakıldı, ortadan koptu hafif dağınık ama bir başına geldi. İki yandan iki defans oyuncusu üzerine saldırırken, ceza alanı yayına geldi. Kaleci de kalesinden çıkmış ve üzerine bir güzel yayılmak üzere. Ya atacak Tuncay ya da bir kez daha kahrolacağız. Benim anlatımımdaki cümleler ise şöyle: Tuncay, Tuncay gidiyor. Haydi Tuncay gol pozisyonu bu, bu olsun Tuncay! Haydi Tuncay, bu olsun!

Maç bitti. TRT Genel Müdürlük binasına döndüğümde elle tutulur bir matem havası sezdim. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Bana zavallı insan gözüyle bakan arkadaşlarım nereye sürgün gideceğimin hesabını yapıyorlar. Ben ölmüştün onlar için. ‘En iyisi 6 ay Diyarbakır Bölge Radyosu olur’ diyenler çoğunluktaydı.

Efendim! Maç bitince birisi TRT yönetimine ihbarda bulunmuş. Ben milli formayı giymiş oyuncuya, göğsünde ay-yıldız taşıyan oyuncuya ‘tuh olsun! nasıl dermişim. Telefon açan önemli bir devlet büyüğü olduğu için ben yanmıştım. ‘Demedim’ dedim, ‘demişsin’ dediler. Devlet büyüğünden iyi bilecek halim yoktu ki. Tam 1 ay ekrandan ve mikrofondan uzaklaştırıldım. Yönetim kuruluna çağırıldım, ifadem alındı. İki kez savunma yazdım ama kimseyi inandıramadım. Sonunda en ideal İngilizcenin konuşulduğu BBC televizyonuna telefon açıp santraldeki İngiliz kıza ‘Do you speak English’ diyen ve ‘a little’ cevabını ‘okay’ olarak algılayan ama gelmiş geçmiş en büyük ses cambazı İbrahim Coşkun, maç bandını süper aletlerden geçirip ‘tuh olsun’ değil ‘bu olsun’ dediğimi kanıtladı da tahinim çıkmadan kurtuldum. Bu dönem şartların esnediği, kuralların hoşgörü ile işlediği bir dönemdi. Tabi bu cümlenin sonundaki ünlem işaretini sanıyorum hissediyorsunuz…

Bakın bir başka rekor… 1991 yılında oynanan Sovyetler Birliği-Endonezya maçı hala kırılamayan bir rekorun adresidir. Sovyetler, Endonezya kalesine tam 27 korner attı. Sayısız şutlardan kaleyi bulan şut sayısı 68’di. Maç sonu istatistiğinde Endonezya’nın bir tek korner ve rakip kaleyi bulan tek şut atamadığı görüldü. Ama rekor nerede? Maçın 0-0 bitmesinde…

Böyle garip bir oyun futbol…


Röveşatanın mücidine sirkten teklif

Sizleri yurt dışında çok geçmişlerde ve çok uzak bir yere götüreceğim. Bunun benim anlattığım maçlarla hiçbir ilgisi yok.

Şili’nin Colo Colo takımında oynayan David Arellano bir rekorun sahibidir aslında. Ama çok ilginç bir rekor...

Şili’de bir maçta yaptığı top arkasına düştüğü zaman terse dönüp ayağının üstüyle ve iki ayağını yerden keserek topa vurması, o zaman televizyonun olmaması nedeniyle dillerden dillere düşmüş bir şehir efsanesi olarak halk arasında dolaşmıştır. Halkın bu hareket bir de isim bulmuş. Şilili futbolcunun hareketine röveşata adını vermişler.

Öyle ki, maçlar sırasında seyircinin özel isteğiyle röveşata yapılıyor, maçla hiçbir ilgilisi olmayan bir pozisyonda oyuncunun bu gösterisinden sonra, Avrupa’ya kadar uzanan şehir efsanesi sonunda Colo Colo takımının Avrupa turnesi tertiplemesine neden oluyor.

Arellano, Avrupa turnesinde seyircinin istemesiyle maç içinde sık sık tekrarlıyor. Bir taç atışında röveşata yapabiliyor. Bu mucit yıldız çok pahalı bir ücret karşılığında o turnenin ardından Avrupa’da kalıyor. Çok önemli bir transfer teklifi alıyor ancak teklif bir futbol kulübünden değil seyyar bir İtalyan sirkinden geliyor.

Futbol böylesine garip bir oyun. Bunu anlatmak da garip bir olay. Bazen futbol topu başınıza iş açar bazen futbol topunu kullanarak biz maç anlatanlar dinleyenlerin başına iş açarız.


kendi sesinden

--------------

said:
Öztürk Pekin Türkiye'de enterasan bir maç anlatıyor. Bir takımın okunuşu Diyojgor, yazılışını anlatmama imkan yok; bir sürü sessiz harf var. Bütün harflerin üstten çizgili alttan çengelli olarak yer aldığı karmaşık bir liste içinden çıkılması mümkün olmayan bir durum.

İlk maçı İstanbul'da anlatan Öztürk Pekin rövanşa gitti. Bende merkezde kulaklığı taktım Öztürk kıvranıyor, 'Ya Ümit bana saha kenarından maç anlattırıyor bunlar.' 'İdare et artık Öztürk diyorum.' Maça 15 dakika kala çabalayan Öztürk Pekin'in son feryadı: Hala kadroları vermediler ne yapacağım ben şimdi? 'Kıvır koçum ilk maçın bilgilerine yüklen yapacak başka bir şeyin yok.'

Öztürk maçı anlatmaya başladı. İlk maçın kadrolarından başka hiçbir bilgiye ulaşamadan ve tek silahı kolundaki saatine güvenerek maça girdi. İlk otuz dakika iyide idare etti. Anlatıyor ama pek birşey söyleyemiyor. Heyecanı veriyor ama ıkındığınıda hiç belli etmiyor. 32. dakikada golü yedik. Tekrarında ekranın köşesine bir yazı bindi. Diyojgor:1 - Beşiktaş:0. Güzel sonra bir yazı daha binivermez mi: Felidö: 1 evet felidö: 1... Öztürk de golün adresini veriverdi bir güzel tabi Beşiktaş'ımız maalesef Felidö'nün golüyle 1-0 yenik duruma düştü.

İlk maçın kadrosu bende mevcut orada Felidö isminde biri yok. Öztürk de bunun farkında. Şimdi golü atan Felidö, İstanbul'daki ilk maçta forma giyememişti ve bugün rövanşta yer aldı golünü de attı diye kıvırdı.

44'te rakip bir gol daha atmaz mı! İlk golü atan 1.65 boylarında esmer ve ufak tefek bir orta saha oyuncusu ikinciyi atan ise 1.90'lık sapsarı bir santrafor ve ekranın köşesinde yine aynı yazı diyojgor:2 - beşiktaş:0. Veeee Felidö: 1. Herkesin yapacağını yaptı Öztürk ve kendisinin yanlış gördüğünü Macar televizyonun daha doğru bileceğini kabul ederek ekrana uydu. Rakip Felidö'nün golüyle farkı ikiye çıkardı. Bir açık kapıda bırakmadı değil bize, '9 numaralı golcü vurdu gibi geldi ama golü ilk maçta oynamayan Felidö'ye yazıyoruz. ekranlarınızda da izlediğiniz gibi' diyerek, oryantalinde ötesine geçti.

Devre oldu, hemen ilk yarı kayıt bandını sardık, hayır doğru iki ayrı adam atıyor. Şaşkınlıkla yarıya girdik. İkinci yarı daha büyük bir felaket.

Şimdi ikinci yarı başlıyor. Rakip acele bir gol daha yazıveriyor. Bu sefer ekrana binen bilgi biraz farklı: diyojgor:3 - Beşiktaş:0. Felidö 2. Şimdi yandık işte. 3 golü atan futbolcuların üçü de birbirinden farklı üstelik çok farklı biri Çinli sanki diğeri Zambiyalı, üçüncüsü ise Eskimolu. Golü atan ayan beyan bir üçüncü topçu ve karşımızda 'felidö: 2' yazıyor. Tamam o dönemlerde Göztepe üç-dört Mehmet'le oynardı, birini ayırmak için Fuji Mehmet yapmıştık, 'Fuji, marka motorsiklete binip idmana gelir diye...' Ama bu takım üç Felidö'sünü birden ilk maçta oynatmamış olamaz ki.

Üçüncü golü atanda kardeş olamayacak boyutta farklı biri. Öztürk de dedi ki, 'Bugün sahada biraz hızlı yürüyecek olsanız mutlaka bir Felidö'ye çarparsınız. Beşiktaş hangi Felidö'yü tutacağını şaşırmış vaziyette.

Sonra bir gol daha üstelik kaleciyi çalımlayarak bomboş kaleye atılan bir gol ve üçüncüyü atanla çok farklı bir adam bu sefer iyice eminiz çünkü golü atan sağ bekleri ve artık sırt numaralarıda açıkça seçiliyor. O da olmaz mı Felidö 2.

Son gol penaltıdan. Başka biri atıyor penaltıyı, çünkü oyuna yeni girmiş bir adam. Biraz evvel girdi ve penaltıyı atıyor yine felidö: 2. Heralde diyorum içimden, heralde kupada gol krallığına oynuyorlar, ama biz yutar mıyız ha! Birde Felidö'ye yazıyorlar golleri.

İş çığrından çıktı son beş dakikaya girerken 5-0 mağlup durumda, oyun devam ederken biz kan terlerken, servisin telefonlarından birinden Macar Sefareti yetkilisi bana ulaştı.

O sıralarda Öztürk şunu diyordu: Sevgili seyirciler tura veda etmek üzereyiz. Felidö kardeşler canımıza okudu bugün. felidö 1'den ilk yarıda gelen iki gole, ikinci yarıda büyük kardeş felidö 2 üç gol daha ekledi ve turu yarıda bıraktık.

Öztürk bunları söylerken telefondaki yetkili acı gerçeği yüzüme söylemekteydi: Beyefendi! Arkadaşınız uyarın. Felidö demek Macarca 'devre' demektir, Yani iki gol birinci devre, üç gol de ikinci devre...


ŞİLİ'DEN İKİ ZENCİYE İTİRAZ
Spor tarihinde bir maçın sonucuna ilk resmi itiraz ne zaman gerçekleşti? Hafızanızı hiç zorlamayın bulmanız mümkün değil.

1916'da gerçekleşti. Evet 1916 yılında Uruguay, Şili ile karşılaşıyordu. Uruguay 4-0 yendi Şili'yi ve maçın bitiminde Şilili yetkililer, o karşılaşmanın sonucunun geçerli sayılmaması için resmi bir itirazda bulundular. Gerekçe biraz komikti... Neydi biliyor musunuz?

O gün iki gol atan Isabelino Gratin ve iki gol pası veren Juan Delgado, Uruguay takımında Şili'ye karşı resmi bir maçta oynayan ilk zenci futbolculardı. Dilekçe de şu ifadeye rastlandı: Tamam 4-0 yendiler. Gollerde birşey yok ama iki siyah oyuncu oynattılar. Bu nasıl olur?

İşin daha ilginç yanı ne biliyor musunuz? İtirazın reddi dört ay süren görüşmelerden sonra alınabildi...


kendi sesinden
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...