Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Markus: Yeniden Doğuş (Orhan İldeniz Bekaslan)*


BabacumMostors

Öne çıkan mesajlar

Yazmakta olduğum "roman" diye tanımlayabileceğimiz bir edebi deneme oldu bu, şimdilik A5 boyutunda (ve georgia yazı tipi, 12 fontunda) 80 sayfa oldu ama geriye dönük olarak düzeltmeler yapmama gerekiyordu, dületmeler sırasında paylaşmayı düşündüm ama siyahkahve.com da kapalı olduğundan buradan paylaşayım dedim. Umarım okurken keyif alırsınız. Gerekli düzeltmeleri yaptıkça diğer bölümleri de yayınlayacağım, toplamda 12 bölüm olmuş.

İyi okumalar.

Orhan İldeniz Bekaslan

1

____"Markus mu? Ne biçim bir isim bu? Hangi ebeveyn karanlık yıllardan kalma bu fosilleşmiş isimlerinden birini çocuğuna vermek ister ki?"
____Dev, hantal devlet dairesi masasının arkasındaki minyon memure gün içinde olanların acısını çıkarmak istercesine karşısında sessiz ve sakince oturan iri adama karşı acımasızca bu lafları sarfederken Markus sadece fısıldayarak "Benimkiler." diyebildi. Dağ gibi yağız adam iş ve işçi bulma kurumu memuresinin karşısında iki büklüm oturuyor, parmak uçlarındaki sıra numarası yazan kağıtla oynuyordu.
____Bir zamanlar düşmana karşı göğüs göğüse mücadelelerde kullandığı geniş omuzları çökmüş, antremansız kasları sönmüş, üstelik düzensiz beslenme ve içime elverişsiz şehir şebekesinin suları yüzünden sofra içeceği olarak tüketilen bol miktarda bira zamanında duvar gibi olan karın kaslarının üstüne yağ bağlayarak o bünyede göbek bile oluşturmuştu.
____"Sana ne çeşit bir iş bulmamı bekliyorsun Markus. Kas gücüne dayalı bir iş vermek isterdim fakat o tarz işleri vermek bizim görevimiz değil. Uzun süre önce her türlü amel işlerinin dağıtımının yetkilendirilmesinden mahrum bırakıldık."
____Gerçekten de öyleydi, kas gücüne dayalı işçi çalıştırmak isteyen patronlar amele pazarlarına gidiyor ve burada beklemekte olan insanlar işverenlerin vereceği her yevmiyeyi kabul ediyordu. Özellikle en sona kalanlar en ucuzları oluyordu. Bu durum patronların işine geliyordu ve bürokrasi katından tanıdıkları sayesinde kas gücü temin etme ve mesleklendirme imkanı iş ve işçi bulma kurumunun elinden alarak hem yerel yönetimin kontrollerinden hem de daha pahalıya işçi temin etmekten kurtulmuşlardı.
____Memure devam etti;
____"Adın gibi geçmişin de korkunç! Özgeçmişinde almış olduğun akademik askeri eğitiminin yanında hep ya katıldığın tatbikatlar ya da savaştığın cepheler yazıyor. Hele ki son savaşmış olduğun yerler herkesçe aynı şekilde bilinen, aklı selim kişilerin kendi istekleriyle gitmedikleri hatta ordunun ülkedeki bütün katil ve psikopatları gönderdiği savaşın en ölümcül cephesi. Din adamları, doktorlar bile oraya gitmedi ama sen bu cepheye burada yazdığına göre kendi isteğinle gitmişsin, giderken bir de feragatname imzalamışsın. Şimdi benden böyle bir dosyaya sahip birine iş bulmamı hatta oraya yerleştirmemi bekliyorsun. Peki ben bu dosya sahibine nasıl bir iş bulabilirim söylesene?"
____Markus elindeki kağıtla oynamayı bıraktı ve gözleri memurenin gözleriyle buluşana kadar dazlak kafasını yavaşça kaldırdı. Kadın, önünde adeta bir dağın hareket ettiğini görüyordu, gözlerinin içinde bir çocuğun masumiyetini ve umutsuz bir mahkumun mazlumluğunu taşıyan bir dağın. Kadın biliyordu ki masumiyet ve mazlumluk bir insanın bakışlarıyla ölçülemeyecek değerlerdi, bunu olabilecek en ağır şekilde öğrenmiş ve bedeli bu karanlık binadaki hantal masa olmuştu. Kadın büyük bir iç burukluğuyla karışık şüpheyle;
____"En iyisi size uygun olabilecek işleri ben biraz araştırayım bulduğumda da burada yazmış olduğunuz adrese haber yollayayım olur mu? Hem sevgili Markus, lütfen cesaretinizin kırılmasına izin vermeyiniz. Elbet sizin eğitiminize ve cüssenize göre uygun bir iş elimizde vardır.”
____Kadının sesi konuşmaya başladığından çok daha yumuşaktı ama bu yumuşama Markus'un mazlum ifadesinde en ufak bir değişikliğe bile sebep olmamıştı. Sadece başıyla kadını onayladı ve o sırada bacağının üstünde duran kasketini saçsız kafasına taktı. Öteki elinde oynamakta olduğu kağıt parçası buruşturulmak suretiyle çoktan görünürden kaybolmuştu. Markus yavaşça yerinden kalkarken oturduğu sandalyeden gelen çatırtı sesleri taşımakta olduğu ağırlıktan ötürü oluşan gerilimin boşalmasıyla ahşap iskeletin rahatladığının göstergesiydi ama sandalyenin tersine aynı rahatlama Markus için hiç de geçerli değildi. Binaya girerken omuzlarında olan geçinme derdinin ağırlığı henüz üstünden kalkmamıştı, belki de kırılan umuduyla biraz daha artmıştı.
____Kafasıyla kadına selam verdi;
____"Teşekkürler hanımefendi, haberlerinizi bekle-yeceğim." diyerek masanın bulunduğu bölümden kapıya doğru yöneldi ve usulca uzaklaşmaya başladı. Devlet dairesi masalarının arasında kalmış darca geçiş yolundan biraz zorlanarak ama kimseyi rahtasız etmeden ilerledi ve kafası hizasındaki kapıdan geçerek binadan ana caddeye çıktı.
____Ana yola çıktığında kendisiyle neredeyse aynı durumda olan savaş kahramanlarını gördü. Hepsi çeşitli cephelerde düşmana göğüs germiş ve hepsi birer madalyayla onurlandırılmıştı fakat gel gör ki madalya törenlerinden bugüne, halktan gördükleri ilgi o kadar sıradandı ki sanki bu işsiz askerler toplum içerisinde sadece yer işgalediyorlardı. Savaştan önce iş güç sahibi olanlarda artık işlerini göremeyecek haldeydiler. Bu şekilde olan kişiler o kadar çok fazlaydı ki hükümet onlara göstermelik bir aylık bağlamıştı ama bu aylıklar kimseye yetmiyordu. Neredeyse her sokağın başında, ceketine iliştirdiği madalyasıyla dilenen, çoğu çeşitli uzuvlarını yitirmiş, gaziler vardı. Kimilerinin yüzü tanıdık geliyordu, Markus'dan önceki dönemlerden geri gelen pek olmadığına göre muhtemelen Markus ile birlikte dağıtımı yapılmış olanlardı bunlar ve savaşın bitimiyle bu bölgeye yerleşmişlerdi.
____Soylular ile tüccarlar gibi belirli bir saygınlık ve zenginliğe sahip olanlar için askerlik oldukça kolaydı. Bu kişiler veya çocukları, ya belirli yardımlar koşuluyla savaşa katılmamış, katılmış olanlar da aktif olmayan bölgelere veya savaşın sonlarında sırf açılmış olması için açılan cephelere gönderilmişlerdi. Göstermelik çatışmalara katılan bu kişilere de silahlı mücadeleye girdikleri için madalya verilmişti.
____Markus için durum çok daha farklıydı. O, savaş içinde açılmış olan en tehlikeli ve en karanlık cepheye, üstelik kendi iradesiyle gitmişti. Öyle bir cepheydi ki ordu bile o bölgeyi gözden çıkardığını daha sonraki dönemlerde gönderdiği takviyelerle belli etmişti. Toplumun pisliği konumunda olan ne kadar işe yaramaz ve ölmesi ülke huzuruna daha faydalı olacak adam varsa o cepheye gönderilmişti. Öncelikle hapishane mahkumları sonrasında savaşabilecek kadar elini ayağını kullanabilen akıl hastaları ve en son da niteliksiz, eğitimsiz amelelik bile yapamayacak olan insanlar. Cephedeki rütbeli subaylar onlara sadece çatışmaya girmelerini ve savaşmalarını emrediyorlardı. Ne bir taktiksel hazırlık ne de bir uyarıyla gönderildiler. Sadece Markus'un yönetimi altındaki birlik gerçek bir müdafaa yapıyordu ve bölgenin düşmemesinin tek nedeni de buydu. Markus zaman zaman “O kadar direnmeseydim, bölgeyi öylece düşmana bıraksaydım oraya daha az asker sevkiyatı olurdu ve daha az kişi hayatını kaybedebilirdi.” diye düşünüyordu, çoğu ölümden bazen kendini sorumlu tutuyordu.

____Bütün bu olanların sonunda şehirde âdeta savaş kahramanı enflasyonu vardı ve insanlar belki de bu yüzden gazilik onurunu bu kadar olağan görüyor ve savaş kahramanlarının durumuna ilgisiz yaklaşıyorlardı. Ne de olsa onlardan çok vardı ve hemen yanıbaşlarında hatta sokaklarında dilenir vaziyette bulunuyorlardı. Açıkcası çocuklara pek iyi örnek teşkil edebilecek durumda değillerdi. Sağlam olan madalyalılardan ise neredeyse her banliyö hanesinde vardı fakat yukarılara, o ışıl ışıl refah ve bolluk içinde altın kente doğru çıktıkça hane başına hatta mahalle başına madalyalı sayısı giderek azalıyordu. Zenginliğin ve refahın arttığı mahallelerde madalyalılara karşı olan tutum bu yüzden bambaşkaydı; zengin mahallelerindeki madalyalılar parmakla gösteriliyor ve kendilerine inanılmaz büyük saygı duyuluyordu. Madalyalı bir kahramanı yanında çalıştırıyor olmak, ona yardım ettiğini göstermek bile çok rağbet gören bir tutumdu. Hatta bazı işverenler bu kişilerden madalyalarını görünebilecek yerlerinde taşımalarını istiyor ama aslında bunu şart koşuyorlardı. Altın varaklı ve gösterişli mobilyalar arasında madalyaların parıltısı bugünlerde daha çok göze çarpıyordu. En azıdan uzuvları eksiksiz ve yerinde olan bu savaş kahramanlarından bazıları ekmek parası kazanabiliyordu.

____Markus, mahallesindeki bu kadar çok olağan kahraman arasında en şanslısıydı. Rahmetlik annesi sayesinde en azından başını sokacak bir evi ve bir de cana yakın, tüylü bir ev arkadaşı vardı. Duyduğuna göre babasının ölümünden sonra annesi yalnız yaşamını ve sessiz evini bu sokak köpeğine açmıştı fakat annesinin köpeğe koyduğu ismi hiçbir zaman öğrenememişti.
____Savaştayken annesiyle haftada ya da iki haftada bir mektuplaşırlardı. Kocası ölmüş, oğlu cephede olan annesi zaten yalnızlık çekiyordu, zavallı kadın birbirlerine gönderdikleri mektuplarla hayata tutunuyorlardı. Fakat bir gün mektupların arkası kesilmişti, Markus yazmaya devam etmişti ama hiç cevap gelmiyordu. İlk başlarda savaşın kızıştığı dönemler olduğundan posta iletimindeki bir aksamadan ötürü olduğunu düşünüyordu ama eve döndüğünde nedenini acı bir şekilde öğrenmişti. Kendisi kuzey batıda savaşırken doğudaki cephede toprağa düşmüş bir başka Markus'un ölüm haberi annelerinin isim benzerliğinden ötürü yanlışlıkla annesine iletilmiş ve ihtiyar kadın bu haberin acısına dayanamayıp oracıkta öteki dünyaya göçetmişti. Yaşlı kadının ölümüyle birlikte Markus'a bahçeli iki katlı bu ufak ev ve annesinin son dönemlerinde ona arkadaşlık ettiği yadigar köpek kalmıştı. Ön ve arka cephesi iki farklı sokağa açılan bu sıra evin içi yılların birikimi tepeleme eşyayla doluydu, neler yoktu ki! Taş kesme aynalar, ince el işi ahşap mobilyalar, kuzey işi oyuncaklar, biblolar, figürler. Markus aylar boyu iş bulamayınca zaman zaman geçinmelik olarak eşyaları satmış bulabildikçe de kas gücüne dayalı günlük ya da mevsimlik işlerde çalışarak eşyaların satılmasını veya rehine bırakılmasını elinden geldiğince geciktirmişti fakat bu işler ona yeteri kadar gelir kazandırmadığı gibi savaş ülke genelinde yeri doldurulamaz tahribatlara sebep olmuştu ve bu yüzden iş bulmak oldukça zordu. Ne toprağı işleyecek nitelikli çiftçi ne de tezgahlarda çalışabilecek mesleki bilgiye sahip elemanların çalışabileceği tezgahlar, atolyeler vardı. Ülke sakatlar ve niteliksiz işgücüyle doluydu. Kadınların üretime katkısı muhakkak çoktu fakat bu katılım da yeterli olamıyordu. Savaşın çoktan bitmesine rağmen karaborsacılık devam ediyordu, sadece önceden birikim yapmış olanlar ve aktif olarak zanaatını icraat edebilenler hayatlarını belirli standartlarda devam ettirebiliyorlardı. Güneydeki bölgelerin durumu daha iyiydi ama bölgeye savaştan sonra gelip yerleşen göçmenlere bölge halkının iyi davrandıkları pek söylenemezdi hatta bu yüzden bazı bölgesel yönetimler ülkeden ayrılmayı bile düşünüyorlardı ama hâlâ güney bölgelerine buradan göç devam etmekteydi. Ne olursa olsun Markus'un atalarının yaşadığı, doğduğu ve uğruna savaştığı bu kenti bırakıp gitmeye hiç niyeti yoktu aynı zamanda yeni bir hayata başlamak için yeterli gücü zaten kendinde bulamıyordu. Babasının mesleğini devam ettirmek istediyse de teorik bilgisini pratiğe dökmeye elverişli elleri yoktu. Yıllarca savaşın aletlerini sallamaktan nasır tutmuş elleri babasının o kibar parmaklarıyla maharetlerini gösterdiği saatçi tezgahına hiç uymuyordu. Bazen tezgahın başına geçip çok basit şeyleri yapmayı denediyse de başarılı olamadı ve tezgahın üstünü belkide hiç açmamak üzere keten bir bezle örttü.

____Yol boyunca, savaş öncesi canlılığının emaresi kalmamış bu şehrin, daha alçak kesimlerinde yer alan durgun, boğucu ve yavan çehresini oluşturan binalara baktı. Aşağı mahalleler olarak da bilinen bu gelir ortalaması düşük bölgedeki pek çok hanenin pencereleri tahtalarla kapatılarak mühürlenmiş ve âdeta derin bir uykuya dalmışlardı. Terkedilmişliği yüreklerinden azaltmak isteyen çoğunluk yerleşimci de kendilerini bir lokma ekmek verme vaadinden bulunan tarikatlara ya da yakacak yardımında bulunan parlamenterlere teslim etmişlerdi. Monarşinin başındaki hanedanlık zaten elini ayağını siyasal yönetimden çekmiş, başkentin kapalı kapıları ardında kendi küçük dünyalarına dönmüşlerdi, işte bu dönemde ortalık dogmanın askerleri sayılan parlamenterler ve onların eşrafına kalmıştı. Yani şehir aslında tüm ülkenin ufak bir modelini oluşturuyordu, yönetim merkezi dışarıda, kimsesiz ve bir o kadar aciz.
Artık şehrin tek canlı bölgesi yokuşların ötesinde tepelerde kalan zengin muhitleriydi. Limana ve geçitlere alt mahallelerden daha yakın olmamasına rağmen zamanındaki yerel belediyelerin yaptırdıkları büyük ticaret yollarıyla bezenerek âdeta sıfırdan kurulan bu bölge zaman içinde ülkedeki ticaretin yarısından fazlasını sırtlamış ve bunun yanında dışarıdan gelen yabancı konukları ağırlayan, ticarete dayalı bir turizm yapılanmasına gitmişti. İnsanlar büyük kongreleri ve fuarları bu bölgeye gelerek takip ediyorlardı. Bu yüzden gündüzleri mermer kaidelerden yansıyan güneşle parlayan yeni şehir geceleri binlerce lambanın parıltısı altında bütün ihtişamıyla dikiliyordu. Ama Markus oralara bakarken bunların hiç birini düşünmüyordu, onun aklındakiler eski şehirde bu kadar sefalet sürerken yukarıdakilern nasıl bu kadar rahat yaşadığıydı. Bu insanlar ne yer, ne içer, bu kadar şatafatlı yaşamak için gerekli parayı nereden nasıl kazanıyorlardı? Bu sorulara elle tutulur ve mantıklı cevap bulamıyordu. Zaten oraya savaş sonrası yerleşenlerden tanıdıkları vardı ki bu kişiler bildiği bileli alınteriyle, hakkını vererek para kazanmış kişiler değillerdi. Tefeciler, karaborsacılar, Monarşik Maliyeden habersiz işçi çalıştırıp sonra yevmiyeleri üstüne yatanlar ve daha birçokları. Mahallede bir zamanlar komşusu olan insanlar, işte o insanlar kazandıkları paralar ve Monarşik Maliyeden aldıkları desteklerle büyük üretim yerleri kurmuş daha sonrasında saygın birer patron olarak bu zengin mahallelerine taşınmışlardı ve o mahallelere çok önceleri yerleşmiş olan ilk sakinleri bu insanlara evlerini, kucaklarını hatta dosluklarını açmışlardı.
____Bir zamanlar bahsi geçen bu kişilerin sakini oldukları yere, içinde kendi küçük iki katlı, minik bahçeli evini de barındıran mahalleye girerken bunları düşünüyor bir yandan da gözlerini o alacakaranlığında ışıl ışıl parlayan altın şehirden alamıyordu. Ama artık gerçeğe, yaşadığı muhite ve hayata geri dönmeliydi, hayaller karın doyurmuyordu. Etrafa göz gezdirirken çöplerin yanında atılmış bir torba gözüne çarptı, torbanın sökülmüş yerlerinden kemik uçları çıkıyordu. Bugün oldukça şanlı olmalıydı belkide çünkü yakın zamanda bu mahalleden taşınması muhtemel bir başka yeni zengin ailenin kutlama yemeğinin artıkları kemikler öylece torbalanıp atılmıştı. İlk başta o kadar da şanslı olamayacağını düşündü çünkü bu kemikler daha önce bir yerden bulunup kaynatılmış ve şu anda işe yaramaz yığınlar da olabilirdi. Torbayı açıp bir de yakından inceledi, kokladı ışığın altına tutup baktı. Evet! Kemikler kaynatılmamışlardı hatta üstlerinde yer yer sıyrılmamış et parçaları vardı. Büyük bir sevinçle kucakladı kemik torbasını ve kimsenin farkedemeyeceği şekilde muhafaza etti. Şanslıydı ki bu gece yemekte kemik çorbası vardı, bunun anlamı az da olsa akşam yemeğinde etin tadının olmasıydı. Oyalanmadan doğruca evine yöneldi.
____Eve girdiğinde onu tüylü ve yoluk arkadaşı şiddetli bir kuyruk sallaması ve hızlıca koklayan bir burunla karşıladı. Belli ki kemikler kendilerini belli etmişti. Boştaki eliyle köpeğin kafasını ve kulaklarının arkasını kaşıdıktan sonra torbadan ufak bir parça çıkarıp köpeğin önüne attı. Köpek büyük bir ziyafete oturmuşcasına kemiğini mutlu mutlu kemirirken “İştahını kapama yadigar dostum, daha sonra yemekte bolca yiyeceksin nasılsa.” dedi ve mutfak tezgahına döndü. Elindeki torbayı kenara bıraktıkdan sonra dört ocaklı kuzinesine eğildi, mangalda hâlâ biraz kor vardı. Korları azıcık körükleyip üstüne çalı çırpı attı, üfledi ve onlar iyice ısınırken kuzinenin mangalına atmak için kenarda duran ahşap meyve sandıklarından parçalar kopardı. Kuzinede çalı çırpı ve tahtalar yanmaya başladığında eline tenceresini alıp emme basma tulumbanın olduğu minik bahçesine çıktı. O bahçeye çıkarken köpek de peşinden geldi. Tulumbadan su çekmek için kolu bastırdıkça köpek de kafasını eğiyor, kolu kaldırdıkça köpek de kafasını kaldırıyordu. Köpek her seferinde aynı şeyi yapıyordu ve Markus'da köpeğin bu durumuna gülmekten kendini alamıyor, gülmekten vazgeçmiyordu. Markus'un neşelendiğini gören köpek de kafasını yere eğebildiği kadar eğip, ardını kaldırıp kuyruğunu sallayarak oyun pozisyonuna geçiyordu, arada bir iki havlıyor Markus'u oyun oynamaya davet ediyordu. Su çekme işi bitiren Markus köpeğe biraz oyun yapıp kafasını okşadıktan sonra tencereyle birlikte içeri girdi. Tencereyi ısınmakta olan kuzine ocaklarından birinin üstüne koydu ve torbadan biraz kemik çıkarıp onları kenara ayırdı. Kemiklerin geri kalanını da ileriki günlerde kullanmak üzere küçük dostunun ulaşamayacağı bir yere kaldırdı. Suyun iyice kaynamasını beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı keza şehir sularına yer yer atık suları da karışabiliyordu o yüzden kuyu suyu kullanmayı tercih ediyordu ama her zaman suyu önce iyice bir kaynatmak gerekiyordu. Suyu kaynamaya bırakıp tezgahın altından sürahiye uzandı, boş olan sürahiye bakıp iç çekti ve ceketini giyip sürahiyi de yanına alarak bahçeye açılan kapıdan dışarı çıktı. Çitin açık olan kısmından evin arkasında kalan sokağa çıkarak meyhaneye doğru yöneldi.



Not: Dram içerir
Not2: Evet parapgraf başı yapmaya yetemedim lol


*başlığa adımı yazdım ki biri aram amotorlarında aratırsa fln şu yazıyı da bulsun ehueh, evet metin yazarlığı gibi posizyonlara da başvuruyorum çok cinim sanırsam
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 1 ay sonra ...

2


     Evinin hemen biraz ilerisinde bulunan meyhane, ışıklandırılmış ana sokakla daha loş olan bir ara sokağın kesiştiği köşedeydi. Yaz aylarında meyhaneci, hiçbir zaman dolmasa bile, kaldırıma dahi masa çıkarıyordu. Aç gözlü meyhaneci kışın da bu ufak masaların ve üstünde uzun süre oturulamayacak olan sandalyelerin hepsini içeriye tıkıştırarak sıkışık nizamda tutuyor bu yüzden iri vücutlu Markus'un içeriye girmesine olanak kalmıyordu. Hoş zaten Markus'un içeriye girebilmek gibi bir derdi hiç olmamıştı.

     Markus “Barbo'nun Bira Sarayı” yazılı oldukça eski ve yazıları zar zor okunan, üstüne yazılı olan tarihi silinmiş tabelanın altından geçerek meyhanenin ara sokağa bakan pencerelerine doğru yöneldi. Gözleri meyhanenin içinden birini arıyordu, o esnada görmek istediği kişi elleri ve kolları dolu vaziyette mutfaktan çıkıyordu. Onca dolu tabak ve bardağa rağmen sıkış tıkış masalar arasında rahatlıkla kıvrılarak ilerleyen kız hemen dışarıda beklemekte olan geniş omuzlu dev adamı farketti, O'na doğru dönüp baktı ve kısacık bir selam verdi. Markus o anda kızın yüzündeki yorgunluğun yerini bir gülümsemenin aldığını gördü. Selamlaşmanın akabininde kız meyhanecinin daha paralı müşterilerini konuk ettiği asma katın merdivenlerini tırmanmaya başladı.

     Markus, meyhanenin ara sokağa bakan tarafındaki pencere sırasının en sonundaki yarı açık camını iyice açarak pencerenin çerçevesine yerleşti. İçerideki müşterilerden bazıları iyice açılan pencereden soğuk gireceğini düşünerek hormurdanmaya başladılarsa da bu kocaman adamın pencerenin büyük bir kısmını doldurduğunu gördüklerinde şikayetlerle dolu homurdanmalarını kesmişlerdi. Koca adam bu duruma alımıştı artık, her seferinde olan şeylerdi bunlar ve artık bu insanlara cevap verme zahmetine bile girmiyordu, belki de giremiyordu. Çok geçmeden elinde boşlarla kıvrak ve boyluca garson kız asma katın merdivenlerinden aşşağıya iniyordu. Adı
     Narle'ydi, bakıra çalan kızıl saçları vardı, boyu o bölgedeki kadınlara oranla uzuncaydı ve atletik sayılabilecek bir vücuda sahipti, açık renkli teninde yer yer çiller bulunuyordu, açıkcası bu Markus'un hoşuna giden özelliklerinden biriydi, gözleri badem formunda ve koyu orman yeşiliydi, lafını esirgemezdi, beki de bu yüzden başı sık derde giriyordu.
Narle, bir yandan serbest kalan eliyle üstünü başını düzletip silkelerken öte yandan hanımefendilere yakışmayacak sözler sarfedip, cadı lanetleri okuyordu. Son basamağa geldiğinde kendisini gülümseyerek izleyen Markus'u gördü, kızgınlığından Markus'u tamamen unutmuş olduğunu farketti ve söylediklerini duymuş olabileceğini aklına getirdi. Hafif çilli suratı pancar kesildi, alelacele mutfağa girdi. Kızın tavırlarını ve yaptıklarını izleyen Markus, O mutfağa girer girmez kendisini görüp de daha çok utanmaması için başını öne eğip kıs kıs gülmeye devam etti, Markus için için güldükçe sıra halindeki pencereler hafifçe sallanıyordu. O gülmeye devam ederken Narle mutfaktan çıkıp onun yanına gelmişti bile ama henüz koca adam kızın geldiğini farketmemişti.

     “Bakıyorum da çok eğleniyorsun, hayırdır?”

     Aniden gülmeyi kesip kafasını kaldırdı. Karşısında eli belinde ve azarlayıcı bakışlarla kendisine bakmakta olan Narle'yi görünce boğazını temizlercesine öküsürüp özür diledi. Sonrasında duruma karşılıklı güldüler.

     “Yukarıdaki paralı görgüsüzler canımı sıktılar, lütfen kusuruma bakma” dedi.

     “Mühim değil Narle.” diye cevap verdi ve bir dinleyici ciddiyetiyle kıza bakmaya başladı.
Kendisini pür dikkat dinlemeye hazırlamış adamı görünce Narle anlatmaya başladı;
     “Aylar önce yukarı mahallelere taşındığında kurtulduğumu sanmıştım ama yanılmışım. Şimdi babasının küçük serveti sayesinde daha sık gelir gider oldu. Normal masalarda otursa sorun değil bir şekilde atlatırım geçerim üstelik uzun süre de oturamazdı ama özel bölümde hizmet veriyoruz o zaman da kurtulmak zor oluyor ve saatlerce oturuyor hep bir şeyler istiyor bir de kendisi gibi bir sürü arkadaşı geliyor gidiyor. Ben gitmek istemesem patron zorla gönderiyor, bu görgüsüz hergelenin benim için geldiğini biliyor tabii, nasıl olsa beni gördükçe onun cebini dolduruyor ya. Utanmadan bana müşteri memnuniyeti nutukları atıyor bir de çıldırmamak elde değil! Şeytan diyor ki bu sıçanları burunlarının önünü göremeyinceye kadar içir sonra patron olacak herife de giydir daracık eteği at bu aç kurtların arasına bak bakalım o zaman ne müşterisi kalır ne memnuniyeti.” kız cümlesini bitiremeden zevkle kıkırdamaya başladı.

     “İstersen senin için bir şeyler ayarlarım.” bir yandan avucunun içinde yumruğunu sıvazlıyordu. “Hem, yattığı yerde huzur bulsun, annem beni bugünler için besledi, büyüttü.”
     Kız öneri karşısında istifini bozmadı ama hoşuna da gittiği gözlerinden belli oluyordu, Markus'a hafifçe gülümsedi;
     “Nazik ve düşünceli teklifin için çok teşekkür ederim ama benim annem de beni kendi başımın çaresine bakabileceğim şekilde yetiştirdi. Verdiğin bu teklifi unutacağımı da sanma, yazdım kafamın bir kenarına elbet bir gün ihtiyaç duyabilirim.” kız Markus'a göz kırptı.
     “Memnuniyet duyarım, her zaman.”
     Pencereyi dolduran Markus elinden geldiğince reverans yaptı ama bu cüsseyle o daracık pencereden bu jesti yapması gülünmeyecek gibi değildi. Reverans karşısında kahkahalarını tutmaya çalışan Narle konuşmanın başındakinden daha neşeli bir ses tonuyla yarı kıkırdayarak;
     “Senin için ne yapabilirim kibar şovalye?” diye sordu.
     Markus nazikçe elindeki kocaman boş sürahiyi kıza uzattı. Narle reverans yapar gibi koca adamın elinden sürahiyi alıp artık biraların toplandığı “hayrat” fıçısına doğru yöneldi. Hayrat fıçısında; bardakların, şişelerin dibinde kalan biralar toplanırdı, içinin pek temiz olduğu söylenemeyen bu fıçının içindekiler tekrardan satılamadığından meyhaneci bu atıkları dökmek yerine sevabına bedavaya isteyene dağıtırdı hatta fıçıyı bitirmek bile serbestti tabii o kadar sağlam midesi olan biri çıkarsa.
     Narle, sürahinin az bir kısmını bu fıçıdan doldurduktan sonra etrafını şöylece bir kolaçan etti, sürahidekileri hemen önündeki lavaboya döktü ve sadece meyhanenin ya da şehrin değil bütün ülkenin en kalitesi birası olan “Altın Harman” fıçısına doğru yöneldi. Sürahiyi buradan doldurmaya başladığında Markus'da telaşla etrafa bakmaya başladı. Fıçıyla işi biten Narle aynı soğukkanlılıkla Markus'un minik penceresine geri döndü.
     “Aklını mı yitirdin? Bir gören olsa işinden bile olabilirdin. Lütfen bir daha bunu yapma yoksa gelecek sefer başkasından rica edeceğim. Benim yüzünden işsiz kalmana razı olamam.” diye kısık ve telaşlı bir sesle düşüncelerini dile getirdi Markus. Narle, Markus'un söylediklerini dinledikten sonra aynı sakinlikte cevap verdi.
     “Ben ne yaptığımı çok iyi biliyorum ve merak etme ben öylece kolay yakalanamayacak kadar uzun zamandır bu işi yapıyorum üstelik sana verdiğim küçük hediyeyi herkesden çok sen hakediyorsun, insanların ne kadar parası olursa olsun hiç biri senin tırnağın kadar bile olamaz. Seni ilk tanıdığım gün ne kadar naziktiysen bugün de o nezaketinden hiç bir şey kaybetmedin.”
     Narle sözlerini bitirirken arkadan meyhanecinin ona seslendiğini duydular ve duyduklarına göre Narle bir an evvel işinin başına döznmezse başı belaya girebilirmiş.
     “Al işte, büyük hödük konuştu. Neyse, Markus, bu küçük sohbet için teşekkür ederim. Bir sonraki ziyaretini iple çekeceğim.”
     “Esas ben teşekkür ederim Narle, bazen beni çok mahçup ediyorsun ama ben de gelecek seferi iple çekceğim. Sana kolay gelsin ve gelecek sefer bakarsın daha hoş ve mutlu şeylerden bahsederiz. Esen kal.”
     “Güle güle git, afiyetle iç.”

     Pencereden biraz zorla çıkan Markus sokağın çıkışına oradan da evine yöneldi. Koca adam sokağın başında, ana yolun loş ışığında kaybolurken Narle arkasından bakıp bu kadar nazik ve mazlum bir insanın o korkunç cephede, hele asker olarak, nasıl bulunabildiğini düşündü. İçinden “Neyse.” diye geçirip derin bir nefes aldı, üstünü başını bir kere daha kontrol ettikten sonra kokuşmuş ve yozlaşmış müşterileriyle ilgilenmeye gitti.

     Markus eve vardığında suyun çoktan kaynamış olduğunu gördü. Suyun arındırılmış olduğundan emindi artık. Sürahiyi tezgaha bırakarak evden çıkmadan önce hazırlamış olduğu kemiklere yöneldi. Çorbaya tad vermesi için tencereye biraz kuru havuç attı. Bu haftaki semt pazarına yetişememişti ve geriye kalan artıklardan sadece yenilebilecek durumdaki bu havuçları bulabilmişti. Kemiklerden birkaçını tencereye atmıştı ki bahçe kapısının tırmalandığını duydu ve elindekileri bırakıp kapıya gitti. Kapıyı açtığında tüylü dostunu kendisini beklerken buldu. Eğilip köpeğin başını okşarken “Yemeği kaçırmadan vaktinde geldin aferin kızıma.” dedi köpek anlamış gibi havlayıp kuyruk sallayarak cevap verdi. İçeri giren köpek eski bir çuvaldan ibaret şiltesine geçip yerleşti ve sahibini izlemeye başladı. Markus kemiklerle işini bitirdikten sonra kendisine dar gelen mutfakta kendi etrafında aranmaya başladı bir yandan da “Nereye koymuştum şunu?” diye söyleniyordu. Köpek durumu anlamış olacak ki yerinden kalkıp bir kısım kap kacağın durduğu alçak dolaba yöneldi. Kapak vazifesi gören tezgah perdesinin arasından kafasını soktu ve ağzında sapından tuttuğu bir tavayla çıktı. Ağzındaki tavayla Markus'a bakan köpek yaptığı işten duyduğu gururla yoluk kuyruğunu sallıyordu. Arkasını dönmesiyle köpeği gören Markus'un yüzüne büyük bir gülümseme oturdu. Bir eliyle tavayı alırken öteki eliyle de köpeğin başını okşadı.
    “Aferin benim yoluk tüylü, güzel, akıllı kızıma. Sen olmasan ben ne yapardım kim bilir?”
    Köpek yine kuyruk sallayıp havlayarak cevap verdi.
Tavayı tezgaha bırakan Markus, üstü filizlenmiş patatesleri eline aldı. Patateslerdeki filizleri temizledikten sonra soymaya başladı.

    Kendini şanslı saydığı o yemeklerden birinin ardından babasının ev içinde dükkan olarak kullandığı geniş camekanlı bölüme geçti. Camekanın hemen yanındaki koltuğa oturdu ve sürahiden bir bardak daha bira doldurdu kendine. Köpek, kendi payına düşen kemikleri büyük bir keyifle dişlerken Markus sokağı ve sokaktaki insanları izlemeye başladı ve kendisinin bütün bunların içinde ne kadar şanslı olduğunu düşünmeye başladı. Elinde babasının ona savaşa gitmeden önce hediye ettiği köstekli saati tutuyordu, saatin gizli kapağını açıp içine uzun uzun baktı, saatin kapağını kapatmadan yanındaki sehpanın üstüne koydu ve tiktaklar arasında huzurlu bir uykuya daldı.

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

3

     Minyon iş ve işçi bulma kurumu memuresiyle görüşmesinin üstünden dört gün geçmişti ama henüz bir haber çıkmamıştı. Markus, bir önceki gün kan satmaya gittiği için yorgun düşmüştü ve dolayısiyle ertesi gün geç kalkmıştı. Kan satmak fakir mahallelerde para kazanmanın yaygın bir şekliydi ama kanunen ve sağlık açısından onbeş günde bir kere yapılması öngörülse de çoğu verici bu süre dolmadan tekrar kan vermeye gidebiliyorlardı. Alıcılar bu işlemi çoğunlukla denetimin olmadığı ve güvenlik memurlarının gözetimi dışında kalan kenar mahallelerde ve genellikle terkedilmiş evlerde yapıyorlardı. Temizlik konusunun gözardı edildiği bu ortamlarda zaman zaman alınan kan miktarında hayati sınırı geçebiliyorlardı. Çoğu keçi sakallı, siyah takkeli ve beyaz entarili bu adamlar kendi aralarında gırtlaktan konuştukları bir lisanla anlaşıyorlardı. Savaş sonrası ortaya çıkan ve güneyden geldikleri bilinen bu hekimlerin kadavralardan aldıkları uzuvları canlı insanlara naklettikleri hatta eklediklerine dair çeşitli söylentiler kulaktan kulağa yayılıyordu.
     Markus yatağından doğrulup iğnenin saplandığı yere baktı. Her seferinde olduğu gibi deliğin etrafı yine sarımtırak-morumsu renklerle kaplanmıştı. Yerinden kalktı, ecza dolabına gitti. Dolaptan, hekimlerin daha önce vermiş olduğu merhemi çıkardı ve hekimlerin talimatları doğrultusunda kolundaki deliğin etrafına sürdü. Bu işlemi kan verdikten sonraki üç gün boyunca günde iki defa yapmalıydı. Eli mutfak tezgahının üstündeki dolaba gitti bu sefer. Oradan biraz kuru ekmek aldı ve ekmeği ocağın üstünde bir gece önceden kalmış, elindeki son kemiklerden yaptığı çorbadan kalanlara daldırdı. Çorbaya katık ettiği ekmekle kahvaltısını yaptıkdan sonra tüylü dostunu aradı gözleri. Belli ki köpek midesini doldurmak için çoktan evden ayrılmıştı.
     “Akıllı köpek.” dedi ve kendisi de ekmek parası kazanmak üzere evden ayrıldı.

     Amele pazarına vardığında etrafda fazla insan kalmadığını gördü. Şansını denemeye kararlıydı, en azından denemiş olmak bile ona yeterli gözüküyordu, böylece bir kenarda beklemeye başladı. Çok geçmeden uzaktan bir yük arabasını çektiğini tahmin ettiği koca atın tok ve sert nal seslerini duydu. Araba yaklaştıkça yüklüğün altındaki büyük tekerlerin gıcırtılı sesleri de duyulmaya başlamıştı. Arabada, atın yularını tutmakta olan hırpani kılıklı arabacı yaşlı bir adam ve daha temiz kıyafetli biri ince bıyıklı, küçük keçi sakallı genç öteki daha yaşlıca beyaz saçlı pala bıyıklı iki adam daha vardı.
      Arabacı atın yularına asıldı, araba durdu. Yaşlı arabacı, boynunda kirden rengi sapmış fularıyla terini temizledi, başını arkaya çevirip temizli giyimli adamlardan yaşlıca ve beyaz pala bıyıklı olanına “Patron! Geldik!” diye seslendi. O sırada elindeki küçük defterde hesaplara dalmış olan adam kafasını kaldırıp amele pazarındakileri süzdü sonra defterini kapatıp iç cebine yerleştirdi ve ayağa kalktı. Onunla birlikte genç olan adam da ayağa kalktı.
     Patron, şöylece bir kalabalığa baktı ve eliyle arkalarda geniz omuzlu irice bir adamı işaret ederek ona;
     “Sen, ne kadar ağır kaldırırsın?” diye sordu.
     “İki kişilik dolabı içindeki kürkleriyle sırtlarım beyim.” diye cevapladı.
     Amelenin cevabı karşısında yeterli olacağını ima ederce kafasını sallarken kalabalığı süzmeye devam ediyordu. Aralarda başka geniş omuzlu ama bir öncekinden daha kısa birini işaret etti.
     “Sen, senin kaldırabileceğin ağırlık ne?”
     “Ben hergün dünyaları sırtlıyorum...”
     “Ne kadar yani?” diyerek adamın sözünü kesti. Bu çıkış üzerine biraz duralayan adam;
     “Besili iki dana kadar.” diyebildi.
     Adam aynı şekilde kalabalığa göz gezdirmeye devam ederken daha ufak tefek olan ameleler önceden oturmakta oldukları yerlere doğru giderek ortalığı biraz boşalttılar. Adam bu sefer de Markus'u işaret ederek;
     “Sen, koca oğlan, peki sen ne kadar kaldırabilirsin?”
     Markus tek bir cümle bile sarf etmedi, onun yerine o sırada yerlerine dönmekte olan iki tıknaz ameleyi enselerinden tutup zorlanmadan kaldırdı ve ayakları yerden kesilen amelelerin küfürle karışık homurtuları arasında kendinden emin ve muzipce işverecek olan adama hafifçe gülümsedi. Markus'un işi alsa da, almasa da durumdan ne kadar zevk aldığı tüysüz haylaz çocuk suratındaki gözlerinden belli oluyordu.
     Gözleri bir anda faltaşı gibi açılan adam karşısındaki görüntünün şaşkınlığı içerisinde;
     “Tamam, tamam bırak şu adamları da arabaya gel.” diyebildi.
     Kaldırmakta olduğu iki ameleyi serbest bırakan Markus kalabalığın arasından arabaya yöneldi ve arabaya tırmanınca işveren adam Markus'un heybetini daha iyi gördü. Markus'u süzdükten sonra;
     “Tamam adamımızı bulduk bu kadar.” dedi ve arabacıya gitme emrini verdi. Araba pazardan uzaklaşırken, Markus, arkada dağılmakta olan gruba görüş alanından çıkana kadar baktı ve iç geçirdi. Sonrasında günün bu saatinde iş bulabildiği için kendisi adına sevindi. Onlar arabayla ilerlerken patron da Markus'a yapacağı işle ilgili bilgi veriyordu. Zengin muhitinde basit bir eşya taşıma işiydi ama hane sahiplerinin sadece şehrin değil aynı zamanda ülkenin en köklü ve soylu ailelerinden olduğu için hane içerisinde nasıl davranması gerektiğini, bu davranışı sonucunda yapacağı iş karşılığında alacağı ücretin yanında çok iyi bahşiş alabileceğini de anlatıyordu.
     Markus adamı dinlerken zengin muhitine girmişlerdi. Şehrin bu tarafına ilk kez geliyordu. Oldukça görgüsüzce tasarlanmış ve olabilecek en pahalı malzemelerin kullanıldığı evleri gördüğünde mahalleye son yıllarda eklemlenmiş olan dış çemberde olduklarını farketti fakat araba daha yukarılara gitmeye devam ediyordu. Bir süre sonra daha önce görmüş olduklarından daha geniş bahçeli, sade ve gösterişsiz evler başlamıştı.
     Bu evlerin belki de gösterişli sayılabilecek tarafları ya o çevrenin karakteristik bitki örtüsünü oluşturan, asırlarca ayakta kalmış, bütün heybetleriyle göğe uzanan ve insanı adeta yüzyılların birikimiyle kucaklayan çınarlar, selviler ya da artık günümüzde var olmayan ustalığa sahip ellerden çıkmış oldukça eski, görkemli ve çeşitli boylardaki süs havuzları, heykeller. Buradaki taş mimari evler asırlar boyunca içlerinde barındırdıkları nesillerin kalesi olduklarını cephelerinden ve üstüne basılmaktan sertleşen toprak yollarından belli ediyorlardı. Havası bile değişikti buranın, her nefes alışında eski anılar ve olaylarla mayalanmış bir dinginlik ve huzurla doluyordu zihni. Kuşların ötüşü ve sık ağaçların arasından sızan gün ışığı. Burası atalar kültüyle korunmuyorsa başka neyle korunuyor olabilirdi ki? Bütün bu düşüncelere dalmışken büyük bir malikanenin görkemine yakışan sade ama tam bir sanat eseri olan ferforje kapısına yaklaşmışlardı, araba kapıya yaklaştıkca yavaşlıyordu, kapıdan geçtikleri sırada arabanın yavaşlamasını fırsat bilen patronun yanındaki genç adam arabadan atlamış, koruluğa doğru yürümeye başlamıştı, araba tekrar hızlanarak yoluna devam ediyordu, Markus çevreyi incelemeye o kadar kaptırmıştı ki kendini genç adamın arabadan indiğini farketmemişti bile. Markus etrafını gözlemlemeye devam ederken çalışanlar ve mal girişi için kullanıldığı belli olan arka kapıda buldu kendini. Arabadan indikten sonra girişe doğru ilerlediler. Devasa boyutlardaki kapının önünde, ellerini arkasında kavuşturmuş hafif kambur ve yaşlı bir adam onları karşıladı. Yaşlı adamla patron selamlaştıklarında, yaşlı adamın evin baş kahyası olduğunu öğrendi. Yaşlı kahya Markus'u süzdükten sonra sakallı adama dönüp;
     “Adab-ı muaşereyi anlattın mı?” diye sordu.
     “Elbette! Hiç eksik bırakır mıyım?”
     “Çok güzel. O zaman, buradan sonrasını ben devralıyorum, müsadenle.”
     “Müsade sizin.” diyerek arabaya döndü ve evin arka tarafına doğru devam etti. Markus genç olan öteki adamın arabada olmadığı o anda farketti, nerede arabadan inmiş olabileceğini düşünmeye fırsat bulamadan yaşlı kahyanın sorusuyla karşılaştı.
     “Adın nedir genç adam?”
     “Markus efendim.”
     “Markus mu? Hmm, neyse benim adım Tevfik. Bundan sonra seninle işimiz bitene kadar benim sorumuluğum ve emrim altındasın, anlaştık mı?”
     “Siz neyi uygun görürseniz efendim.”
     “Güzel ama bana Tefvik bey diye hitap edeceksin.”
Beraber devasa kapıdan geçip içeriye girdiler.

     İçeride hummalı bir erzak taşıma çalışması vardı. İşçiler yığın halinde duran erzağı yüklenip daha içeri tarafda olan kiler bölümüne taşımaktaydılar. İşçiler aldıkları emrileri son derece düzenli bir ordu gibi yerine getiriyorlardı. Markus etrafı gözlemlemeye devam ederken bir kapının önüne geldiler, yaşlı kahya kapıyı göstererek;
     “Bu kapı işçilerin soyunma odalarına açılır, içeri girince, koridorun ortalarındaki bankta işbaşı kıyafetlerini bulacaksın, kıyafetlerin sana uyup uymayacağını dert etme, sen daha koruluğa girereken hizmetçiler sana uygun olan kıyafeti seçmişti bile. Senden istediğim sana ait olan bütün eşyaları dolaba bırakman. Üstünde sana verdiğimiz kıyafetlerden başka sadece dolabının anahtarını bulundurabilirsin.”
     Sonra Markus'a bir anahtar ve bir zarf uzattı.
     "Anahtarın üstünde eşyalarını bırakacağın dolabın numarası var. Zarfdaki pusulada da evde işinin olduğu bölümün yerinin tarifi yazmakta. Hemen giyin ve oyalanmadan oraya git, ben orada olacağım. Gün batmadan işin çoğunun hatta mümkünse tamamının bitmesi gerek, ertesi güne başka işler de var."
     "Bu yarın da geleceğim anlamına mı geliyor Tevfik Bey?"
     "Evet, şimdi oyalanma."
     Markus bu durumu garipsemişti çünkü amele pazarında çalışanlar bir gün yaptıkları işe ertesi gün devam edemezlerdi, en azından ertesi gün işe devam edeceğinin garantisi iş veren tarafından verilmezdi. Büyük inşaat işleri haricinde her zaman yaptıkları taşıma, yıkma ve tarla işlerini ertesi gün yapacak başka birileri olurdu veya amelenin kendisi, bir gün önceki iş vereninden daha erken pazara gelmiş olan başka bir iş veren tarafından istihdam edilir ve farklı bir işe koşulurdu.
     "Belkide bu çevrenin adeti farklıdır." diye düşündü, getirilen gömlekle tuluma biraz zorlanarak girse de, iş elbiselerini giydikten sonra babasının hatırası köstekli saati yanına aldı, sonuç olarak paydosu kaçırmak istemezdi, pusulada yazan bölüme gitmek üzere soyunma odasından ayrıldı.

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 6 ay sonra ...
×
×
  • Yeni Oluştur...