fedaykin Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Dünyaya gözümüzü açtığımız ilk andan itibaren, tattıklarımızı, kokladıklarımızı, gördüklerimizi, duyduklarımızı ve dokunduklarımızı adeta yutarmışçasına öğreniriz. Öğrendiklerimiz sadece bunlarla da sınırlı kalmaz; korkmayı, meydan okumayı, sevmeyi, nefret etmeyi, tutkuları ve ihtirasları da öğreniriz. Doğuştan çalışkan, tembel, vatansever ya da vatan haini değiliz, büyüdüğümüz çevre, aldığımız eğitim ve yaşadıklarımız bizi tembel, vatansever ya da vatan haini yapar. İnsancıl ya da cani olarak doğmayız; aile, çevre, zaman ve şartlar bizim gelecekteki yol haritamızı çizer. Bilimsel çalışmalar göstermiştir ki öğrenme süreci yaş küçükken, özellikle ilk altı yaşına kadar diğer dönemlere oranla oldukça yüksektir. Çocuk sanki havada uçuşan her şeyi kaparcasına çevresini gözler, sorgular, gözlerinin önündeki bilinmeyenlere çözüm arar. İlk yaşlarında öncelikle koklayarak, dokunarak, sonra seyrederek, konuşmaya başlayınca da sorarak anlamaya çalışır. Olağanüstü bir hızla öğrenme sürecine girdiği ilk altı yıllık süreç hayatın temellerinin de atıldığı bir dönemdir. Bu süreç aynı zamanda çocuğun korkuları, yasakları, sınırları da öğrendiği bir zaman dilimidir. Çevrenin havası, çocuğa yaklaşımlar, sorularına verilen cevaplar, kişilik ve karakterin de temel taşlarının kodlanmasını sağlar. Korku kültürünün hakim olduğu bir çevrede yetişmiş bir gencin müteşebbis olmasını, kendisini ve çevresini özgür bir şekilde sorgulamasını, demokrasi kültürünü kabullenmesini ve onun bir parçası olmasını beklemek tam anlamı ile hayalperestlik olacaktır. Albert Einstein, “Deliliğin bir diğer tanımı, aynı şeyler yapmaya devam edip, farklı sonuçlar beklemektir.” diyor. Birey, çevre ve toplum olarak içinde bulunduğumuz durumu bundan daha iyi anlatamazdı. Sanki bizi düşünerek söylemiş. Aslında senelerdir yerimizde durmuyor, sürekli olarak bir şeyleri iyileştirmek ve geliştirmek için çabalıyoruz. Sonuç ise ortada; fazla uzaklara gitmeden sadece eğitim sistemimiz için geçmişten günümüze yapılmaya çalışılanlara göz atmamız bile bize neleri gerçekleştirebildiğimiz konusunda ayrıntılı bilgi verecektir. İşte yapamadıklarımızda bazıları: * Avrupa ve Amerika’daki eğitim kurumlarının uyguladıkları müfredatlarla kıyasladığımızda ilköğretiminden üniversitesine hala kredi yükü olarak tabir edilen ders yükümüz, senelik ortalama olarak neredeyse 2 kat daha fazla, * Derslerimizdeki ezbere yönelik eğitim yoğun bir şekilde devam ediyor, Öğretmenlerin kendilerini geliştirmek için uğraşmalarını sağlayacak yönlendirmeler umut vaat etmiyor, * Özel uygulamalar için tasarlanan dershaneler(bilgisayar, simülasyon v.b.) dersten ziyade gelen gidene gösterilen gezi istasyonları haline gelmiş, * Eğitim-öğretimdeki kaynak kitap karmaşası bütün heybeti ile devam ediyor, * Yaklaşık 10 yıl dil eğitimi verilmesine rağmen hala iki kelimeyi yay yana getiremeyen milyonların olduğu bir ülkedeyiz, * Okullarımızdaki zorunlu kıyafet uygulamalarından kurtulamıyoruz, * İnsanlarımıza okumayı bir türlü sevdiremiyoruz, * Yöneticilerimiz kendilerine bağlı birimleri ziyaret etmeye gittiklerinde yeni yapılan binalar, hizmet tesisleri, yeni alınan cihazlarla ilgileniyorlar, sistemin içine kafalar sokulmuyor. Yapamadıklarımızı yüzlerce sıralamak mümkün olacaktır. Öyleyse neden başaramıyoruz? Aslında hiçbir şey yapmadığımızdan değil, problemleri doğuran sebepleri sistematik bir şekilde analiz edip, uzun süreli uygulama planlarını hayata geçiremediğimiz için başarılı olamıyoruz. Cevap Einstein’in yukarıda dile getirdiğim sözünde gizli. Aslında bize şöyle sesleniyor: “Senelerdir başarısızlığın sebebini rasyonel olarak analiz edip sistem yaklaşımı ile problemlere bakmadın. Anlık küçük çözümler ürettin, sorunların oluşmasını önleyebilecek sistematik sorgulamalardan kaçtın. Bir gerçeği gözden kaçırdın, sisteminin içindeki parçalar bütünün içindeyken anlam kazanır. Hiçbir şey tek başına anlamlı değildir. Dünyadaki en mükemmel sisteme sahip varlık olan “insan” kendi başına çok şeyi ifade ederken, onu oluşturan organlar ve sistemler tek başına hiç bir şey ifade etmezler.” Örneğin; bir insan, sınırlarını da zorlayarak mükemmel bir şekilde koşabilir ama “ayak” tek başına ne yapabilir? Yine aynı şekilde, ABS fren sistemi etkileyicidir, bir araçta olduğunu duyduğunuzda veya gördüğünüzde frenleri konusunda size güven verecektir ama ABS, ancak diğer sistemlerle desteklenmiş iyi bir arabanın içinde anlamlı olacaktır. Bu örnekleri arttırmak mümkün... Okullarımızda yıllarca yabancı dil öğretiriz. Sonuçta mezun ettiklerimiz iki kelimeyi yan yana getiremez, okuduğu bir cümleyi anlayamaz, derdini ifade edemez. Bu durum 40 yıl önce de böyleydi hala öyle. Sanırım Einstein’in kategorileştirmesi içinde biz “deli” sınıfına giriyoruz. Çünkü bu sistemi iyileştirmek için o kadar çok uğraşmışız ki: Yeni müfredatlar, kitaplar, özel eğitimli hocalar, özel çoklu etkileşimli ortamların kullanıldığı dershaneler v.b... Sonuçta küçük ve sınırlı gelişmelerin dışında durumda bir değişiklik yok. Sebep probleme sistematik yaklaşamayışımız. Sistem aslında bize haykırarak ; ”önce dil öğrenmeyi insanlarda ihtiyaç hissettir, ailesinde ve çevresinde dil bilmesine ihtiyaç duyabileceği ortamları yarat, öğretim sistemindeki dağınıklığı yok et, sinerji oluştur, sonra işin tekniği ve ortamıyla ilgilen” diyor. Biz ne yapıyoruz? Öncelikle insanlara neler yaptığımızı hemen gösterebileceğimiz araçlar geliştirerek işe başlıyoruz. Böyle bir durumda yabancı dili çok iyi öğrenmiş olan öğrencilerin durumlarının nasıl olduğu gösterecek, öğrencilerin katıldığı bir tartışma ortamını kimse göstermeyi beklemeyecektir. Çünkü onun gerçekleşmesini bekleyecek sabır yoktur. Daha kolayı nedir? Bu sorunun cevabını hepimiz iyi biliyoruz. Modern(!) dershane ve okullar kurmak. Fiziksel olarak varlıkları ile insanları etkileyen ortamlar. Para harcayarak en karmaşık olanlarını 2-3 üç yıl içinde yapabilirsiniz!.. Tabi ki görmeye gelenler görüntünün cazibesi içinde burada çocukların nasıl mükemmel eğitim alacaklarını, onların (çocukların) ne kadar şanslı olduklarını düşünecekler, emeği geçenlere sonsuz teşekkürlerini sunacaklardır. Geçmişte böyle yaptık, halen yapıyoruz ve eğer yaklaşımlarımızı değiştirmeyi başaramazsak gelecekte de yapmaya devam edeceğiz. Fazla uzağa gitmenize gerek yok, toplu bulunduğunuz herhangi bir ortamdaki öğrencilerinize, ofisteki arkadaşlarınıza, dostlarınıza şu soruyu yöneltin: “Geçen bir yılda annenizi ya da babanızı; gazete, dergi veya işe yönelik kitaplar hariç, evinizin bir köşesinde zevk için kitap okurken gördünüz mü?” Dikkat ederseniz soruyu yöneltirken “kaç defa” kitap okurken gördüğünüz konusunda bile geri besleme alma ihtiyacı duymuyorum. Bu soruyu geçen yıl, lisans programındaki seçilerek alınmış yüzlerce öğrencimize ve yıl içinde değişik konularda eğitim ve konferans verdiğim belki sayıları 2000’i bulmuş kursiyerlere yönelttim. Sonuçlar insanın içini karartan cinsten. 30-35 kişilik gruplarda, çoğunlukla bir elin parmaklarını dahi geçmiyor. Yani yüzde 10-20 anne ya da babasını evinde zevkine kitap okurken görmüş. Eğer soruyu öyle değil de “haftada ya da ayda” diye başlayarak sorsam, oranın nasıl tek haneli rakamlara düşebileceğini siz tahmin edin. Bunlar bizim hep gördüğümüz ama yüzleşmekten kaçtığımız gerçekler. Batıya gitmeye gerek yok, Moskova’da bir metroya binin ve 15-20 dakikalık yolculuk esnasında ayakta dururken elindeki kitaptan bir şeyler okumaya çalışan onlarca insanı görün. Her dört-beş kişiden birisi okuyor. Biz ise hem okumuyor hem de çocuklarımızın okumasını istiyoruz. Bu durum, sonuçlara hükmetmemizi engelleyen büyük bir düşünsel karmaşayı ortaya çıkarıyor. Yapmadığımız, yapacak ortamı bulamadığımızı iddia ettiğimiz bir şeyi bir başkasının yapmasını bekliyoruz. Merak etmeyin, o da bu süreci sizin gibi boş geçecek ve o da günü geldiğinde kendisinden sonra gelenlere aynı nasihatleri verecektir. Bir şeyleri öğrenmeye kendi kendimize ihtiyaç duymayı; hayatımızda, iş çevremizde ve yaşamakta olduğumuz toplumda bir türlü kurumsallaştıramadığımız için ilerleme sağlayamıyoruz. Yapmakta olduklarımız hem geçmişin bir uzantısı. Evrensel bir gerçekten zaman içinde adım adım uzaklaşmışız: “Yeni bir şeyler üretmek istiyorsanız yeni bilgilere, yaklaşımlara, düşünce tarzlarına ihtiyacınız var. Yenilik, teknolojinin konvansiyonel anlamdaki görüntüsü olan donanımları yenileyerek olmuyor. Bunun böyle olmadığının ispatı için daha başımıza neler gelmesini bekliyoruz? İkinci Dünya Savaşının sonunda, bizim imzaladığımız Sevr Antlaşmasından çok daha ağır koşullardaki anlaşmalara imza koyan Japonya ve Almanya bu işi nasıl yaptı? Nereden başladılar? Eğer araştırırsanız yeni bir kültür yaratmak için ana baba eğitimi ve sosyolojik yapıyı düzenlemekle başlamış olduklarını göreceksiniz. Böylece çocuğun geleceğini daha doğmadan garanti altına almaya çalıştılar. Yıllarını verdiler ama sonuç ortada. Biz mi başarılıyız onlar mı? En azından kim kimden borç dileniyor?!... 0-12 yaş hayatımızın kalıbının çıkarıldığı bir dönemdir. Okul dönemi bu sürecin 7-12 yaş arasını kapsar, onun da %50’sini ev ve aile derseniz, 0-12 yaş arasında okulun payı %25’in altındadır. Bu gerçekle yüzleşip, İstanbul Mecidiyeköy’den Hakkari’ye kadar aileyi hedef alan, belki onlarca yıl sürecek ısrarlı projelerle sosyolojik yapıyı, çocuğa yaklaşımları, davranışlarımızı kontrol altına alacak bir öğrenme süreci içine girmemiz gerekiyor. İşte o zaman bu ülkede makyajı bir kenara bırakıp gerçek anlamda bir şeyleri değiştirebiliriz. Şimdiye kadar yaptığım bu genel sorgulamalardan sonra öğrenmenin bilimsel tabanlarına yönelik analizlerimi başka bir platforma kayarak aktarmak istiyorum. Yine hedef çocuk. Çocuğun öğrenme süreci olağanüstü: “Gelecekte ayakta kalacak olan organizasyonlar; tıpkı bir çocuk gibi etrafındaki her şeyi ilk defa görüyormuşcasına sorgulayan, bıkmadan usanmadan, utanmadan(!), daha önceden tanımladıklarından yola çıkmadan, bitmeyen bir öğrenme heyecanıyla sorgulayan, her işte bir mantık arayan, başarısızlıklardan yılmayan, yapabilinceye kadar deneyen, riske girmekten korkmayan, desteklenmekten, tutulmaktan nefret eden, hep kendi gücü ile ayaklarının üzerinde durmak isteyen, daha önce yapamadığı bir işten kaçmayan organizasyonlar olacaktır. Emekleyen çocuk evdeki sobanın farkına varır. Çocuğun gözünde ilginç bir şeydir soba. Yaklaşınca ısıyı hisseder. Onu daha yakından tanımak, dokunarak hissetmek ister. Sobaya karşı hamle yaptığını gören anne, aniden yerinden fırlar, çocuğu tuttuğu gibi oradan uzaklaştırır ve bir taraftan da bağırır “yanacaksın!....sakın dokunma yanarsın...cısz....” Çocuk anlamsız anlamsız anneye bakar, hala annesinin onu neden uzaklaştırdığını anlayamamıştır. İlk fırsatta yeniden denemek, dokunmak isteyecektir. Bir boşluk yakalar, avını kollayan bir leopar gibi sobaya doğru yuvarlana yuvarlana hamle yapar ve dokunur... Dokunmasıyla beraber elini çekip yere yuvarlanması bir olur, tabi ki gür, tanıdık bir haykırışla...”anne, anneee.....” Anne, bir anlık dalgınlığında sobaya dokunan çocuğunu hemen kucağına alır ve elini ovalar, suya tutar bir taraftan da bağırmaya devam eder: “ben sana söylememiş miydim? Neyi söylemiştiniz, onu ne kadar ikna edebildiğiniz, merakını giderebildiğiniz konusunda fikir sahibi misiniz? Hayır, sadece sizin tarafınızdan tanımlanan yasakları ifade ettiniz... HP ile Drexel Üniversitesi’nin öğrenme araçları ve teknolojileri konusunda yıllar süren bir çalışmasının 1997 yılında yayınlanan sonuçlarına göre dinlemek ile dokunmak arasında saniyede geçen birim veri açısından 20 kat fark var. Yani öğrenme açısından, bebeğin dokunması ve acıyı hissetmesi, acının anne tarafından ona anlatılmasına göre birim zamanda 20 kat daha etkili. Bu bilimsel veri, nasihatlere uymayan ama zamanı gelince “ben ettim sen etme!..” türünden arkadan gelenlere nasihatler verenlerin, tecrübe ederek öğrendiklerinin neden daha etkili olduğunu anlamak için iyi bir kanıttır. İşte size, Türkiye’de etrafınızda çok sık rastladığınız bir manzara, hayattan bir başka kesit: Anne dört yaşındaki oğluna yemek yedirmeye çalışıyor, Dışarıdan bakıldığında sıradan bir yemekten öte kurbanının dişlerini çekmeye çalışan bir işkenceci ile kurbanı arasındaki acı pazarlığı ifade eden bir görüntü. Çocuk sandalyeye ya da annenin kucağına adeta perçinlenmiş. Serbest hareket edemediği her halinden belli, kıpırdadıkça, annenin en ufak müdahalesi ile hemen ilk konumuna geri dönüyor. Görülüyor ki bu oturuş önceden defalarca çalışılmış, anne bütün hareketlere hakim, tam bir profesyonel. Yemek dolu kaşık çocuğun ağzına doğru yol aldıkça, çocuk kerpetenden kaçarcasına kafasını geriye doğru çekiyor. Ama anne ısrarlı,bu kaşık o ağıza girecek. Her hamlesinde çocuğa; “yemeği yemek zorunda olduğunu, çünkü karnının aç olduğunu” söylüyor, çocuk ise “karnının tok olduğunu, yemek istemediğini haykırıyor ama annesinin hiddetli bağırışları içinde bu ses yok olup gidiyor. Çocuk hem fiziksel hem de psikolojik baskı ile karşı karşıya. Annenin dudaklarından, o yemek yemezse gelecek yaptırımlar makineli tüfek gibi sıralanıyor. Hepsi de çocuğun çok sevdiği şeyleri hedef almış: “Artık sana çikolata, şeker, bisiklet yok, seni gezmeye götürmeyeceğim, dışarıya çıkmak yasak...” Çocuk dudaklarına yapışmış olan kaşığı içeri almamak için büyük bir savaş verir ama anne bazen diğer eliyle yanaklarını sıkıp ağzını açarak, bazen de kasılmaktan yorulan çocuğun kendi iradesi ile pes etmesi sonucu ağzını açmasıyla amacına ulaşır. Adeta bir işkence seansını anımsatan bu süreçte tabağın bitmesi ile savaş sona erer. İki taraf da yorgun ve kızgın. Annede buruk bir mutluluk da var; öyle ya da böyle yemek bitti, çocuğunun sağlıklı gelişimi için bir görevi daha başarıyla yerine getirmiş olmanın buruk mutluluğunu yaşıyor. Çocuk ise şaşkın, gizli bir ikilem içinde. Karnı toktu ama acaba annesi karnının tok olup olmadığını ondan daha iyi mi biliyordu? Bir süre sonra bu ve benzeri sorgulamalar çocukta şu düşünce kalıbının yerleşmesini sağlıyor: “Ben neyi bilebilirim ki, annem, babam benim için daha iyisini bilirler...” Zaman içinde kültürel(!) çevre ona böyle güzel şeyler öğretmeye devam edecek!.. Okuldayken, öğretmeni daha doğrusunu bilir, Mesleğini seçerken, annesi-babası-dedesi daha iyisini bilir, İşteyken müdürü daha iyisini bilir, Onu yönetenler her zaman daha iyisini bilir. Aslında yalnız da sayılmaz, onun gibi milyonlar var. Sadece verileni yiyen, sunulanı alan, yap denileni yapan, düşünme denileni düşünmeyen, görme denileni görmeyen, kısacası, kendi kendisine düşünemeyen, düşündüklerini söyleyemeyen, yaratamayan, sadece şükreden on milyonların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Öğrenme alışkanlıklarımızı değiştirerek işe başlayabiliriz. Bilgi çağının yeni dinamiklerine merkeziyetçi bir öğrenme kültürü ile ayak uydurabilmemiz mümkün değil. Akın Arslan 16 Mart 2008 Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Suark Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Güzel yazı, yalnız yazının genel içeriğinden alakasız olarak ben hep zorunlu kıyafet sisteminin olumlu olduğunu düşünmüşümdür. Birde; alakalı bir anı Küçükken babam "oğlum soba o elini yakar bak dokunursan" demiş bende elimi ters çevirip koymuşum. Şu anda sağ elimin sırt parmak kısmında yanık izleri var =) Öyle anlatmak geldi içimden Son olarak, Bu yazıyı okuyoruz ya hani biz ve bazı şeylerin farkındayız. Bunları değiştirmek için neler yapabiliriz, bunları konuşsak bu konuda? Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Snefru Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Şu anda ülkemizde yapılacak en önemli iş okuma yazma oranını yükseltmektir gerisi hikaye bence.Diğerleri kolayca yapılabilir ama ne ile yapılabilir?Tabiki okuma yazma oranının yüksek olduğu bir halk ile.. Bunu arttırmak için önce insanların karnını doyurmak gerekiyor çünkü sen bir insana al kitap oku dediğinde "Hadi lan benim karnım aç karnım" dediğinde söyleyecek hiçbirşey olmuyor :) Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Greeny Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Bu eğitim sistemiyle ve hocalarla çok işimiz var daha ya Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
roket adam Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Güzel bir yazı olmuş gerçekten. Hatalarımızı net bir biçimde ortaya koymuş. Ufak revizyonlardan ziyade topyekün bir eğitim reformuna ihtiyacımız var maalesef, ve bunu yapacak adam yok piyasada. En basitinden, en son yeniliğe bakalım hükümet tarafından getirtilen: OKS kaldırıldı, artık dershanelere ihtiyaç duymayacaktı çocuklar, okulda gördükleri ile sınava girecekti her sene bitirme sınavı gibi. Ne oldu, çocuklar 1 sene değil 3 sene dershaneye gitmeye başladı. Kardeşimi dershaneye götürüyorum, daha 11-12 yaşında çocuklar sırtlarında koca koca çantalarla ders yükünün ve stresin altında ezilmekte. Aileler daha da çaresiz, borç harç dershaneye gönderdiler çocuklarını. Neyse. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
throine Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 türkiyede insanlar eğitimin ekonomiyi şekillendireceğini sanıyorlar. Oysa tam tersi.. ekonominiz ülkenizin eğitimini şekillendirir. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
smash Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 evet de ekonomisi iyi olmasına rağmen kitap okumayan, hatta kitap okuyanlar aptal ya ne gerek var diyen bi sürü insan var bu arada yazı güzeldi, teşekkürler Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Antimodes52 Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Yazının varmaya çalıştığı noktadan çok yazının kendisi ilginç geldi bana. Öncelikle "eğitim" kavramı üzerinden iki kutup yaratmışsın, iyi eğitimle beraber gelen "iyi" sıfatlar ve doğal olarak kötü eğitimle gelen "kötü" sıfatlar. Bu noktada ilginç olan bu "iyi" ve "kötü" sıfatlar sıralamasının bir yerine "vatansever" ve "vatan haini" gelmesi. Eğitimin iyisi/kötüsü fikrine bile şüpheyle yaklaşmak gerektiğini düşünürken ben, sen iyi eğitimin illaha vatanseverlikle, kötü eğitiminse vatan hainliğiyle sonuçlanacağından pek emin bir söylev kullanmışsın. Takiben gelen paragraflarda çocuk-anne örneklerini yaratırken kullandığın söylev de ilgimi çekti. Yaptığın kerpetenli işkence sahnesi benzetmesi olsun, bu örneklerde betimlemelerde kullandığın kelimeler olsun, bana kendi toplumun ve şu anki yapısından inceden inceye bir "tiksinme" var gibi. Moskova metrosunda kitaplar okuyan insanlar örneğinde sanki Fransız ya da İngiliz örneği dil ucuna kadar gelmiş de, milliyetçi dürtüler kendi toplumundan tiksinme durumu karşılığında idealize edilen avrupai toplum modeline de oturmana izin vermemiş, onun yerine "mandacı" damgası yemeden ötekiyi övmenin yolunu bulup Rusya gibi liberal ideolojinin dışında kalan bir toplumu örnek vermişsin gibime geliyor. Toparlamak gerekirse Kemalist - İttihat Terakkici ideolojinin batılılaşmacı, eğitimi öncelikli bir erdem alan yapısının, günümüz Türkiye'sinin siyasi ve kültürel yapılanmasında eski yerini taşıyamamasının hayal kırıklığının yansıması gibi geliyor yazın. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Apache Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 sorun okuma yazma değil bakış açısında. yoksa bakıyorsun en alakasız anadolu kadını gelip en okumuşundan mantıklı laflar edebiliyor.yıllar boyu saçma sapan hurafelerle,yalanlarla,çıkarcı zırzavatlarla kafalarını doldurdular bide gelişimi sorunlu insanlar var onlar düzelmez. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
aquatik Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 20, 2008 Güzel bir yazı. Bu 'vatansever' ve 'vatan haini' sözcüklerine ben de takıldım. Tabii ki bir kişiye eğitim vererek, vatanını sevmek öğretilebilir, ama her iyi eğitim almış kişinin ille de vatansever olacağı söylenemez. Bir de tarihe bakıldığında toplum tarafından vatansever addedilen bir insanın yıllar sonra aynı toplum tarafından vatan haini, ya da vatan haini olarak görülen bir kişinin yıllar sonra vatansever olarak addedildiği görülmüştür. Bunun tarihte çok örneği vardır. Bireyin eğitiminde çevrenin rolüne çok inanmakla birlikte, bazı davranış şekillerinin gelişiminde genlerin de büyük rol oynadığı inancındayım. Buna rağmen, özellikle aile ilgisi ve sevgisinin, genlerle gelen olumsuz özellikleri bile, büyük ölçüde alt edebileceğini düşünüyorum. Kişiliğin oluşumunun büyük bir bölümünün inanamayacağımız kadar küçük bir yaşta (4 yaş diye biliyorum) tamamlandığı düşünülecek olursa, gerçekten de anne-baba eğitimi, bireyin tüm eğitim sürecindeki en önemli unsurdur bence de. Baskıcı, sorgulamanın suç olduğu, ne kadar ezik ve pasif iseniz otorite (küçükken ebeveyn, daha sonra hem ebeveyn hem öğretmen, sonraları patron, başbakan v.s.) tarafından o kadar takdir gördüğünüz bir toplum içinde yaşadığımızı düşünüyorum. (Bu otoriteye boyun eğme, onun dediklerini kayıtsız-şartsız, sorgulamaya gerek duymadan yerine getirme çabasının altında büyük ölçüde imparatorluk geçmişimizin payı olduğunu düşünüyorum.) Bu nedenle yazıda geçen anne-çocuk örneklerinin, toplumumuzdaki çocuk yetiştirme-eğitme bakış açısını son derece doğru yansıttığını düşünüyorum. Eğitimli bir kişinin bu konulardaki yorumu elbette ki bu eğitim tarzının son derece 'yanlış', 'olumsuz' olduğu şeklinde olacaktır. Ama bu baskıyı yaşayan bireyler, bu yaşadıklarını 'iğrençlik' olarak ta nitelendirebilir ya da tanımlayabilirler, ve haksız oldukları da söylenemez. Sistemin yalnızca göz boyayıcı unsurlarının ele alınıp, kendisine hemen hiç dokunulmadığı görüşüne katılıyorum. Eğitim sistemimizde kökten bir reform gerektiğine inanıyorum. Ayrıca batı toplumlarında insanların eğitim düzeyinin, okuma-yazma oranının çok yüksek olduğu, ve kitap-gazete okuma oranlarının toplumumuzla hiçbir şekilde kıyaslanamayacağı yadsınamaz. Kitap okumanın eğitim açısından ne kadar önemli olduğu göz ardı edilemez. Bilimde, sanatta, teknolojide hangi toplumların daha ileride olduğunu, yoldan çevirdiğiniz -hadi fazla zorlamayayım- lise öğrencisi bile söyleyebilir. Türkiye'nin çok önemli bir sorununa parmak basan, çok önemli tespitler yapan ve okur-yazar kişiler tarfından anlaşılması hiç te zor olmayan bir yazının ne adına eleştirildiği bana oldukça manidar gözüktü. Yani 'günümüz Türkiye'sinde' inanılmaz 'siyasi ve kültürel' atılımlarda bulunulup , eğitim sistemimiz eleştiriye yer vermeyecek bir biçimde tam yerine mi oturtulmuş? Diğer taraftan anne-baba eğitimi, öğretmenlerin mesleki gelişimi gibi çok önemli sorunların giderilmesi için öncelikle temel gereksinimlerinin karşılanması gerektiği gerçeğine, ve ekonomik gelişimin önemine ben de katılmaktayım. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
MrMarvelous Mesaj tarihi: Eylül 21, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 21, 2008 Suark said: Güzel yazı, yalnız yazının genel içeriğinden alakasız olarak ben hep zorunlu kıyafet sisteminin olumlu olduğunu düşünmüşümdür. Birde; alakalı bir anı Küçükken babam "oğlum soba o elini yakar bak dokunursan" demiş bende elimi ters çevirip koymuşum. Şu anda sağ elimin sırt parmak kısmında yanık izleri var =) Öyle anlatmak geldi içimden Son olarak, Bu yazıyı okuyoruz ya hani biz ve bazı şeylerin farkındayız. Bunları değiştirmek için neler yapabiliriz, bunları konuşsak bu konuda? sende pek zeki bi çocuk değilmişin yani. babam bana ütüye dokunma deyince elimin tersiyle de dokunmak olduğunu anlayıp öyle şeylere girişmemiştim ben Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Öne çıkan mesajlar