Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Avrupa Birliği'nin Filistin Sorununa Yaklaşımı


Dragonmax

Öne çıkan mesajlar

Bugün üzerinde durmaksızın hâkimiyet mücadelesi verilen bu topraklar, bin yıllar önce de aynı mekânda beraber yaşayan iki halk tarafından bir türlü paylaşılamamıştır. Geçmişe uzandığımızda, karanlık çağlardan itibaren Yahudilerin bu alanda yaşadıklarını, medeniyetler kurmuş olduklarını görürüz. Filistin bölgesinde bu dönemlerden günümüze kadar kalmış olan insan fosilleri incelendiğinde, içlerinde Yahudilere de ait olan kalıntılar bulunmuştur. Yani Yahudilerin dünyada ilk olarak bu bölgede yaşadıklarına dair ciddi kanıtlar vardır. Fakat aynı dönem bölgede Arapların da olduğu bilinmektedir. Sonraları mevsimsel sorunlardan, egemen medeniyet kuramamaktan ve esaretten dolayı Yahudiler başka yaşam alanlarına göç etmişlerdir. Dünyada birçok yere dağılan Yahudiler, bu yeni yurtlarında da esaretten ve acıdan kurtulamamışlardır. Ticareti ve finansal işleri herkesten çok daha iyi bilen Yahudiler, her gittikleri ülkede halk ve yönetim tarafından kullanılıp, soyulup, ezilip kovulmuşlardır. Bu şekilde 19. yüzyıla kadar yaşamaya çalışan Yahudiler, Avusturyalı bir gazeteci olan Dr. Theodore Herlz’in yarattığı “Yahudi Devleti” fikrine sımsıkı sarılıp, bu fikrin peşinde koşmaya başlamışlardır. I. Dünya Savaşı henüz patlamamışken, fazla buhranlı, fırtına öncesi sessizliğinde, gizli planların yapıldığı bir dönemde, her tür boşluğu ve fırsatı kullanan Yahudiler, kendilerine ait bir devlet kurmak için Filistin bölgesine yönelmişlerdir. Buralar kutsal kitapları Tevrat’ta kendilerine vaat edilmiş topraklardır. Yahudilerin buraya göç etmeleri ve bölgeyi yavaş yavaş kontrol etmeye başlamaları Filistin sorunun temelini oluşturmuştur. Ezelden beri burada yaşayan ve herhangi bir siyasal egemenlik kurmayı akıllarına bile getirmeyen, Osmanlı tebaasının bir parçası olmaya alışmış, sessiz ve sakin Filistinli Araplar, Yahudilerin gelmesiyle daha hareketli bir yaşamla tanışmışlardır. İlerleyişi durdurulamayan Yahudi Devleti projesi, Yahudilerin bunu gerçekleştirmek için her yolu meşru görmesi ile tam bir Yahudi Devleti– Filistin sorunu haline gelmiştir. Yahudilerin yerleşim alanları bulup, aliyalarla gelenleri yerleştirmesi ve koruması için kurduğu örgütleri (ilk yapılanmanın adı Haganah’tır), Filistin köylerinde huzursuzluklar çıkararak insanları yerlerinden etmeye başlamıştır. Tarihi kaynaklara göre de bu bölgede ilk terörist eylemleri Yahudililer (Haganah ve IZL ile) gerçekleştirmiştir. Bu tarihlerden sonra olaya bölgedeki diğer ülkeler ve büyük güçler de dahil olmuştur.

İsrail devletinin kurulmasıyla her şey daha da karmaşık bir hal almıştır. Dönemin küresel gücü İngiltere 1945 sonrası bu gücünü ABD’ye devretmiş, aynı zamanda da ikinci bir büyük güç olarak SSCB sahneye çıkmıştır. Bu iki kutbun rekabet alanı içinde yer alan Ortadoğu, kendi iç karışıklıklarında devinimi sürdürürken bu güçlerden büyük destekler almıştır. Kurulduğu andan itibaren ABD’nin desteğini alan İsrail, kazandığı bu ivmeyle hız kesmeden gelişimini sürdürmüştür. Buna karşın SSCB de Arap ülkelerine yardımlar yapmıştır. İsrail 1945’ten itibaren Araplarla yoğun bir savaş sürecine girmiş ve ABD’nin İsrail’e yaptığı devasa askeri yardımlar sayesinde, yapılan savaşları her zaman Arpalar kaybetmiştir. Arapların kazandığı tek savaş ise İsraillileri gafil avladıkları Yom Kipur savaşı olmuştur. Devam eden bu savaşlar sırasında dünya kamuoyu Filistin’e acılı gözlerle bakıp, bu savaşların biran önce durmasını istemekten başka bir şey yapamamıştır.

Bu süreç içersinde küresel taşlarda da oynamalar olmuştur. 1990’dan sonra artık SSCB yoktur. Aynı zamanda bu tarihe kadar Avrupa Topluluğu da kendini geliştirmiş ve bu noktadan itibaren dünya siyasetinde daha aktif bir rol üstlenmeye başlamıştır. Fakat kısa bir süre öncesinde Avrupa Topluluğu, bugünkü ortak atılımları gerçekleştirebilecek bütünlüğe sahip değildir. Ortak karar almada büyük sorunlar yaşamış olan AT, dünya siyasetinde oldukça etkisiz kalmış bir kurumdur. Topluluk üyesi olan her ülkenin bu bölgeler üzerinde kendi dış politikaları belirlenmesi ve bu politikaların ulusal çıkarlarına göre icra edilmesi söz konusu olmuştur. ABD ise zaten bölgede etkin siyaset izlerken, 1990 sonrası döneme girildiğinde bütünüyle bölgede söz sahibi olan tek ülke haline gelmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken, coğrafi konumu gereği Ortadoğu’da gerçekleşen olayların ABD’den daha çok Avrupa ülkelerini etkileyebileceğidir. Bu sebeple AT’nin bu bölgede kendini daha fazla göstermesi gerekli olmuştur. AT’nin bu amaçla yaptığı ilk girişimler ise gayet etkisiz ve sonuçsuz kalmıştır. Bu dönemlerde AT, politikalarını ABD’nin Ortadoğu politikalarına tamamlayıcı nitelikte icra etmeye çalışmıştır. AT bu konuda hiçbir zaman İsrail’in tarafını tutmamıştır, fakat her zaman Filistinli Arapların tarafını tuttuğu da söylenemez. Dengede, ortada bir siyaset izlemiş olan AT, ne İsrail’le arasını bozmak istemiştir ne de Arapları kendine küstürmek istemiştir. Fakat zaman zaman İsrail’in yaptığı aşırılıklara da tepkisini gösterebilmiştir. 1967 Kasım’ında Avrupa Siyasi İşbirliği toplantı bildirisinde bu konuya ciddi biçimde ilgi gösterilmiş ve bildiride Birleşmiş Milletlerin Konuya ilişkin 1967 yılı 242 numaralı kararının desteklendiği açıklanmıştır:

BM 1967 - Karar 242:
Güvenlik Konseyi:
Ortadoğu’da devam eden ciddi durumun yol açtığı endişeyi dile getirerek, savaşla toprak kazanımının kabul edilemezliğinin ve güvenlik içinde yaşayan bir bölge ile bölge devletlerinde adil ve sürekli bir barışı sağlamanın gerekliliğinin altını çizer. Birleşmiş Milletler Şartı’nı kabul eden bütün üye devletlerin Şartın 2. maddesine uygun olarak hareket edeceklerini taahhüt altına aldıklarını da belirterek,
1. Aşağıdaki iki prensibin uygulanmasını içine alacak adil ve sürekli bir barışın kurulmasını gerektiren şartın prensiplerinin yerine getirilmesini onaylar:
i- Son yapılan çatışma sırasında işgal edilen topraklardan İsrail askeri güçlerinin çekilmesi
ii- Bütün savaş tezlerinin durdurulması veya her devletin bütün savaş hali ve egemenliğin, toprak bütünlüğünün ve siyasi bağımsızlığın tanınması ve sayılması durumlarının ve de zorlama ve tehditlerden uzak, kesin ve tanınmış sınırlarda barış içinde yaşama hakkının durdurulması

2. Ayrıca
a. Bölgenin uluslar arası sularındaki denizcilik özgürlüğünün garanti altına alınması
b. Mültecilerin problemlerinin adil bir düzenlemeyle çözülmesi
c. Bölgedeki her ülkenin toprak dokunulmazlığının ve siyasi bağımsızlığının, askersizleştirilmiş bölgeler yaratılmasını kapsayan önlemler alarak garanti altına alınması

3. Genel Sekreteri, anlaşmayı sağlamak ve barışçıl ve kabul edilen bir düzenlemeyi nihayete erdirmeye eğilen çabalara yardım etmek amacıyla bu kararın prensip ve hükümlerine uygun olarak Ortadoğu’ya ait, ilgili devletlerle bölgede raporlar hazırlamak ve uygulamak için bir özel temsilci atamakla görevlendirmiştir

4. Genel sekreteri, mümkün olduğu ölçüde, özel temsilcinin çabaları hakkında bir faaliyet raporu sunmakla görevlendirmiştir.

Bununla birlikte 15 Ağustos 1973 tarihinde, 1967 yılı Kasım ayı 242. numaralı karara atıfta bulunularak, bunu destekleyici bir dizi karar daha alınmıştır. 337 numaralı kararda da yine 1967 savaşında İsrail tarafından işgal edilen toprakların geri verilmesi ve bir an önce barış anlaşmaları için masaya oturulması gerektiği vurgulanmıştır. Bu kararın çıkışında Avrupa ekonomisini sarsan petrol krizi de etkin rol oynamıştır. Ortadoğu’daki huzursuzlukların kendi ekonomisine kötü yönde etki etmesi AT’nin durumu daha iyi kavramasını sağlamıştır.

Bu dönemde Topluluğun ABD politikalarına karşı bir siyaset izlemesi mümkün değildir. Alınan kararlar daha çok ABD politikalarının tamamlayıcısı niteliğinde olmuştur. Fakat Avrupa Topluluğu ilerleyen zaman içerisinde, daha stabil bir yapılanmaya gidip Birliğe dönüşünce, üretilen politikalarda geleceğin küresel kutuplarından biri olabilme kaygısı olduğu görülür. Sovyetler Birliği’nin de dağılması, bu duruma yeni bir boyut kazandırmıştır. SSCB tarafından desteklenen Araplar, bunun yerini AB’nin alacağını düşünmüşlerdir. Fakat olaylar bu şekilde gelişme göstermemiştir. AB Ortadoğu’ya temkinli yaklaşmaya devam etmiştir. AB’nin Arapları tutması bir yana orta tarafta olması bile İsrail’i kızdırmış. İsrail yapılan görüşmelere AB’nin katılmasını engellemeye çalışmıştır. 1993 Oslo Anlaşması’nda AB’nin hiçbir etkinliği olmamıştır. 1995 II. Oslo Anlaşması’nda ise AB sadece imza törenine katılmıştır. İsrail AB’yi meseleden uzak tutmaya çalışmış ve dünya kamuoyuna AB’nin bölgeye ilgisinin barış kurma çabasından çok ekonomik sebeplerden ötürü olduğunu duyurmaya çalışmıştır.

Fakat Topluluğun sorunla yakından ilgilendiği, attığı kısa ama ciddi adımlarıyla anlaşılabilir. 1980 yılında AT, FKÖ’yü tanımış ve resmi temsilci olarak muhatap alacağını bildirmiştir. Bu gelişmeden sonra 1988 yılında ABD de bir dizi ön koşulla FKÖ’yü tanımış ve direkt görüşmelere başlamıştır. Aynı yıl Tunus’ta Filistin Devleti’nin kurulduğu ilan edilmiştir. Bu devlet, içinde Türkiye’nin de bulunduğu 50’den fazla ülke tarafından tanınmıştır.

1989 yılında AT tarafından yayımlanan Madrid Sonuç Bildirisi’nde çok önemli bazı unsurlar üzerinde durulmuştur. Bunlar:
- BM nezrinde bir Barış Konferansı toplanması,
- FKÖ’nün barış sürecinde muhatap alınması,
- Barış için iki tarafında topraklarından kısmi şekilde feragat edebilmesi,
- İşgal altında bulunan topraklarda yaşayan insanların temel hak ve özgürlüklerine sayı gösterilmesi,
- Tüm bu barış girişimleri için AT’nin her tür desteği vereceği garantisi.

Barış girişimleri devam ederken ve Filistinli Arapların içinde bulunduğu vahim durumu dünyaya anlatabilme yolları kazanılmışken, Saddam’ın Kuveyt’i işgali sırasında, FKÖ’nün bu işgalin meşru olduğunu ve Saddam’ı desteklediğini beyan etmesi üzerine AB bu örgütten tüm desteğini bir anda çekmiştir. Bu durum FKÖ’nün uluslararası arenada prestij kaybına uğramasına sebep olmuştur. Artık birçok kapı FKÖ’ye kapanmıştır. FKÖ bazı görüşmelere başka Arap ülkeleriyle birlikte katılıp uluslararası arenada onların aracılığı ile hakkını aramak zorunda kalmıştır.

11 Eylül’den sonra ABD’nin değişen Ortadoğu politikalarına, İsrail de kendine göre bir yön vermeye çalışmış ve Arafat’ı Usame Bin Laden gibi neşretmek istemiştir. 3 Aralık 2001’e geldiğimizde Arafat’ı kuşatan İsrail tankları ile karşılaşırız. Rahmetli Filistin liderinin şu sözler ise akıllardan çok uzun bir süre daha silinmeyecektir: “ Bana Filistin barışını engellediğimi ve şu anda bu barış ortamını sağlamamı söylüyor İsrail. Fakat burada tuvaletin sifonunu bile çekemez durumdayken nasıl Filistin’e barış getirmemi bekleyebilirler ki?”

Tüm bunlar yaşanırken, İsrail’in yaptığı katliamlarda hayatını kaybeden Filistinlilerin yakınları Belçika’da Sharon’a davalar açmışlardır. Belçika hükümetinin o dönemlerde yaptığı kanun değişiklikleri ile Sharon’un işlenen savaş suçlarından ötürü yargılanabilmesi yolu açılmış oldu. Sharon’un bu ülkeye girişinde tutuklanması mümkündür ve bu sebeple de Sharon o yıl Avrupa’ya yaptığı gezide Belçika ziyaretini iptal etmiştir. Daha sonra Belçika hükümeti geri adım atmış ve “yargı organlarının hükümetin dış politikasını tehlikeye sokacak önemli kararlar vermesi mümkün değildir” açıklaması yapmıştır.

12-13 Şubat 2002 İstanbul İslam Konferansı Örgütü – Avrupa Birliği ortak toplantısında Arap Devletleri toplantı bildirisine İsrail’i kınayıcı bir maddenin eklenmesini istemişlerdir fakat Türk ve Avrupalı diplomatlar bunu kabul etmemiştir. Bu, Avrupa’nın halen iki taraf arasında dengeli bir siyaset izlemeye çalıştığını ve Türkiye’nin de Avrupa’nın Ortadoğu politikalarına paralel ilerlediğini göstermektedir.

AB’nin Filistin konusundaki en büyük adımlarından biri, 12 Mart 2002’de 1937 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu kararında Filistin Yönetiminden devlet olarak söz edilmesini sağlamasıdır. Fakat AB ibresi tam Filistinli Araplara doğru kaydı derken, özellikle ABD ve İsrail’den gelen baskılarla AB, el-Fetih’in bir kolu olan ve aynı zamanda Arafat’a bağlı çalışan el-Aksa Şehitleri Tugayı’nı terör listesine eklemiştir.

Avrupa Birliği’nin demokrasi anlayışı, ABD’nin Ortadoğu’ya getirmeye çalıştığı demokrasiden biraz daha farklıdır. AB, Filistin sorununa, bölgede tam bir barış ortamı oluşturulması iin ılıman ve iki tarafa eşit bir yargıyla yaklaşmaya çalışmaktadır. Burada AB için de çok önemli olan üç unsur söz konusudur: Kudüs, Mülteciler ve bölge ülkeleriyle ekonomik iş birliğinin devamı.

AB ülkelerinin tamamının Hıristiyan olduğu ve Kudüs’ün Hıristiyanlar için de kutsal bir mekân olduğu göz önüne alınırsa, bu üç büyük tek tanrılı dinin merkez noktasının Yahudi bir devlete ait olması, birlik ülkelerinin istemeyeceği bir durumdur. Tarihinde Kudüs’ün ele geçirilmesi için uzun savaşlar atlatan Avrupa toplumları, bu gün de dün olduğu kadar kendileri için büyük önem taşıyan bu kutsal mekânı, oldubitti ile tek bir devletin eline bırakması düşünülemez. Fakat bunu engellemek adına atılan her adım sonuçsuz kalmıştır. 1947 yılında BM’nin aldığı bir kararla Kudüs’ün uluslararası rejim ile yönetilmesine karar verilmiş ama İsrail bunu görmezden gelmiştir. 1968 yılında Güvenlik Konseyi’nin aldığı 252 sayılı karara bağlı olarak, İsrail’in Kudüs’ün statüsünde yapacağı değişiklikler tanınmayacaktır. Fakat buna rağmen 1980 yılında İsrail Kudüs’ü başkent’i ilan etmiştir.

Mülteci sorunu ise daha karmaşık bir olaydır. Şu an 4 milyondan fazla Filistinli mülteci, işgal atındaki topraklarda ve komşu ülkelerde barınmaya çalışmaktadır. Bu insanlar normal yaşam koşullarından fazlasıyla uzak bir hayat sürmektedirler. Mültecilerin sığındığı ülkeler de bu fazla nüfustan ötürü ekonomik sıkıntılar yaşamaktadırlar. Ayrıca Filistinlilerin yüksek doğum oranları ile nüfuslarının artması bu sorunu içinden çıkılmaz bir hale sokmaktadır. Çok sayıda Filistinli mültecinin komşu ülkelerde olması, bu ülkelere herhangi bir karar alma sürecinde söz sahibi olma hakkı veriyor. Bu da olası bir anlaşma durumunun diğer ülkelerin çıkarlarına ters olup olmamasıyla, anlaşmanın sağlanıp sağlanamaması arasında doğrudan bir bağlantı kurar.



İsrail’in elinde bulundurduğu nükleer güç de AB için büyük bir sorudur. Şu an Ortadoğu’da nükleer güce sahip tek ülkedir ve bu avantajını kaybetmek istememektedir. Nükleer silah üretimi aşamasında, gerekli güç ve teçhizatı Avrupa ülkelerinden temin etmesi, bununla birlikte gereken ham maddeyi istihbarat teşkilatı Mossad’ı kullanarak Avrupa’dan kaçırdığına dair şüpheler de oldukça ironik bir durumdur.

Her şeye rağmen Avrupa Birliği’nin her iki tarafla da iyi geçinmek zorunda olduğu kesin bir gerçektir. Elbetteki bu düşünce şu an için geçerli ve yakın gelecekte dünya siyasetinde nelerin değişeceği, hangi taşların yerlerinden oynayacağı tam olarak kestirilemez. Fakat bugün AB, Ortadoğu politikalarında ABD’yi dengeleyici hamleler yapmaya çalışsa da bu günkü konjonktürde ABD’ye karşı siyaset izlemesi biraz güçtür. AB, askerî açıdan Ortadoğu’nun büyük gücü olan İsrail’i ve bölgeye iyice yerleşmeye başlayan ABD’yi karşısına almak istemeyecektir. Fakat aynı şekilde hammadde alışverişinde bulunduğu Arap ülkelerini kendisine küstürmesi de, isteyeceği son şey olur. Ekonomik anlamda AB’nin göbekten bağlı olduğu Ortadoğu’nun, kendisi haricinde başka güçler tarafından yönlendirilmesi asla Birlik’in işine gelmez.

Avrupa Biriliği, şu an yaşadığı fikir ayrılıklarını ve içinde bulunduğu krizi kısa vadede aşabilirse daha bütün bir yapıda bölge üzerinde etkin bir siyaset izlemek adına sağlam adımlar atabilir. Temennimiz, herkesin eşit bir yaşam hakkına sahip olduğunun aklılardan hiçbir zaman çıkarılmamasıdır.

TASAM'dayken yazdığım bir yorum

Site Adresi

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

savaş ekonomisi yüzünden israil uzunca bir süre savaşı bitirmeyecek. israil insanlarınında büyük bir çoğunluğu filistinlilerin ölmesine karşı. ve filist vatandaşı olan israilliler biliyorum

ben sadece önyargıyı silmek adına söylüyorum bunu
başlarındaki insanlar yüzünden israil halkınada katliamcı gözüyle bakılıyor çünkü

ayrıca çok güzel yazı eline sağlık
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Bence de iyi olmuş, genel olarak toplu bir görüntüsü var, ana hatlarına değinilmiş hadisenin. Yanlız şuraya takıldım:

said:
Filistin bölgesinde bu dönemlerden günümüze kadar kalmış olan insan fosilleri incelendiğinde, içlerinde Yahudilere de ait olan kalıntılar bulunmuştur.


20. yy'ın başında kafatası-ırk paralleliği kurmaya çalışıyordu ya sözde antropologlar onu hatırlattı. Şimdi benim iskeletimi inceleyip etnik kökenimi söyleyebiliyorlar mı?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

arkadaşlar, bu bir yorum yazısı ancak yazının yazılma süreci de dahil olmak üzere her evresinde, özellikelde bitiminde 3 ayrı hoca tarafından kontrol edildiğini, içinde geçer her tür kesin bilginin mutlaka bir kitap, makale veya web sitesinde kaynağının olduğunu belirtmek isterim.

fosiller hakkında bilgiyi, şu an özür diliyerek döylüyorum ki adını hatırlamadığım, ama içeriği daha çok kronolojik olarak yazılmış olan bir filistin - israil kitabından alıntı yaparak yazdım.

yazı makale değil de yorum olduğu için, kaynakları üzerinde belirtilmedi, ancak hocalar tarafından kontrol edildi. beğendiğiniz için de teşekkür ederim =)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Söylenilebilecek herşey söylenmiş. Başarılı bir çalışma. Özellikle Fransa'nın Arap ülkeleri ile çok yakın ilişkileri var. Sarkozy'nin son Ortadoğu turunda Bush'a göre çok daha fazla ilgi görmesi ve Körfez'de üs alması (ayrıca silah antlaşmaları) ayrıca Fransa'nın Kıbrıs Rum Kesimi ile askeri işbirliği ve hava-deniz üssü almaya çalışması; yakın zamanda AB'nin Fransa üzerinden Ortadoğu'da daha etkin olacağına işaret. Ama şimdilik Ortadoğu sahnesinde ABD-İsrail eksenine rakip olamazlar.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...