Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Hikaye Yarışması (Güz 2004) - Hikayeler


ghaldszar

Öne çıkan mesajlar

HİKAYE 1

Uçurtmalar (Antimodes52)


"Haydi, benimle gelmelisin... Biliyorsun, doğru olan bu. Orada senin
için hiç bir şey yok... Ölümden başka hiç bir şey...". Burnuma düşmüş
olan gözlüğümü elimle çabucak düzelttim... Bir kaç şey geveledi, onu
dinlemedim, onu ikna etmekten vazgeçmiştim artık... Sadece döndüm ve
gittim. İşin sonunda bunu yapacak olanın ben olması ilginçti, o cesur,
gözü pek adam rolündeyken ben genellikle gözlüklü, kısa boylu, zayıf
ve her şeyi enine boyuna düşünerek hareket eden kişiydim...
Korkularıyla yüzleşebilen, cesaretli davranışlarda bulunan genellikle
oydu... Onunla da cesareti sayesinde tanışmıştık zaten... Tam bir sene
bir gün önce...
Bir perşembe sabahıydı sanırım... Yine işten çıkmış, evime doğru
yürüyordum. Hava yağmurlu olsa da işten eve yürümeyi tercih ediyordum,
hem kilo vermeme yardımcı oluyordu, hem sağlıklıydı hem de otobüse
para vermem gerekmiyordu... Yine de yağmur yağıyor olması beni pek
memnun etmiyordu, acele ediyordum. Eve varmama iki, üç sokak kalmıştı
sanırım, caddeden karşıya geçerken bir anda arkamdan bağırışlar
duydum, bir anda güçlü kollar omuzlarımdan tutup beni ileri
fırlattı... Yere düştüm, takım elbisem çamur içinde kalmıştı, omzumu
kaldırıma çarpmıştım ve fena halde sızlıyordu... Bir de bana az kalsın
çarpacak olan kamyon üstüme su sıçratmıştı... Kafamı çevirdim,
cebimden bir mendil çıkarıp gözlüklerimi sildim ve hayatımı kurtaran
adama baktım... Uzun boylu, kaslı yapılıydı. "Karşıdan karşıya
geçerken daha dikkatli olmalısın..." dedi. Tanımadığım insanlarla
senli benli konuşmak beni normalde çok rahatsız ederdi, ancak belki bu
adam az önce hayatımı kurtardığından belki de başka sebeplerden hiç
rahatsız olmamıştım. "T-teşekkür ederim..." ağzımdan çıkan tek
laftı... Karşıdan karşıya geçerken son hızla bir kamyon üstüme
geliyordu, ölmek üzereyken bu adam canını tehlikeye atıp beni sokağın
öbür tarafına fırlatıyordu ve ağzımdan çıkan tek laf "Teşekkür ederim"
idi... Hatta hayır, kekeleyerek söylemiştim bunu bile... "Önemli
değil." dedi kayıtsızca, bunu her gün yapıyormuş gibi... Bir anlık
sessizlik oldu, o zaman hala yerde yatmakta olduğumu hatırladım ve
ayağa kalktım, çamurlu üstümü başımı bir yardımı olacakmış gibi sildim
azıcık. "Bir içkiye ihtiyacın varmış gibisin, az kalsın ölüyordun
nasıl olsa..." dedi sırıtarak. Ben de sırıtarak bunun çok hoş
olacağını söyledim, birlikte bir bara gittik içmeye...
Sallana sallana titremekte olduğumu anca bara girdiğimde fark ettim.
Ona oturmasını, yüzümü yıkayıp geleceğimi söyledim, aynada kendime
baktım, gerçekten de solmuştu rengim, gerçekten de bir içkiye ihtiyaç
duyuyor gibiydim. Yüzümü yıkadıktan sonra gidip yanına oturdum... Üç
yada dördüncü biradan sonra kendime gelmiştim, muhabbetimiz de bayağı
ilerlemişti, kendimizi bira içerek din konularını tartışırken
bulduk... Aslında şaşırmadım buna, ölüm konusu açıldığında işin dönüp
dolaşıp dine gelmesi gayet normaldi. "Ben Tanrı'ya inanmıyorum." dedi,
buna da hiç şaşırmamıştım, bu resmen değişik muhabbeti olan, kendini
normalden farklı göstermek isteyen, ilginçlik peşinde insanların
klişesi haline gelmiş bir cümleydi, Tanrı'ya inanmadıklarını
söylerler, kitapların saçma olduğunu söyleyip Tanrı'nın neden domuz
yemesine karıştığını sorarlardı. Ancak sonradan bunun arkadaşım
açısından doğru olmadığını anladım, muhabbet ilerledikçe ilgimi
çekiyordu... "Yani, baksana, çok saçma, Tanrı olamaz, çünkü Tanrı
olsa, senin minnettarlığına ihtiyacı olmaz... Öyle bir sistem
oturtulmuş ki, ben Kur'an-ı Kerim yada İncil'e baktığında sadece ego
manyağı, zavallı bir yaratık görüyorum... 'Bana tapının, yoksa
ateşlerde kavururum hepinizi!'. Söylemek istediğimi anlıyor musun?
Gerçek bir Tanrı'nın bu tür minnettarlığa veya saygıya ihtiyacı
olacağını zannetmiyorum.". Ben her zamanki gibi konuşmaktan çok
dinlemeyle ilgileniyordum, sadece bazı noktalarda sorular soruyordum:
"Yani sence dinlerin hepsi yalan mı? Ölünce sadece çürüyeceğine ve
maymundan geldiğine mi inanıyorsun?". "Bilmiyorum, tam olarak emin
olamıyorum... Şu andaki fikrim dinlerin yalan olduğu ve her insan
icadı gibi iyilik için kullanıldığı kadar kötülük için de
kullanılabileceği... Kimin eline geçtiğine bakar, ne kölelik
sistemleri kuruldu dinler üstüne... ancak aynı zamanda bu sistemler
insanları yerinde tuttu, suçları azalttı. Ben bilmediğim şeyi
yorumlamam, maymundan geldiğim kanıtlanmadığına göre ona da
inanmıyorum, ölünce ne olacağı hakkında da bir fikrim yok... Ancak
dinler gerçek ise... o zaman hepimize yazık işte...". Bu sözüne
kaşlarımı çattım, ne demek istediğini anlayamamıştım... "Nasıl yani?".
Bir sigara çıkardı, ceplerini karıştırdı, çakmağını bulamayınca
masadaki kibriti alıp sigarasını yaktı, bir nefes alıp anlatmaya
başladı... "Çünkü o zaman hastalıklı bir oyun oynayıp bundan büyük bir
haz olan herifin tekiyle karşı karşıyayız demektir.". Hala
anlayabilmiş değildim... "Ne demek istiyorsun ya?". "Etrafına bir bak,
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 2

Nadimler Sokağı (Ardeth)


Uyanmıştı uyanmasına ama binalar arasındaki dar boşluklar yutmuştu onu. Ne
zaman baksa çıkışa, ne zaman yüzleşse güneşle, midesi bulanıyor başı
dönüyordu. Ne güneşti o yüzleştiği ama...Tepesini kara bir bulut gibi örten,
çamaşır ipliklerine dizilmiş sıra sıra giysilerin, örtülerin, çarşafların
arasından kaçıp ta yattığı yere ulaşabildiği kadarıydı. Birden kendi elini
istemsiz olarak yavaşça kaldırdı ve yüz hatları etrafında gezdirmeye
başladı. İçi burkuldu, karanlık bir korku sıkıştırdı kalbini çünkü
kontrolsüz yaptığı bu hareket daha önce hiç hissetmediği tanımadığı bir
yüzün hatlarını inceler gibi dolaştı yüzünün üstünde ve çevresinde. Korku ve
dehşet kaybettiği gücü ona yeniden kazandırdı ve böyle fırladı ayağa yattığı
yerden. Kafasının arkası soğuk rüzgarla temas edince fark etti oradaki ılık
ıslaklığı. Bu sefer eli yer yer ıslak, yer yer kan pıhtısı ile birbirine
düğümlenmiş olan omzuna kadar inen koyu renkli saçlarına gitti. Hızla
arkasını dönüp kalktığı yere baktı ve beklediği gibi yerde kafasından sızan
kandan oluşmuş küçük bir kan gölü gördü. Kafasının nasıl yaraladığını,
buraya nasıl geldiğini hiçbir şekilde hatırlayamıyordu. O an kan gölündeki
yansımayı görmesiyle beraber korkusu ve dehşeti arasından fırlayıp yüzünde
beliren çaresizlik duygusu sessiz bir çığlık atmasına neden olmuştu.
Endişeyle birkaç geri adım attı ve göğüs kafesini kıracakmış gibi atan
kalbinin sakinleşmesini bekledi. Yavaşça dizleri üzerine çökerek o kan gölü
üzerinde az önce elleri ile anımsamaya çalıştığı yüzü bu sefer gözleriyle
inceliyordu. Aklında tek beliren tanısızlıktı, yani onu yutan boşluklar
değildi, onun yuttuğu kocaman bir boşluktu... Bu daracık bina araları içini
sızlatıyordu sanki dışarı fışkırmak isteyen bir sürü anı bu darlığın baskısı
altında eziliyordu. Aklını kurcalamasının hiçbir faydası olmadığını
anlayınca hissettiklerinin ona yol göstereceği umuduyla kalbine inmek
istedi. Fakat kalbi aklı gibi açık ve darmadağın değildi, sanki kendini
korumak için kapanmıştı, içinde bir şey saklıyordu, belliydi. Hatıraları
gibi uçup gitmesin diye demir bir çatı altına saklamıştı o kırılgan duyguyu.
Biliyordu, kalbi ona bile güvenemezdi, aklının bu karmaşasında hemen eriyip
gidebilirdi o duygu. Tek bir parmağını küçük kan gölüne daldırdı ve o azıcık
kan ile acıdan sızlayan çatlamış dudaklarını ıslattı. Dudakları, yıllardır
sulanmamış bir bitkinin suyu kabul ettiği gibi kabul etti iki üç damla kanı.
Kendini ayağa kalkmaya zorladı ve geri dönerek sokağa açılan çıkışı gördü.
Kendine yüklediği yeni bir amaçla çıkışa bakmak artık o kadar midesini
bulandırmıyor yada başını döndürmüyordu. Güneşin aydınlığı altında görmek
istediği şeyi görebileceğini biliyordu ve emin adımlarla yürüdü sokağa
doğru.

Önüne açılan bomboş sokakta sadece tek bir şey dikkatini çekebilirdi, yol o
olmalıydı. Tam karşısında duran bir saatçi dükkanının arka yüzüydü gördüğü.
Dükkanın bu yüzünde bir kapı yoktu ama iki tane kare penceresiyle devasa bir
gözlüğü andırıyordu, her şeyi görmesini sağlayacak olan gözler bu iki camın
arkasında olmalıydı. Biraz daha yaklaşarak ellerini cama yapıştırdı ve içeri
baktı dikkatle. Cam içerden biraz tozlanmıştı ama küçük bir tezgahın
arkasında duran kahverengi yelekli, beyaz gömlekli ve siyah pantolonlu
cılız, yaşlı bir adamı ve duvarlarda asılı çeşit çeşit saatleri
görebiliyordu. O an tezgahtar başını çevirerek ona baktı ve sanki onu
tanıyormuş gibi bir ifade belirdi yüzünde. Ona eliyle içeri gelmesini işaret
etti. O da bir an bile beklemeden ellerini üzerinde durduğu camdan çekti ve
dükkanın etrafından dolaşarak diğer yüzündeki metal kapıya ulaştı. Daha
tozlu kapıyı iterken içerdeki adam konuşmaya başlamıştı;
''Sizi gördüğüme sevindim efendim nasılsınız?''
O ise sadece çılgınlar gibi etrafa bakınıyordu, adamın sözlerini
algılayamamıştı bile. Etrafta tanıdık gelecek ve ona yol gösterecek herhangi
bir şey arıyordu. Şaşıran yaşlı adam yüzündeki endişeli ifadeyi saklamaya
çalışarak devam etti,
''Ba-bana bıraktığınız saati tamir ettim, siz gelmeyince bende çırakla
gönderecektim evinize ama isterseniz vereyim şimdi...''
Bunu diyerek saatçi üstünde adres yazılı olan küçük paketi uzattı ona doğru.
Paketi adamın elinden kaptığı an kendini bir uçurtma gibi hissetmişti, sanki
ayakları yerden kesilmişti. Kutu üzerindeki adrese aceleyle bir göz atıp
kendini dükkan kapısından dışarı açılan caddeye attı. Caddenin soluna doğru
bir meydana dikilmiş tabelalar görmüştü ve büyük bir hızla oraya koşarken
yaşlı saatçinin iyi günler dileği daha kulaklarına varamadan dükkanla
arasında açtığı mesafede kayboldu. Tabelaların oraya geldiğinde bir kez daha
göz attı kutuya, garip sokak adını anımsamak için; ''Nadimler Sokak''. Oraya
dikili tabelalarda aradığı sokağı görünce nerdeyse sevinçten bir çığlık
atacaktı. Daha şimdiden etrafında gördüğü her şeyin tanı
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 3

Maviye Kavuşamayan (Halfmumi)


Bir kibrit yakıp,geçmişe dönüyorum ara sıra,Caddede top koşturup arabaların altına kaçan toplar için
arabaların altına yattığım zamanlara...Henüz ne bilgisayar yüzünden oluşan,takmadan çekmecemde paslanan
gözlüğümün,nede kendime ait banka hesabımın olmadığı zamanlara.Zaman makinesini çalıştırın lütfen...

Henüz ortaokul zamanlarındayken hasta olduğum ve sürekli yapmak istediğim şeydi uçurtma uçurtmak.Gel
zaman git zaman,yalvar yakar bir uçurtma planı çizdim kendi başıma.Nasıl yapıldığını,nasıl kaldırılacağını
ve nasıl uçurulacağını araştırdım.Mükemmel sonuca vardım;Mavi renkli,göklerin renginden bir uçurtmaya.İnanmam güç olmuştu,
bunu ben mi yapmıştım?Nasılda mükemmel bir gündü,kuyruğunun evin içinde dalgalandığı anlar halen benimle
beraber.Kırılganlığa karşı sağlam olsun diye bantla güçlendirdiğim çıtaları,bir mimarın,köprü statiği
hesapladığı şekilde hesaplamıştım sanki.Tek sorun kalmıştı aklımda;"Acaba,haftasonu şaheserim uçacak mı?"

Heyecanlı bir çocuğun kalp atışlarıydı bahçemize çıkıp uçurtmama baktığım an.
Koştum...Sürekli koştum..Arkamdan dalgalanarak beni kovalıyordu sadece.Kedi fare oyununda,fare bendim.
Bir saat sonra ise,deli gibi rüzgara rağmen uçamayan uçurtmamın karşılığında dökülen gözyaşları vardı.
Babam "Gereksiz bir uçurtma için ağlamamı" söylesede,o uçurtmayı gökyüzüne çıkartmak benim için bir "dünyaydı".
Hem,herkezin uçurtması uçuyorduda,benim daha güzel ve daha büyük olan uçurtmam neden uçmuyordu?Yoksa,
benim Mavi Dünyam diğerlerinden farklımıydı? Hayır canım,neden farklı olacaktı ki...
Bir çok zaman,Bir kibritte bitirmek istedim o mavi uçurtmaya karşı olan herşeyimi;sevgimi ve nefretimi..
Kibrit ise,hep kutudaki yerinde kaldı..

Ay geçmedi ki,bir okul dönüşü,çok fazla rüzgarın olduğu bir günü değerlendirmek istedim doğruca.
Uçurtmamı aldım ve direk çatıya çıktım.Öyle ya,göklere daha yakın olduğum zaman,uçurtmam uçabilecekti
belkide.Çatıdan,aşağıdaki bahçeye uçmamak için oldukça dikkatli davranarak uçurtmamı aşağı bıraktım..
Önce,aşağı bahçeye düşer gibi oldu,ardından göklere yükseldi bir anda.Koşmama bile gerek kalmamıştı.
Sert rüzgar bir anda değişti,10 metre yukarıda olan uçurtmam bir anda caddeye doğru pike yapmaya başladı.
Ne olduysa,ben fazla bir şey diyemeden oldu.Bu kez ağlamadım.
Halen yüreğimin bir parça kenarında,o mavi kuyruğunun dalgalanışı ve o son uçuşu ile.
O son anı,kare kare...

Sorun şu ki,hiç bir zaman özgür kalıp mavi gökle bir olmaya gidemedi...

[Bu mesaj ghaldszar tarafından 27 Ekim 2004 00:16 tarihinde değiştirilmiştir]
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 4

Sabah Yürüyüşü


" Özür dilerim.

Herşey böyle olduğu için, ben böyle olduğum için üzgünüm. "

Tekrar geçirdi bu cümleleri kafasından. Aklına başka birşey gelmiyordu. Günlerdir ruhu kanıyordu için için, ama aklına gelebilen tüm sözcükler bu kadardı. Yaşadığı olaylar, anlık sinirleri kanatlanıp uçmuşlardı.

" Özür dilerim "

Peh. Dünya üzerindeki en zavallı cümleydi herhalde bu.

Ayağı takıldı, ıslak kaldırıma paldır küldür yuvarlandı. Ağzından ufacık bir küfür çıkamayacak kadar uçarı bir ruh halindeydi. Ceketine bulanmış toz toprağa bakarken, caddeden geçen arabalar hızlı hayaletler gibiydi. Önce ceketi temizlemeye yeltendi. Her silmeye çalıştığında çamur üstüne daha çok bulaşıyordu. Ama sinirlenemiyordu bi türlü. Düştüğüne bile lanet edemiyordu. Belki de kilometrelerce yürüdükten sonra şans eseri oturmuş olmak onu mutlu etmişti.

Taşları yamuk yumuk yerleştirilmiş, arası garip bir dolguyla birleştirilmiş kaldırma takıldı gözü. Düşmesine sebep olan taş bunlardan biriydi. Hangisi olduğunu söylemesine imkan yoktu, ama en azından taşların yerleştirilme şekline kafayı bozabilirdi. Hepsi bir araya gelmişler, ele ele tutuşup baş başa verip onu düşürmeye çalışmışlar ve bunu başarmışlardı. Şimdi sessizce onu izliyorlar, belki de sinsi sinsi onun haline gülüyorlardı. Onlara çok da kızmıyordu, hayat ufak kaldırım taşları için ne kadar heyecanlı olabilirdi ki?

Hızlı bir hayalet daha caddeden geçti, sonra tekrar kaldırıma baktığında taşların büyük kırmızı gözlerinin ona çevrili olduğunu farketti. Dişlerini kenetleyip gözlerini kısarak kendisine yöneltilen bakışlara karşılık verdi.

Trafik lambasının kaldırıma yansıyan kırmızı ışığı ona bir anda medeniyetin ortasında rezil bir şekilde oturduğunu hatırlattı.

Ayağa kalktı. Yeniden yürümeye başladı. Kirli ellerini boş ceplerine soktu.

" Özür dilerim. Benim hatamdı. Yanında olamadım. Niye böyleyim bilmiyorum"

Pekala da biliyordu. Herşeyin sebebini beyninin bir tarafında kitleyip terketmişti. Kitlediğini bile unutmuştu genç adam. Çok iyi hatırladığı birşeyi söyleyememe duygusunu ruhunun derinliklerinde hissediyordu şimdi. Sorunun ne olduğunu bildiğinden emindi. Ama nasıl söyleyeceğini nasıl anlatacağını kavrayamıyordu. Duygularını bazen gerçek hale getirmek onun için çok zordu.

Yokuş aşağı yürümeye devam etti.

Kırık dökük bir sürü çatı ufuk çizgisini kapatıyordu. Kararmış bina cepheleri onu izleyen suratsız insanlara benziyorlardı. Kiminin balkonunda çamaşırlar asılıydı, kiminin penceresine birkaç boş saksı konmuştu. Her kara binanın içinde kocaman bir hayat hikayesi yaşıyordu ondan gizli. Belki biri doğum gününü kutluyordu caddenin sonundaki evde, belki karşı komşusu kabadayının tekiydi, belki bakkalın yanındaki evde hayat kadınının teki oturuyordu... Ne yaparsa yapsın karşısındaki evleri kara birer bina olarak göremiyordu. Hepsi bas bas kendini hikayesini anlatmaya çalışıyordu. Adeta iki yakasını tutup onu sarsarak ilgisini çekmeye çalışıyorlardı.

Kulaklarını kapamak istedi. Ancak duydukları kafasının içindeydi. Elinden hiçbirşey gelmiyordu. Gözlüğünü çıkarıp gözündeki ıslaklıktan kurtulmaya çalıştı. Fakat o da çamura bulanmış ceketinden farksızdı.

Birşey oldu. Onlarca kara binanın arasından, ilerde ufuk çizgisinde bir uçurtma yükseldi. Rengarenk kumaşıyla, etraftaki tüm griliği bir anda güçsüz kıldı. Öylece gökyüzünde sallanıyordu. Gözleri havada salınan uçurtmaya ktilendi. Birazdan ıslak çatıların ardından geldiği gibi kaybolacaktı belki. Ama genç adam mesajı almıştı.

"Artık bazı şeyleri herşeye rağmen düzeltmenin zamanı gelmedi mi?"

Koşmaya başladı. Taş kaldırımlı sokakları birer birer geçti. Ayakları hızlanan yağmurla yarışıyordu artık. Kalbi heyecandan mı, yoksa koşmaktan mı bilinmez, yerinden fırlayacak gibiydi. Burdan sonra zaman birden daha hızlı akmaya başladı. Kara binalar ve hızlı hayaletler gerisinde kalmıştı. Şimdi boş bir sokaktaydı. Arada tek tük arabalar geçiyordu. İnsanlar da yavaş yavaş evlerini terketmeye başlamış, şehir alaca karanlıktan kurtulup güzel bir sabaha merhaba demeye hazırdı.

"Üzgünüm. Bazı şeyleri değiştirmeye zamanım olmadığı için. Seni mutlu edemediğim için. Yapamadığım herşey için. Herşeyi değiştirebiliriz. En baştan deneyebiliriz..."

Sokağın karşı kaldırımında "onu" gördü. Kalbi duracak sandı. Evinden çıkıyordu. Elindeki ufak çantanın içinde birşeyler arıyordu. Saçları her sabahki sevimli dağınıklığına sahipti. Gözleri yorgun olsa da gülüyordu. Genç adam da ister istemez güldü. Bir ayağını boş caddeye attı. Tam karşıya geçecekken, genç kızın kafasını kaldırmasıyla durdu. Kız sokağın diğer ucuna bakarak gülerek birşeyler söylüyordu. Sokağın ucundaki adam kızın yanına geldi ve konuşmaya başladılar. İkisi de gülüyordu. Yüzlerinde heyecan vardı. Ve sonra sokağın ucundaki adam elini kızın kırılgan beline doladı, yürümeye başladılar.

Donup kalmıştı.

Genç adam ne yapacağını şaşırdı. Olduğu yerde, bir ayağı kaldırımda diğeri caddenin kenarın
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 5

Vasati 40 Çöp


Gece, asla bir şehrin üstünü örtmeyi başaramaz. Zamanında bir filozofun dediği gibi, ışığa aydınlanmak için değil, daha fazla parlamak için koşan insan, geceleri dahi parlamayı başarmıştır. İnsanoğlu, yıldızların kendinden daha fazla parlamalarına izin vermez...
...Oysa o gece, alışlmadık bir karanlık örtmüştü şehrin sokaklarını. Sakin siyah bir sessizlik hakimdi etrafa. Hatta eğer küçük bir evin çatı katındaki bir pencereden dışarı süzülen bir tutam ışık da olmasaydı, gecenin insanlık üzerinde büyük bir zafer kazandığı bile söylenebilirdi...
Meraklı bir kuş söz konusu olan pencerenin önüne konup içeri baksaydı, büyük hayal kırıklığına uğrardı. Zira cılız bir mumun yaydığı ışıkta dans eden bir gölge, ertesi gün vapur peşinde uçarken diğer kuşlarla muhabbetini yapabileceği kadar enteresan sayılmazdı. Ama şehirde görülen bu tek ıiık kaynağının etrafındaki yegane gölge için durum çok farklıydı...
Gölge mum ışığındaki endişeli dansının ortasında durdu ve gözlerini eriyip, giderek soğuyan bir yatak oluşturarak mumun altındaki tabağa akan nehirler yaratan balmumuna dikti...
"Yine sen!"
Bu durgun ve ruhsuz sözcükler havada bir süreliğine asılı kaldı...
"Neden burdasın? Git başımdan! Ben..."
Sesi iyice zayıflarken, gölgenin gözleri minik tabaktaki balmumundan ayrılamıyordu...
"Selam Icarus! Nasılsın?"
------------------
Betonarme bir sahil kenarında küçük cılız bir çocuk, kendi yaptığı uçurtmasının sakin deniz meltemleriyle havada süzülüşünü garip, mutlu bir gururla izliyordu. Bunu yaparken elindeki ip yumağını bir salıp bir toplayarak, değişen esinitinin uçurtmasına yön vermesini sağlamakla meşgul olduğundan, etrafında olup bitenlerin pek farkında değildi. İşte bu nedenledir ki, birinin kendisine "Merhaba ufaklık" diyerek seslenmesi onu gayet gafil avlamıştı, ama onu asıl korkutan gözlerini uçurtmasından ayırıp etrafına bakındığında kimseyi görememesi oldu...
"Merhaba ufaklık, çok güzel bir uçurtma. Demek kendin yaptın..."
"K... kimsiniz?"
"...gerçekten iyi iş başarmışsın, gayet dengeli hafif ve rahat uçuyor, ama keşke tahtalarını birleştirmek için balmumu kullanmasaymışsın..."
"Kimsiniz? Nerdesiniz? Ne... nerden bili..."
O bütün bu korkulu sorular silsilesini sıralarken çıkan sert bir rüzgar, küçük çocuğa uçurtmasını hatırlattı ve elinden kayıp giden ipin sonuna sıkı sıkıya tutunabildi. Fakat korkudan titreyen cılız vücudu ve rüzgar, uçurtmasını toplayıp gitmesine izin vermiyorlardı.
"...çünkü balmumu, küçük Icarusum, Güneş'e yaklaştıkça erir ve sen yikseldikçe düşüşün kesinleşir..."
Kulağında yankılanan bu son sözler küçük çocuğun sahip olduğu son gücünde, tıpkı bıraktığı uçurtması gibi ellerinden uçup gitmesine neden oldu. Çocuk gözyaşları içinde evine koşarken net olarak gördüğü son şey, rüzgarın dinmesiyle havadaki süzülüşüne denize düşerek son veren uçurtması oldu...
------------------
Gözlerini sönmekte olan mumdan ayırabilen gölge, bulunduğu çatı katından evin ilk katına inen merdivenlere doğru harekete geçti. Merdivenlerden inerken sönen mumla olan dansına aniden aydınlanan avizeyle devam ederken gözlerini sokak kapısına dikmekteydi. Bu evden hemen çıkmak istiyordu. Kapıdan dışarı adımını attığındaö bir anda sçnen avizenin yerini, evin üzerinde bulunduğu caddenin sokak lambalarından biri almıştı...
...Ama bu ışık oyunları onu kariısındaki ikinci gölge kadar şaşırtmamıştı...
"Ne o? Tek olduğunu mu zannediyordun? Leprechaun ile tanış..."
...Aslında tanışmasına gerek olmadığını, o gözlere baktığında gayet net anlamıştı...
------------------
Parlak yeşil gözlerini, çiseleyen yağmurun ardındaki gökkuşağına dikmiş, o gökkuşağının bittiği yere doğru koşuyordu. Aylardır bu anı bekliyordu, annesi küçük yeşil cinlerin gökkuşağının sonuna sakladığı altınlardan bahsettiğinden beri, her yağmur yağdığında bulutların ardından belki gülümser diye Güneş'i gözlüyordu. Sonunda dileği gerçekleşmiş ve büyüleyici renkleriyle bir gökkuşağı oluşmuştu, ama bu gökkuşağının sonu çok uzakta gibi gözüküyordu. Umutlarının azalıp yorulmaya başladoğı anda birinin kendine seslendiğini duydu...
"Merhaba ufaklık..."
Gözlerini bir anlığına gökkuşağından etrafına yönlendirdiğinde kimseyi görmemesinin üzerine, duyduklarına pek önem vermedi ve solmakta olan gökkuşağını takip etmeye devam etti...
"Çok ayıp! Neden duymamazlıktan geliyorsun?"
Bu sefer tam kulağının dibinde çınlayan sesin kaynaiına bakmak için dikkatsizce dönerken ayağı takıldı ve her ne kadar son anda kollarıyla engellemeye çalışsa daö küçük kırılgan bedeninin kaldırabileceğinden çok daha sert bir şekilde düştü.
"Ah benim küçük leprechaunım... Bir yalan yüzünden çektiğin acıya bak... Annenin dediklerine inanmak zorunda mısın?"
Yeşil gözleri kırık kolunun ve kalbinin verdiği acıyla kararmadan önce, hala duyduklarını kimin söylediğini bulmaya çalışıyordu...
------------------
Yaklaştıkları sokak lambaları birer birer yanarken, geride bıraktıkları yavaşça sönüyorlardı.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 6

Dışarda Savaş Var


Dışarda savaş vardı... Onun için en güvenli yer, toprağın altına kazdıkları yuvalarıydı. Çatısı, penceresi, kapısı olmayan, yerin altındaki soğuk ve nemli toprağı duvar kabul eden mağaramsı yapılar ve burayı paylaştıkları diğerleri... Herkesin bir görevi vardı burda. Onlar dünyaya gelir gelmez hayatta kalmak için uğraşıp didinmeyi; o kırılgan bedenleriyle her türlü güçlüğe göğüs germeyi öğrenmişlerdi. Burda güçsüze yer yoktu, çünkü dışarda savaş vardı...
Onlar yer altındaki soğuk yuvalarında ne salıncakta sallanmayı bildiler, ne uçurtma uçurmayı, ne topaç çevirmeyi, ne yüzmeyi engin denizde, ne şarkılar çalıp eğlenmeyi, ne de salt, yalın bir gülücüğün bile onları nasıl güzelleştireceğini...
Dışarda toplu halde bulunmak tehlikeliydi. Caddelerde, kaldırımlarda onlara rastlamak zordu. Şekercinin önü cazip de gelse, gitmemeleri gerektiğini yaşayarak öğrenmişlerdi. Çünkü düşmanla karşılaşmak korkunçtu. Sanki herkes onları ezip geçmek istiyordu. Bazen düşman kimyasal silahlarla saldırır, onları yuvalarında, uykularında yakalardı. Bazen düşman yakaladığını alıp götürür, işkence anı gelene kadar kibrit kutularına tıkardı. Bazen düşman bir gözlük camı kullanıp yakar kavururdu yakınlarını, onların gözü önünde... Düşmanla karşılaşmak... Korkunçtu...
Ama onlar karıncaydı. İçlerinde bir yan eksik kalmıyor, bu onları üzmüyor, hayata küstürmüyordu. Çocuk olmadan değil büyük adam, işçi olmak, asker olmak olağan dışı değildi...
Özne insan olunca, değişiyor işte konunun rengi... Uçurtma uçuramayınca, toprak altı sığınaklara tıkılınca, uykularında öldürülünce çocuklar, yakalanıp, işkence görmek üzere hücrelere tıkılınca, bombalarla gözlerinin önünde öldürülünce sevdikleri... İşte; özne insan olunca, değişiyor konunun rengi...
Birilerinin yıllardır, dünyanın dört bir yanına getirdikleri karınca kararınca özgürlük; bu olsa gerek...
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 7

Ölümcül Mavi


Esin caddede ağır adımlarla ilerliyordu. Aklında geçmiş yıllardan kalan anılar vardı. Zaten geçmişinden geriye kalan da sadece bu değil miydi? Anılar... Hayat onu çok değiştirmişti. O mağrur, kırılgan,aptal kız gitmiş geriye kocaman bir hiç kalmıştı. Deniz kenarında bir bank bulup oturdu. Deniz'in mavisini öylesine severdi ki... Hayatını mahveden erkeğin gözleri de ölümcül bir mavi değil miydi. Deren di adı. Babasını kaybettiği yıllarda tanımıştı onu. Kendisine destek olacak birine öylesine ihtiyacı vardı ki...

'O çocukla evlenmene asla izin vermiyorum.'
'Anne 25 yaşındayım. 20 dakika sonra da evli bir kadın olacağım. Bu söylediğine inanamıyorum.'
'Bana düğünden yarım saat önce haber verirsen sana bunu daha önce nasıl söyleyebilirim?'
'Anne Deren ve ben aslında kimseyi çağırmayacaktık. Seni çağırmak istemediğin damadının fikriydi.'
'O benim damadım değil.'
'20 dakika sonra olacak.'
'Seni uyarıyorum Esin bu adamla evlenicek olursan seni evlatlıktan red ederim ve bütün mirastan mahrum kalırsın.'
Esin soran gözlerle annesine baktı. Nasıl olurda onu böyle mutlu bir gününde onunla böyle konuşabilirdi. Gözleri doldu.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 8

Usla Dans


Duvarları siyah ve lekeli. Küçük bir oda. Sadece bir lavabolu tuvaletle yatak var. Bir de ışığın girdiği dar parmaklıklı bir pencere - camsız. Yatağın üstünde bir adam oturuyor. Yüzü avuçlarında. Uzun boylu. Esmer. Bekliyor.

" Kalkma zamanı." , odanın dışındaki hoparlörün sesi cızırtılı. Adam sesi duyunca kafasını kaldırıyor. Etrafına bezgin bir bakış atıyor.

Işıklar yanar. Bir kaç saat kaldı. Acaba dışarıda gece mi , gündüz mü? Bir ömür sığar mı bir kaç saate?

Adam zavallı. Yazık ölenlere ve öleceklere.

Hatırlıyor. İlk tam anısı ( Yoksa değil mi? ).

Daha üç ( Yoksa iki mi? - ama olmaz ; iki çok küçük.) yaşındaydı. Yeni uyanmıştı öğle uykusundan. Aslında pek sevmezdi güneş tepedeyken uyumayı ama olmuştu işte ; dalmıştı bir kez. Önce biraz etrafına baktı uyanınca. Duvarlar , koltuklar , televizyon falan filan işte ve ne işe yaradığını bilmediği bir sürü şey daha.

Biraz etrafı inceledikten sonra , hiç ses olmadığını fark etti. Küçük bir ayak sesi bile yoktu. Rahatsız oldu önce , sonraysa kısıkça annesine seslendi. Cevap gelmedi. Bunu bir kaç yineleyip de cevap alamayınca bağırmaya başladı , ardındansa ağlamaya. Sustuktan sonra biraz cesaretimi toplayıp ayağa kalktı ve pencereye doğru sendeledi. Kapalı perdeyi açıp:

" Anne gel..." , diye mırıldandı. Hıçkıra hıçkıra , ağladı ağlayacak bekledi biraz. Kimse gelmedi. Yine annesini çağırarak mırıldanmaya ve ağlamaya başladı. Biraz zaman geçtikten sonra kapı açıldı ve kasaptan gelen annesi elinde torbalarla eve girdi. Kendisini - ağlayarak - annesinin kucağına attı.

Adam ayağa kalkıyor. Odada turlamaya başlıyor. Küçük bir gülümseme geçiyor yüzünden bunları düşünürken. Kötü anılar , diye düşünüyor sonra. Neden insanların küçüklüklerinden kalma en belirgin anılar kötüdür? Yoksa bir benimkiler mi öyle? Mümkündür. Kimse gelmeyecek sanıp ağlamıştım herhalde. Sonsuza kadar yalnız kalacağımı düşünmüş olmalıyım. Belkide şimdide ağlamalıyım. Yine yalnızım. Ama bu sefer geriye dönmeyecek olan benim. Yazık ölenlere ve öleceklere.

Ve adam bunları düşünürken yine ağlıyor. İlk değil ama son. Neden sonra geceyi hatırlıyor. Sanrılar , garip rüyalar görmüştü. Şimdi sadece bir kaçı belirgin aklında:

Merdivenlerden çıkıyordu - uzun dik merdivenlerden. Anlamları belirsiz ama gürültülü sesler duyuyordu. Mutlu ve heyecanlı sesler. Evet ! Kesinlikle mutlu. Alkışlar , tezahüratlar. Merdivenlerin sonuna yaklaştığında anlaşılır bir ses duyuyordu:

" Sezar ölüme gidenler selamlar. " ve sonra bağıran kalabalıklar sessizce duran askerlere dönüşüyor ve hepsi mızraklarını ona doğru çevirip fırlatıyordu. Gözlerini kapatıp ölümü bekliyor , bir şey olmayınca ise açıp etrafta ve üstünde siyah güller görüyordu.

Merdivenlere dönüp çıkmaya devam ediyordu. Biraz çıktıktan sonra merdivenlerin olmayan tepesi bir sunağa dönüşüyor ; bir adım sonraysa sunakta kukuletalı biri beliriyordu. Eli baltalıydı. Celladı. Sunağa çıkıyor , kafasını üstündeki oluğa koyuyordu.

Balta inerken uyanmıştı.

" Sezar ölmek üzere olanları selamlar. Selam Sezar. " , diyor sakince. Bir sürü küfür akıyor beynine. Lanet olsun. Burada benim selamlanan , diye geçiriyor aklından. Gördüğü ve anımsadığı diğer rüyalardan bazı sahneler hatırlıyor : Birinde elinde mırıldana rünlü bir kılıç tutuyordu ; bir diğerinde ise , " Yapmamayı yeğlerim. " , diyip duran bir yazman alıyordu işe. Hatırladığı son rüyada her yer karanlıktı. Elinde bir kutu kibrit vardı ama kibritler o kadar kırılgandılar ki ne zaman yakmaya kalksa tam ortalarından kırılıyorlardı.

Yatağa uzanıyor. Korkuyor. Daha önce hiç korkmadığı kadar korkuyor. Bunu hak etti aslında , bunu istedi. Ama yinede kafası kesik yeşil bir şövalye görmüşçesine korkuyor. Yine de burada olmayı Gawain'in yerinde olmaya tercih ederim , diye düşünüyor. Ben yaşamayı hak etmiyorum.

Dreamtheather , Scene from a Memory'den adını hatırlayamadığı bir şarkı mırıldanmaya başlıyor ve ölüm korkusunu düşünüyor.

Hatırlıyor :

Altı yaşında deniz kıyısında büyük bir şehirdeydi. Dedesiyle geziyorlardı. Aslında bir yere gidiyorlardı ama nereye olduğunu hatırlamıyor. Önlerine dört hatlı bir tren yolu çıkmıştı. Bir demir viraj. Karşıya geçmeye başlamışlardı. Bir kaç adım attıktan sonra köşede bir tren görmüşlerdi. Dedesi geriye döneceğine elinden tuttuğu gibi karşıya koşmaya başlamıştı. Ezilmediler. Ama o arkasından geçen trenin rüzgarını hissetmiş ve sanki dünyanın sonunu haber verirmişçesine haykıran sireninin sesini çok iyi duymuştu. O an , ilk kez , ölüm korkusunu hissetti , bir gün öleceğini ve bu bir günün herhangi bir gün olabileceği anlamdı.

Ne kadar korkmuştu. Ne kadar da küçüktü. Şimdi dün gibi. Sanki hâlâ altı yaşında.

Acaba ne hissediyorlar şimdi? Onlar. Ailesi , dostları ; tabii hâlâ dostsalar.

Biliyor aslında. Başına gelmişti :

Yedi yaşındaydı. Annesi , küçük kardeşini penceresi açık bir odaya kapatıp ( Pencerenin açık olup olmadığını bilmiyordu - belki değildi ) , odanın ka
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 9

Günlük


Merhaba eski dostum seninle uzun zamandır görüşmemiştik. Yaklaşık onbir yıldır sana yazma ihtiyacı hiç duymadım. Ama şimdi biraz farklı. Bakalım seninle ne günleri ne anıları paylaşmışız.

15.04.1940

Bugün çok mutluyum hayatımda hem çok fazla güzellik oldu hem de günlük tutmaya başladım. Sevgili günlüğüm sana bu gün ilk kez yazıyorum. Aslında biraz heyecanlıyım. Daha önce sırlarımı hiç kimseyle paylaşmamıştım. Bugün cadde de yürürken bir çocukla karşılaştım adı Emre onunla baya uzun konuştuk. Aslında onu okuldan tanıyordum. O da beni tanıyormuş ve uzun zamandır benimle konuşmak bana açılmak istediğini anlattı. Kendimi gerçekten garip hissettim. Çünkü ilk kez biriyle çıkmaya başlıdım. Çocuk hoş ve iyi biri. Şu anda çok mutluyum. Hayatımın ilk ilişkisine bugün başlıyorum. İyi geceler sevgili günlüğüm.

İlk ilişkim ne güzeldi o günler, hala dün gibi hatırlıyorum. Bakalım başka neler yazmışız. Ah işte burdasın.

07.08.1941

Bugün benim doğum günüm. Oleyyy çok mutluyum bugün benim doğum günüm çünkü. Bunu ilk seninle paylaşmak için uyumadım ve şimdi benim doğum günüm. Bugün bir parti vercem tüm arkadaşlarım ve Emre de gelcek. Birbirimizi çok seviyoruz. Bugün onunla birlikte uçurtma uçurmaya gitçektik. Bana söz verdi birlikte uçurtma uçurcaz. Bugün tam olarak 18 yaşına giriyorum. Oleyyy artık özgür olabilirim. Çünkü artık 18 yaşındayım. Şimdi uyumam lazım sabah çok güzel olmalıyım. İyi geceler sevgili günlüğüm.

Onsekizinci doğum günüm. Ahhh ne mutluydum o gün. Ne güzel bir gündü. Hem o zaman daha onsekiz yaşındaydım. Keşke hiç büyümeseydim hep o yaşta kalabilseydim. Gençliğimi özledim eski dostum, gençliğimi özledim.

15.04.1951

Çok değişik duygular içindeyim bugün. Hem mutlu hem de kırılgan. Ama anlatamıyorum. Bugün Emre ile tanışmamızın onbirinci yılını kutluyorduk ve bana evlenme teklif etti. O anda içimden boynuna atlayıp evet diye bağırmak geldi. Ama yapamadım. Ne yapcağımı bilmiyordum ve düşünmem lazım dedim. Korkuyorum acaba evliliğe hazırmıyım. Offf acaba ne yapmalıyım. İçimde büyük bir korku var. Ya evlenipte mutsuz olursam. Ama Emre'yi çok seviyorum. Onun yanında mutsuz olmam. Ben niye böyle bir şey yaptım. Bunu asla geri çeviremem ilk aşkımı asla reddemem. Ben şimdi gidiyorum saatin kaç olduğu umrumda değil. Ona cevabımı şimdi vercem.

Aşkımın bana evlenme teklif ettiği gün. Çok garip duygular içindeydim. Düşünüyorumda hala içim bir tuhaf oluyor.

19.07.1953

Bugün çok mutluyum. Doktora gittik ve hamileyim. İlk çocuğum olcak. Acaba nasıl bir duygu çocuğumun olması. Doktor çok komikti gözlüğünün arkasından bana şöyle bir baktı ve sen hamilesin dedi. Adam sanki şoka girmişti. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Akşam Emre ile birlikte bir kutlama yapıcaz. İlk doğacak olan çocuğumuz için. Bu ikimiz içinde en özeli artık hazırlanmam gerekli. Her zaman benim yanımda olduğun için teşekkürler sevgili günlüğüm.

İlk çocuğum adını bir kız oldu adı Ayşe.Daha sonrada İbrahim doğmuştu. İki çocuğum şimdi torunlarımı seviyorum. Sevgili torunlarımı.

24.11.1992

Lanet olsun. Ağlamak istiyorum, ağlıyamıyorum. Neden bu olmak zorunda. Neden her zaman sevdiklerimiz bizi terketmek zorunda. Emre yi bugün kaybettik. Aşkımı bir tane mi bugün kaybettik. Ölmeden önce bana söyledikleri ise. ''Aşkım çatıdan aşağıya kibrit attığımız günü hatırlıyormusun. O günü sakın unutma ben hep yanında olcam ve her zaman o gündeymişiz gibi mutlu olcaz. Seni seviyorum bir tanem. Seni seviy....'' Dayanamam onsuz nasıl dayancam. Her zaman mutlu olmak. Her zaman sen yanımdasın bir tanem seni seviyorum.

İşte en son bu sözleri yazmıştım sevgili dostum şimdi sana tekrardan son kez yazıyorum.

30.09.2004

Merhaba eski dostum. Sana uzun zamandır yazmıyordum. Şimdi uzun zamandır ilk ve son kez yazıyorum. Hastanedeyim ve ölümüm yaklaştı bunu hissedebiliyorum. Üzgün değilim aşkımın yanına döncem. Gene cennette birlikte olcaz. Seni mutlaka çocuklarım bulup okuycaklar. O yüzden onlara SİZLERİ ÇOK SEVİYORUM HER ZAMAN MUTLU OLUN MERAK ETMEYİN BABANIZ VE BEN HER ZAMAN SİZİN YANINIZDA OLCAZ. BENİM KÜÇÜK MELEKLERİM SİZİ ÇOK SEVİYORUM. demek istedim. Çocuklarımı ve torunlarımı son bir kez daha kucaklamak isterdim ama ölümü daha fazla bekletemem artık geldi. Hissediyorum. Elveda en büyük sır yoldaşım. Güle güle meleklerim sizleri seviyorum ve hep sevicem....
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 10

Küçük Daire


Gece; siyah, biraz gümüş parlaklığında ışık ve birkaç ak nokta.
Genç adam, pencerenin önünde ahşap bir sandalyede oturmuş, boynunu
pencerenin pervazına dayamış, dışarıdaki elma ağacının ince ve
kırılgan dallarının birkaç katlı binanın fildişi renkli duvarına
sürtünerek çıkardığı -kimisi için sinir bozucu olan- sesi dinliyordu.

"Gece" Diye düşündü.
Çatıdaki her şeyden bihaber guruldayan güvercinlerin sesini duydu. Bir
an için bir güvercin olmak istedi. Her şeyden bağımsız, özgür,
alakasız yaşamak, uçmak...

Bu güne kadar hiçbir geceden, bu kasvetli ve insanı boğan gece kadar
nefret etmemişti. Zaman gecmek bilmiyor ,her zar zor geçen dakika onu
bu hayattan biraz daha soyutluyordu. Gözlerini elektrik tellerine
takılmış gecenin karanlığında zar zor seçilebilen açık renkli bir
uçurtmaya dikmiş boş boş dışarı bakıyordu.

Başını çevirdi, oturduğu evin girişine açılan oturma odası son derece
loştu . Pencerenin pervazının diğer tarafına koyduğu sigara paketinden
bir tane sigara alıp son iki kibritinden biriyle sigarasını yaktı.

Aniden başını yanındaki duvara çevirdi, sanki biri onun oraya
bakmasını istemiş gibi.
Ve beyaz duvarda onu gördü. Kahverengi saçlarından, gözlerinin
derinliğinden, yanağındaki gamzesine kadar. Hiç şaşırmamıştı, bu ilk
değildi. Daha öncede onu hayallerini: dünyasının aynası olan gözlerine
taşımayı başarmıştı. "Tanrım, neden ona ulaşamıyorum, ben ne suç
işledim?" diyerek ellerini yüzüne kapadı.

Gözleri yaşlarla doldu, hayatında çektiği en büyük acıyı çekiyordu; Aşk acısı.
Sevdiği kişiyi, aşık olduğu, düşüncesinin bile kalbini tir tir
titrettiği o insanı düşündü. Bu derece sevdiği, hasretiyle yanıp
tutuştuğu insana yaklaşamamak, ona sarılamamak, onu doyasıya
koklayamamak ne kötü bir şeydi. Onu ne kadar severse sevsin, ne kadar
dua ederse etsin, bu yetmiyordu, hiçbir şey ona ulaşmasını
sağlayamıyordu.
Sigarası bitmişti, ayağa kalktı tam arkasını dönüp masasına gidecekti
ki caddeden gelen bir hışırtı ile irkildi. Pencereden bakmaya ne kadar
korksa da sonunda gidip pencereden dışarıyı gözledi. Bir şey
olmadığını görünce geri dönüp masasına doğru yürüdü. Masanın tam
ortasına koyduğu açık kırmızı renkteki tütünleri alıp sardı. Son
kibritiyle de sardığı tütünü yaktı ve eski yerine oturup tütününden
yavaşça uzun bir nefes çekti. Akciğerlerine dolan dumanı hissedince
gözlerini kapayıp başını sandalyesinin arkasına dayadı.

Bir anda kapının şiddetli şekilde çalmasıyla irkildi. Hemen ayağa kalktı.
Hiçbir tepki göstermeden öylesine durup kapıya baktı, kapı bir daha
çaldı. Kapıya doğru yürümeye başladı ve terliğiyle ezip darmadağın
ettiği gözlüğünü fark etmedi bile.
Bir kez daha bekledi. Bir yandan ne yapacağını düşünüp bir yandan da
kim olduğunu tahmin etmeye çalışıyordu. Kapı bir kez daha çaldı.
Hiç düşünmeden kapıyı açtı.

Karşısında duruyordu; hayallerindeki kadın, rüyalarını süsleyen
dalgalı saçlı, simsiyah gözleriyle onu süzen, kokusunun anında evin
her yerine yayıldığı eşsiz insan. Oradaydı.
Yüzünde hiçbir ifade olmaksızın genç adama bakıyordu ,adam da ona,
adam çok az şaşırmış gibi görünüyor olsa da kalbi yerinden çıkacak
gibiydi.
Kadın yarı kapalı gözlerle adama baktı ve tek bir söz söyledi. "Haydi,
gidelim."
Adamın ağzı hayretle açıldı ve hayallerindeki kadının uzanan narin
eline doğru uzandı. Kadın onun elini tuttuğunda adamın göğsü ürperdi,
bu güne kadar hiç ona bu kadar yakın olmamıştı.
Kadın onu çekti ve karanlık merdivenlere doğru yürüdü.

5 gün boyunca genç adamın kapısı hiç kimseye açılmadı.
Hiçbir şekilde adama ulaşamayanlar oldukça endişelenmiş ve polise
başvurmuşlardı.
Birkaç saat sonra polisler ve genç adamın tanıdığı bazı insanlar, onun
küçük dairesine girmişlerdi. Cansız adam yerde eli bir kül yığının
içinde yatıyordu. Polisler içerisinden ağır bir kokunun yayılmış
olduğu, kasvetli odada araştırma yapmaya başlamışlardı. Bazı
görevliler diğer odaları araştırmak için daireye yayılmışlardı.
Ardından içerideki odaları araştıran bir polisin sesi duyuldu.
- Komiserim, banyoda bir kadın cesedi bulduk.

[Bu mesaj ghaldszar tarafından 11 Ekim 2004 00:37 tarihinde değiştirilmiştir]
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 11

Aşk


Elinde tuttuğu tabancanın soğukluğu hala oradaydı, ve önünde yerde yatan karısının cesedi.. Tek bir kurşunun neler yapabileceğini, insan vücudunun ne kadar hassas ve kırılgan olduğunu bir kez daha anlamıştı.. Bir yaşama son vermek onun gibi dinine bağlı birisi için çok yanlıştı.. Ama yaptıklarını suç olarak, cinayet olarak nitelendirmiyordu.. Ona göre bu yaptığı, bir hayır işi, bir yardımdı insanlara..

Üzerine kan sıçramış gözlüğünü çıkarıp, yatak örtüsünün kirlenmemiş bir kısmıyla sildi.. Pişman değildi yaptığından, herhangi bir şekilde içinde bir huzursuzluk, bir acı yoktu.. Karısını çok seviyordu, zaten bu aşırı sevgisinden dolayı öldürmüştü onu.. Gözlüğünü taktı, sonra da silahının susturucusunu çıkarıp çantasına özenle koydu.. Bir tek tabancası anlayabilirdi onu, sadece o..

Odayı ve artık bedeni soğumaya başlamış karısını bırakıp, çatıya çıktı.. Korkuluğa yaslanıp cebinden, son iki aydır elinden düşürmediği sigaralarından bir tane çıkardı ve kibritiyle yaktı.. Derin bir nefes aldı sigaradan, dumanı doldurdu ciğerlerini, okşadı boğazını.. Sonra dumanı yavaş yavaş bıraktı, izleyerek.. Düşleri gibi yokoldu duman da, hafif esen rüzgarın eşliğinde yayıldı havaya.. Düşündü, zaten yalnızken basıyordu onu bu düşünceler.. Neden diye düşündü, bu işe nasıl başladığını tekrar sorguladı.. Tepesinde dikilmiş Ay'a bakarak onda derman aradı, ona sordu bütün aklına takılanları.. Ama o da cevap verecek durumda değildi.. 2 ay öncesine gitti düşünceleri, anılar harekete geçip yaşamaya başladılar ve kendini onu bu hale sokmuş hastanede buldu..

Heyecanlı ve gergin bir bekleyiş içinde hemşireyi bekliyordu.. Karısının son tahlilleri yapılmış, ve hastalığına kesin teşhisi koyacaklardı.. Bir dal sigara çıkardı paketinden, daha yeni başlamıştı ve taze boğazı daha alışamamıştı dumana.. Her nefeste ciğerleri ağrıyor ve o da öksürüyordu.. Üzerindeki baskıya dayanamayıp bekleme odasını turlamaya karar verdi.. Pencerenin kenarına gidip, dışarıya baktı.. Hastanenin ön yüzü bir çocuk parkına bakıyordu; neşeli, yüzleri gülücük dolu küçük, cıvıl cıvıl çocukların oynadığı bir parka.. Kaydıraktan kayanlar, tahtravalliye binenler, salıncakta sallananlar, uçurtma uçuranlar... Muhtemelen hiçbirinin haberi yoktu karşılarındaki hastanede olup bitenlerden.. Hastaneden yükselen acı ve sevinç dalgalarını hissedemeyecek kadar küçüktü onlar, doğru..

Birinin ayak seslerini duydu kapının ardında ve dalmış olduğu düşüncelerinden sıyrıldı birden.. Kapıdan giren bir hemşireydi..

- Mehmet Ersöğüt siz misiniz?

Kadının yüzü bembeyaz kesilmişti ve terliyordu..

- Evet benim.. Ne oldu, bir şeyi yok değil mi karımın? Lütfen, lütfen olmadığını söyleyin..

- Beyfendi, bunu söylediğime çok üzgünüm,..ama karınız kanser... Kanserli hücreler çok hızlı çoğalmışlar.. Karaciğere, akciğere ve beynin de küçük bir kısmına yayılmışlar.. Üzgünüm ama, yapabileceğimiz hiçbir şey yok.. Çok üzgünüm..

Gözlerinin dolduğunu hissetti, ve o hızla da yanaklarından boşaldığını.. Hemşirenin de ağlamaya başlayıp odadan koşarak çıktığını gördü bulanık gözlerle.. Sonrası, sonrası bomboştu, karanlık.. O günden sonra hayatı tamamiyle kararmıştı..

Karısına elinden geldiğince belli etmemeye çalıştı.. Aynı zamanda elinden geldiğince onu mutlu etmeye.. Karısının hep görmek istediği Paris'e götürdü onu, hep mutlu etmeye çalıştı, hep hizmet etti.. Ama karşısında duran, canından çok sevdiği bir insanın öleceğini bilerek ona bakmak, çok büyük bir acıydı.. İşkence gibi geliyordu Mehmet'e, çünkü gözyaşlarını tutmak hiç kolay değildi..

Habersiz, işim var deyip evden çıkıyordu her gece.. En yakın meyhanede içip, sonra da sallana sallana elinde bir dal sigarayla caddeleri geziyordu.. Karanlık sokakları tercih ediyordu genelde, çünkü o da karanlık içindeydi.. Ve üzerine gelen ışık, batıyordu tenine, yakıyordu içini..

Daha sık düşünmeye başladı.. Bazen banyoya girip üç dört saat çıkmadığı, küvetin içinde uzun uzun düşündüğü oluyordu.. Kanser.. Ölüm.. Sevgi.. Bunlardı düşündükleri.. Karısına kan verilirken, koluna bağlı serumun ne kadar acı verdiğini onun yüzünden okuyabiliyordu.. Artık haftada birkaç kere tahlil yapılmaya başlamıştı, ve karısının o güzelim pürüzsüz kolları delikler içinde kalmıştı, morarmaya ve şişmeye başlamıştı artık.. Çok acı çekiyordu, biliyordu, gözlerinden okuyordu..

Mehmet dayanamıyordu artık, karısının sessiz feryatlarına dayanamıyordu.. Sevgisi o kadar büyük, o kadar derindi ki, her iğne batışında kendisine de batıyor gibiydi.. Ve o gece bir karar aldı, en doğrusu olarak gördüğü bir karar.. Karısının acılarına son verecekti, ama nefret duyduğundan veya kin beslediğinden değil, onu çok ama çok sevdiği için, acı çekmesine göz yumamadığı için yapacaktı bunu..

Ertesi gece, elinde, izbe bir mahallenin kuytu köşelerinin birinden, eroin ve uyuşturucu bağımlısı bir satıcıdan aldığı susturuculu tabancanın bulunduğu bir çantayla eve geldi.. Karısı, her gün biraz daha solan benziyle karşıladı onu kapıda, gülü
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 12

Yitik Yeni Dünya


George salondaki camsız pencereden caddeyi izliyordu yine. O kadar durgundu ki ona birkaç dakika bakan biri ölü olduğunu düşünebilirdi. "Bu akşam da mı uyumadın, ha?" diye seslendim ancak sesini bile çıkarmadı. Yanına yaklaştığımda durgun halinin nedenini anlamıştım; 100 metre kuzeydoğumuzda bulunan çatısı çökmüş -yakınlardaki son- hastane tümden çökmüştü şimdi. Küçük kardeşimiz Ann'de daha düne kadar o çökük şeyin içerisindeki rehabilite bölümünde yatıyordu. Aklıma koşup pencereden aşağı atlamak geldi ancak kaybedecek hiçbir şeyim olmamasına rağmen bu düşünceden kaçındım, belki de intihar sadece korkaklıktı. George ile konuşmak için zaman kaybetmedim, eski dostumuz halat ile aşağıya iniverdim ve hastaneye koşturmaya başladım. "Büyük" direniş ordusu elindeki son tıbbi malzemelerin -%90'ı patlamada yok olsa bile- yağmalanmaması için hastaneye girişleri kapamıştı. Hiç tereddüt etmeden hastanenin yerinde olmayan ön kapısına doğru koşmaya başladım. İki askerden kolayca sıyrıldım ve içeri girdim, o an yıkılmıştım. Birkaç direnişçi, kafası tanınmayacak halde kömür olmuş bir kız çocuğunu çöp torbasına koymaya çalışıyordu, bu Ann olamazdı. Hayır olamazdı tabii ki onun sadece tek bir yamalı giysisi vardı , o da mavi renkti ancak küçük cesedin üzerinde beyaz bir şeyler vardı. Birkaç saniye sonra hastanenin çökmüş arka tarafına koşmaya başlamıştım fakat göğsünde "elektro-taarruz 3 / Çavuş Albert Ridley" yazan bir direniş ordusu askeri beni tutarak arka tarafta hiçbir canlı ya da cansızın kalmadığını, kurtarabildikleri tek şeyin oradaki küçük kömür kız olduğunu söyledi. "Peki ya Ann, o buralarda bir yerde olmalı!.." diye haykırdım. Albert ağzından tek kelime çıkmadan -üzgün bir ifadeyle- omzumu sıvazladı. Bu hareket ile çıldırmıştım, Ann ölmezdi. Bir an ne yapacağımı bilemeden öylece baktım, birkaç saniye sonra sağ yumruğum Albert'ın sol yanağına vurmuştu. Yere düştüğü an elindeki portatif enerji silahını elime aldım ve gözlerimi kapayarak silahı tetikledim. Bu çok çok az zaman diliminde bu rezalet ve vahşetin başlangıcını düşünecek zamanım olmuştu. Her şey 2016 yılının sonlarına doğru başlamıştı. Andreas Kußhagen, fizik alanında pico teknolojide gerçekleştirdiği ilerleme ile Nobel ölülü almıştı; ancak madaloyunun öte tarafında işler farklıydı. Andreas ve yandaşları Almanya Devleti'nin katkılarıyla füzyon tepkimelerini daha küçük atomlar ile gerçekleştirek zamanın ötesinde bir patlayıcı yapma çalışmalarının son aşamalarına gelmişdi. Almanya bu haberle önce NATO'dan sonra da AB'den ayrıldı. Saat 8'de ilerine gidip akşam 6'da evlerine dönen insanlar bu işe çok şaşırmış ve nedenini anlayamamıştı ama devletin üst kademelerindeki insanlarda merak değil saf korku vardı. Kötü niyetli bu devlet ve bilim adamları ideallerini gerçekleştirmeyi kafalarına koymuştu bir kere, Almanlar 20. yüzyılda da böyleymişler sanırım internet3'den araştırdığım üzere; yani bunların amacını anlayanların bile durdurmalarına imkan yoktu. Derken ortaya biri çıktı, Diego Tristan aldı bu genç tahsilini Amerika'da yapmakta olan yeni yetme bir fizikçiydi. Füzyon tepkimeleriyle ilgili bir araştırma yaparken Kußhagen dikkatini çekti. Adamı görmese bile eserleri ve araştırmalarından ne kadar büyük bir bilim adamı olduğunu anlamıştı. Hemen onunla iletişime geçmek istedi ancak birkaç ay boyuca ona hiç ulaşamadı, sonunda Nobel ödülü aldığını görünce yanına, Almanya'ya gitmek istedi. Almanya'ya vardığında ilk işi Münih Teknik Üniversitesi'ne gidip Kußhagen'e ulaşmak oldu, fakat görüşme talebi yine kabul edilmedi. Bunun üzerine araştırmaları görmek için kaçak giriş yapmaktan aşka şansı kalmamıştı. Onları o kadar çok görmek istiyordu ki gece yarısına kadar fakültenin otoparkında gizlendi. Zamanı gelince saklandığı yerden çıktı ve kolayca fakülteye girdi. Bu kadar kolay olacağını o bile düşünemezdi. Gizli araştırma odasını bulması baya zamanını aldı ancak sonunda istediğine kavuşmuştu, pico teknoloji ile yapılmış en üst düzey çalışmalar sadece 1 metre önünde duruyordu, hemen gözlüğünü taktı çünkü sadece 0.000000000000000000001 mm kare'de gerçekleşen tepkime fotoğrafları bile gözlerini kavuruyordu. Tam giriş kodlarını kırıp bilgi dehlizinde hayretler içinde yüzdüğü anda o geldi, Kußhagen'i hayatında hiç görmemişti ama o olduğundan adı gibi eminde. Kußhagen, "Kainatta daha önce gerçekleştirilmemiş bir patlamayla yok olan insanlardan ilki sen olacaksın." Dedi sakinlik içerisinde. Ağzına bir pupo götürdü ve kibritiyle yavaşça yaktı, "cehennemde bile bu pupoyu bulamam" dedi ve küçük araştırma odasında bulunan yaklaşık on bilgisayardan birinin önünde durarak "Ya şimdi ya hiç." diye seslendi Diego'ya. Ancak Diego bu delinin elindeki güçü nasıl etkinleştirebileceğine dair birçok bilgiyi öğrenmişti bile, kendisinin önündeki bilgisayara kodlar girmeye başladı. Patlamayla yok olan Munih'te sadece yeni nesil adamantiyum robotik nesneler kalmıştı, daha sonra bu şeylerden x56-e kodlu olanı Dünya'ya kaosun nasıl başladığın
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 13

Düşünceler


Çocuk oturmuş düşünüyordu. Renksiz hayatına nasıl eğlence katabilir diye. Birden önünden geçen adamı gördü. Yere cüzdünı düşmüştü. Aldı eline içine baktı. Bir an dili tutuldu ve kilitlendi. Adamın arkasında koşup cüzdanı vermek istedi ama içindeki parayla yapabilceği güzellikleri düşündü. Bir an kendinden geçti. Gözlerini kapattı, düşündü. Düşündü sanki bir daha hayatı eskisi gibi olmıyacakmış gibi düşündü. Kendini o adamı düşündü. Yaptığını düşündü veya yapmak istediğini. Başlarda güzel şeyler düşündü. Uçurtma alıp onu uçurmayı istedi. Sonra gözlüklerini elinde aldı. Yeni gözlükleri hayal etti. Hep güzel şeyler hayal etti. Tatlılar, meyveler, güzel yemekler ve yeni giysiler hep bunları düşünüyordu. Daha sonra aklına geldi, vicdanı! Vicdanı buna el verirmiydi. Kendisini bir çatının ucunda buldu. Aşağı baktı; ölümü gördü, sonsuzluğu gördü. Acaba dedi kendi kendine; boşuna mı endişe ediyorum. Sonra birden kırılganlaştı aynısı bana olsa ne olurdu diye düşündü. Hüzünlendi ağlamaya başladı sanki bir suç işlemişti ve bu yüzden ağlıyordu. Tüm düşüceleri bir kibritle yaktı. Kötü tüm düşüncelerinden kurtulmaya çalıştı ama başaramadı. Tek bir şekilde kurtulacağını anlamıştı. Caddenin karşısına koştu, adama doğru. Adamın yanına gelip arkasında ceketini çekiştirdi. Arkasına dönen adam bir an şaşırdı. Çocuğun elinde cüzdanım ne arıyor diye düşündü. Çocuk anlattı tüm olayı. Cüzdanı düşürdüğünü ona geri getirdiğini anlattı. Ama adamın anlayamadığı bir şey vardı. Çocuk bunları söylerken ağlıyordu. Çocuğa büyük bir tebessümle gülümsedi. Çocuk şaşırmıştı, bu kadar kötü şey düşündükten sonra adam ona gülümsüyordu. Cüzdanından bir miktar para çıkaran adam çocuğun cebine parayı sıkıştırıp yoluna devam etti. Çocuk çok mutlu olmuştu. Kendi kendine düşündü. Büyük mutluluk için iyilik yapmak yeterli oluyormuş diye. Çocuk elindeki parayı sıkıcı sıktı ve o istediği hayalleri gerçekleştirmeye gitti.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 14

Çocuk


Tabakasından bir sigara alırken, nedendir birden, rüzgara doğru kaldırdı kafasını. Kafasını indirmeden, tabakasını bankın üstünde duran paketin üstüne koydu. Başına gelenlerden sonra, bir sigara içmek için Bebek sahiline gelmişti. Bu tarafın en sevdiği yanlarından biri bir çok yerin aksine sahilin denize sıfır olmasıydı. İnsan güzel yerleştirilmiş bir banka oturduğunda denizin hemen üzerinde süzülüyor gibi hissediyordu.

Boğazın sabah saatindeki tazeliğini getiren rüzgar onu mutlu etti. O sabaha kadar, duyguları hep kırılgan kibrit çöpleri gibi olmuştu. Mutluysa en ufak olumsuzluk onu kedere boğar, hüzünlüyse, minicik bir neşe kaynağı onu mutlu etmeye yeterdi. Sahip olduğu iki duygusuna iyicene sarılmıştı. Onları yerli yersiz hissetmekten çekinmiyordu. Boğazdan esen tatlı meltem onu o sabahki üzüntüsünden uzaklaştırmaya yetmişti mesela; dün gece televizyonda televizyon izlerken çıkartmayı unuttuğu gözlüğünü uyurken kırmıştı. Bu aklına gelince yeniden üzüldü.

Sabahın o saatinde uyanık olmasının sebebi de bu olaydı. Bir nöbetçi eczane bulma ümidiyle kendini sokağa atmış, fakat gözlüğünü bir eczaneye tamir ettirmenin manasız bir fikir olduğunu ancak yarım saatlik yürüyüşünün sonunda bulabildiği eczanede fark etmişti. Uykusuz, yorgun ve gözlerini -bozuk olmadıkları halde- kısarak yürümekten başı ağrımış bir şekilde o saatte kalakalmış, üstüne üstlük gözlüğü de tamir olmamıştı.

Tam ağlayacakken, son istediği zırlayan bir müşteri olan yaşlı eczacı ona yeni demlediği çaydan ikram etmişti. Bu sıcak ve kibar teklif onun üzüntü kibritini anında yakıp kül etmiş ve geriye bir tek sevinç kibriti kalmıştı adamın kafasında ikamet eden ve beyin olduğunu iddia eden iki parmağın arasında. Geçen uzun zamanda hep olduğu gibi, o gece de iki histen ibaret bir kukla gibiydi. Hayatı olduğu gibi taklit eden, içi boş bir papağan aynı zamanda. Gözlüğünün önemi de buradan geliyordu, ona bakanlar gözlerini ve içindeki boşluğu görmesinler diye takardı onları. Gözlüğü kırılınca çırılçıplak kalmıştı. Herkes onun gözünün içine bakıyor gibi geliyordu. Aslında olan, tam tersiydi. Tıkır tıkır işlemekteki gözlerine o renksiz, numaralı gözlüğü takarak, o güne kadar kendini dünyayı görmekten alı koymuştu. Bu gelişmeden bihaber, caddelerin bomboş olmasına seviniyordu.

Çayını bitirdikten sonra sabah erken kalkmış olmanın bir güzel tarafından yararlanmak istedi; taze açma. Açmayı çok severdi. Aslında daha öncelerinde, ilk okul zamanlarında, poğaçayı daha çok severdi, fakat sonra bir arkadaşı ona poğaçanın yazılışıyla ilgili sorunlarından bahsetmişti. İlk okul öğrencileri için hayatın büyük kısmını etkileyen bir sorundu kelime yazılışları. Bu kafa karışıklığı yüzünden poğaça sevmiyordu arkadaşı, o günden sonra bizimki de poğaçadan uzak durdu. Gerçekten de kafa karıştırıcı bir kelimeydi şu poğaça. Bebek sahilindeki Abbas isimli fırından üç tane taze zeytinli açma aldı ve sahile doğru yollandı.

Yolun kenarında bir şey dikkatini çekti. Açmalarının sıcaklığını nasıl korurum diye düşünürken, bir yandan da gördüğü cisme doğru gidiyordu. Bu, sıcak zeytinli açmadan daha güçlü çekim onu korkuttu, çünkü -artık çok daha net görmesinden dolayı olsa gerek- gördüğü cisim karşısında ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Bunu bilmenin tek bir yolu vardı; o şeyin ne olduğunu öğrenmek. Bu arada sıcak açma sorununa da bir çözüm bulmuştu. Nasıl olsa bir şey içmeyeceği için açmalarını yürürken de yiyebilirdi. Ağzı sıcak zeytin ezmesinden yana yana yerde duran ve yaklaştıkça tahta çıtalar ve gazete kağıdı yığını olduğu belirginleşen cisme yaklaştı.

İyice yakına girdiğinde yarım yamalak bir pakete dönüştürülmüş bir uçurtma gibi gözüküyordu. Püsküllü kuyruğu bozulmadan duruyordu, fakat iskeleti oluşturan çıtalar kırılmış, üzerine gerilmiş gazete kağıdı bir çok yerinden yırtılmıştı. Bu derme çatma paketin kenarından sızan bir sıvı vardı, kırmızı. Önce inanmak istemedi, yok canım dedi kendi kendine. Sonra herhalde bir hayvan ölüsü olduğunu düşündü, biraz rahatlamıştı, ama yine de çiğnemeye devam edemiyordu.

Korkusuna rağmen daha fazla dayanamadı. Bu uğursuz dayanılmazlık onu rahatsız ediyordu ve bir an önce ne olduğunu öğrenip oradan uzaklaşmak istedi. Eğilip uçurtmadan paketi araladı. Kağıdın üzerinde kesik bir çocuk kafası duruyordu. Sarı saçları kanla kızıla dönmüş, gözleri kapalı, dili ağzından dışarı sarkmıştı.

Çok uzun zamandır insanlardan ve hayattan elinden geldiğince kaçmış, seneler senesi gözlüğünün arkasına bir deve kuşu gibi saklanmış bu iki duygulu zavallı, gördüğü karşısında ancak düşmemeyi başarabildi. Felç olmuş uzuvlarını bir anda yeniden hissetmeye başlayan biri gibi şaşkın ve dehşet dolu bir hayranlık içerisinde çocuğun kafasına bakıyordu. Dengesini kaybetmiş, yaşadığı duygusal akınla kendini kaybetmişti. Uçurtmaya sarılı kesilmiş çocuk kafası onu uyandırmıştı. Hayatının bu yeni dönemini kutsamak için onu saklayacaktı. Kafayı uçurtmayla yeniden paketleyip evinin yolunu tuttu.

Yaşa
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 15

Göç


Oturuyordu. Şehri tepeden gören bir çatıda bir gargoyle misali tünemişti. Yorgundu. Ruhunun derinliklerinden gelen, onu karşı konulamaz bir sorumlulukla ve harekete geçme isteğiyle dolduran garip bir hissin etkisi altındaydı. Kalbi bir kibrit alevi gibi narin, cam bir biblo gibi kırılgandı. Etkisinde kaldığı bu garip duygu, gökyüzünde baktığında daha da artıyordu. Birşeyler onu kaçıp gitmeye, her şeyi bırakıp bu histen kurtulana kadar kilometreletce uzaklaşmaya zorluyordu. Başını gökyüzündeki yıldızlardan, caddeye çevirdi. Sokak bomboştu. İronik bir şekilde yerde gözlüğünü arayan yaşlı adamı gördü. Elleriyle yeri yokluyor, dünyayla bağlantısını sağlayan gözlüklerini arıyordu. Adamın gözlüklerini neden düşürmüş olabileceğini düşünürken, aklı sona ermekte olan yaz'a takıldı. Yüreğini üşüten, iliğini donduran korkunç soğuklar geri geliyordu. O ise sadece korkuyordu.

Gitmek ile gitmemek arasında bir defa daha bocaladı. Kendini gökyüzünde salınan bir uçurtma gibi hissediyordu. Bulutların arasında özgürce gezinmesine rağmen her zaman için ayağından onu kısıtlayan o toprağa bağlıydı. Kim bilir kaç defa yollara düşmek, kaç defa kendisini bağlayan zincirlerden kurtulmak istemişti? Canını sıkan bütün olaylardan, bozuk bir musluktan damlayan su damlaları gibi kafasında patlayan usandırıcı düşüncelerden kaçmak istemişti bir çırpıda. Üstesinden gelemediği düşünceleri, alt edemediği hisleri, ağırlığı altında kıvrandığı ruhani yükleri o yaz gecesinde şehre geç çöken karanlıkla birlikte yavaş yavaş üzerine çöktü.

Uykularından kim bilir kaç defa çığlıklarla uyanmıştı? Kim bilir kaç defa akıp geçen zamanı tutabilmek için çaresizce ellerini uzatmıştı? Çok iyi hatırlıyordu. Bir seferinde gerçekten sevmişti, serseri bir kurşunla vurulmadan önce. O anda tam olarak anlayamamıştı avuçlarının arasında can verenin esasında sevgilisinden çok kendi kalbi olduğunu. İşte o zamandan beri her yaz bu çatıya gelir ve şehrin parlak ışıklarında kendi ruhunu aydınlatabilecek bir ışık arardı. O ışıklarda kendinden bir parça bulmak için çok uğraşırdı. Merhamet, sevgi, barış, gibi erdemler hayatın yalancı gerçekleri arasında bir orman dolusu ağacın arasındaki bir adet mantar gibi kalmıştı. Bir an için normal bir insan kadar kuvvetli, normal bir insan kadar özgür, normal bir insan kadar bağımsız olmak istedi. Neden sonra insanlardan tekrar nefret etti. Onlar değil miydi her fırsatta birbirini satan, aldatan, kıran , üzen? Düşüncelerini toparladı. Altında boylu boyunca uzanmakta olan şehre bir daha baktı. Zamanı azalmaktaydı. Güneş neredeyse doğar, kendilerini şehir denen insan çöplüğünün efendisi ilan etmiş kargaların gaklamaları şafağın gelişini müjdelerdi.

Kargalar bile belki de kendisinden daha rahat ve mutluydu. Güneşin doğmasıyla hesap verecekleri kimseleri olmaksızın sağa sola uçuşmaya ve gönüllerince bağrışmaya başlarlardı. Her zaman için onların fütursuz ve görgüsüz olduklarını düşünmüştü fakat şimdi onlardan biri olabilmek için bile özeniyordu. Kafasını kurcalayan bazı düşünceler vardı. Nasıl olurdu da bir kargaya bile imrenebilirdi? Içinde bulunduğu durumun acizliğine üzüldü. Kendini teselli etmek için çatı sınırları dahilinde bir tur attı. Etrafını çeviren bütün bu karmaşa, kargaşa, kavga hepsi insan olmanın bir hatası değil miydi? Yüce yaratıcı insanı en üstün varlık olarak yaratmışken nasıl olabilirdi de bir karga bile kendisinden daha mutlu olabilirdi? Inançları sarsıldı ve içindeki istek daha da kuvvetlendi.

Etrafında gördüğü hiçbir şeyin artık onun için bir kıymeti yoktu. O sadece buralardan gitmeyi, yalnız kalmayı, tanıdıklarının ve tanımadıklarının hayatından silinmeyi istiyordu. Bu şehirde kendisine bunca zamandır acı veren herşeyi geride bırakmak için çatının ucuna doğru yaklaştı. Ilk defa bu kadar ileri gidip kendini bırakmayı düşünmüştü. Daha önceden bir girişimi daha olmuştu ama hiçbir zaman çatının ucuna gelecek kadar ileri gitmemişti. Bir saniye tereddüt ettikten sonra yavaşça arkasına baktı. Gözlerini kapattı. Şu zamana kadar başından geçen olayların hepsini bir bir düşündü. Kendisini bu şehire, bu insanlara bağlayacak hiçbirşey bulamadı. Kendi umutsuzluğundan mıdır bilinmez bir daha buralara dönmemeyi istedi ve geride bıraktığı herşeye lanet etti.

Son gelmişti. Bütün kartlar oynanmış, geride sadece ödenecek bir hesap ve çekilecek ceza vardı. Gözlerini açtı. Bu sefer kesin bir kararlılıklar vücut ağırlığını öne doğru verdi ve bedenini boşluğa bıraktı. Ani bir kasılmayla sarsıldı. Vücuduna ve yüzüne temas eden havanın şiddeti onu üşütüyor, yaklaşan sona karşı içinde olan tedirginliği azaltıyordu. Kafasını aşağıya doğru eğdi ve git gide yaklaşmakta olan betonu gördü. Aşağıdaki insan figürleri - onlara bilinen insan erdemlerini ve insan vasıflarını kazandırmak onları bir figür olarak değerlendirmekten öteye gidemezdi- giderek yaklaşıyordu. Onlara karşı olan nefretinden midir bilinmez, bir anda kasları kasıldı, kanatları gerilerek çırpılmaya başladı. Git g
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HİKAYE 16

Garip ve sıradan olaylar


Güneşalan'da alelade bir Pazar günüydü. Ahali balkonlarında oturmuş çay içip çekirdek çitletiyorlar, birbirlerine sepetle dolmadır, pişmaniyedir ikram ediyorlar, karşı apartmandakilerle sohbet ediyor, aşağıdaki çocuklarına oyunlarını nasıl oynamaları gerektiği hakkında talimatlar veriyorlardı. Harçlıklar Zeki bakkalda gazoza ve oyunlu sakıza, İsmet amcada misket, çatapat ve kız kaçırana, Selim amcada kılıç ve uçurtmaya tahvil ediliyordu.

Son zamanların popüler sohbet mevzularından birinin kahramanı olan ( piyango vurmuş, İsviçre'ye kaçmış, komünistmiş hapse atmışlar… Sinan bey bu insanlarla aynı zamanı aynı mekanda paylaşmaktaydı diğerlerinin sandığının aksine. Yalnızca haftalardır dükkanının kapısı kapalı ve kilitliydi o kadar. Oysa ki eğer bu kilitli kapıdan içeri girebilseydiniz ve etraftaki yüzlerce saatin kurulmamış olması ve üstlerinde birikmiş tozların varlığı sizi ikna etmeye yetmeseydi ve arka odaya doğru ilerleseydiniz, penceresiz odadan gelen ışığı görebilir, Şopin'in Mazurka'sını, kaynayan çayın, ve küçük metal aletlerin seslerini duyabilir, içeride birinin olduğuna kani olurdunuz. Üstelik haklı da olurdunuz ve girdiğiniz iddiayı kazanır, ve baklavanızı yerken nasıl da akıllı bir insan olduğunuz ile alakalı yorumlar yapardınız. Bir yandan da merak ederdiniz eğer bunun ile iktifa etseydiniz. Bu kadar titiz bir insan olan Sinan bey'in neden saatlerini kurmadığını, neden kapısını kilitleyip günlerce içeri kaldığını ve hepsinden önemlisi neden ortalığın tozunu almadığını.

Bu Pazar gününden tam on altı gün dört saat önce Sinan bey Küçük Ayasofya'nın orda, hani hemen caddenin hemen arkasındaki Gebeş Necmi'nin küçük dükkanı var ya, işte oraya gitmiş ve talimatlarıyla beraber ufak bir sandık almıştı. Bir de Saatçiler cemiyetinin kurmacıbaşısı tarafından verilmiş mühürlü, zarif bir zarf. Ardından Eminönü'ne gidip vakit geçirmiş, akşama doğru da Mısır Çarşısına uğrayıp kendine erzak almış, ve üç vasıta ile atölyesine vasıl olmuştu. Kapısının kepengini içeriden kapatmış, ve kapıyı kilitleyip odasına geçmişti. Sandığı içinde ne olduğunu bilerek açmıştı Sinan bey. El büyüklüğünde bir kadranı olan, ayaksız, üstü ve altı ağır süslemeli bakır bir saat ve kalın kağıttan bir poşet içine talaşların arasına konmuş birkaç kırılgan saat parçası. Kurmacıbaşı'ndan gelen zarfın içinden de bir miktar para çıkmıştı. Sinan bey tüpünü yakmış, çaydanlığı üstüne kondurmuş, gramofonuna bir plak yerleştirip kurmuş ve gözlüğünü takıp işinin başına oturmuştu. O saatten sonra da peyderpey oraya uğrayıp bakmış olsanız, Sinan bey'in aynı yerde anlayabildiğiniz kadarıyla aynı işi yaptığını görecek, değişiklik olarak odadaki tozları, tüpün etrafındaki yanmış kibritleri ve günden güne odanın daha dağınık bir hale geldiğini görecektiniz. Halbuki her geldiğinizde biraz daha orda durup bekleseydiniz Sinan bey'in masasının çekmecesinden bir metal çerçeve çıkarttığını, oradaki kağıda dikkatlice bakıp içine masanın üstünde duran -belli ki biraz önce hazırlanmış- birkaç şeyi yerleştirdiğini, ve çerçeve ile kağıdı tekrar çekmecesine koyduğunu görecektiniz.

Fakat tabii ki bu kapalı kapıdan içeri giremeyeceğiniz için dışarıda kalacaktınız, ve tozlu raflar üstünde kurulmamış saatlere bakıp mahalledeki insanların yorumlarından hangisinin doğru olduğunu merak edecek ve susadığınız için çardaklı kahveye gidip oturacak ve içecek bir şeyler isteyecektiniz. İşte bu kahveden de görülebilen Balcı apartmanının çatısız terasında Bıyıklı ve Hamdi güvercinlerini oynatıyorlardı. Derken Hamdi uzaktan bir erkek paçalının geldiğini görerek sevindi. Sonra nedense suratı asıldı. Bıyıklı güvercinleri kafesine kapatırken Hamdi ona bir iki şey söyleyerek aşağı indirdi. Gelen güvercine yem göstererek eline aldı ve bacağındaki kağıdı aldı, cebinden bir kurdele çıkarıp kağıdın yerine onu bağladı ve kuşu fırlattı. Kafesleri son bir kez kontrol ettikten sonra kağıdı açtı. Okudu. Ve kendinden beklenmeyecek bir hızla aşağıya koştu.

Bu esnada mahallenin delisi Hülâgü, top sahasının kenarında, karıncalar ile alakalı bir araştırma yapmaktaydı. Bu bilimsel araştırması kafasına çarpan bir topla kesilince, çocukları münasip olduğunu düşündüğü bir dille uyardı. Kafasını çevirdiğinde Hamdinin kendisine doğru yürüdüğünü gördü ve sırıttı. Arada sırada Hamdi ona yemek yemesi için para verirdi. Ayağa kalkıp koşturarak "Ğammdiaviiee" diye bağırmaya başladı. Hamdi sinirliydi. Nefes aldı, ağır ağır geri verdi sakinleşmek için. Hülâgü pantolonunu tutup çekiştirirken o da "al hadi git" diyerek biraz para verdi Hülâgü'ye. Parasına baktığı sırada Hülagü'ye dikkatlice bakıyor olsaydınız, bir deli için fazlasıyla ciddi sayılacak bir yüz ifadesine büründüğünü, adeta telaşlandığını görebilirdiniz kısa bir süre için. Fakat sonra delice bir sevinçle sırıtışını gördüğünüzde mükemmel bir deliyle karşı karşıya olduğunuza ikna ederdiniz kendinizi. Lakin ilk düşüncenizde haksız sayılmazdınız. Hülâgü gerçekten bir merak
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Karanlık Başkent


Bak Mavi kız senın gonderıldıgın gunden berı pek bır laf etmıyorum ayrıca o kibritci kız gibi durup durup bakman bana sanki kibrit satıcakmışsın gibi yalvarışlarla göz süzmenden daha önemli söyleyeceğim şeylerim var ; benı ıyı dınle ve benı bır kerecık olsun anla;


Soğuk klimalı bir odada gri duvarların eklemeli yerleştirilmiş bir şekilde göze çarpıcak en ufak çizik olmayan bu odada kafasını ellerinin arasına almış ve öylece kendi kendine konuşan bir insan dikkatimi çekti.Yanımda bulunan görevliye onun anlattıklarını duyup duyumayacağımı sordum.Görevli gözlerimin içine kısa bir bakış attı.Orda bulunan düzenekteki bir button a bastı.Artık kendi kendine konuşan kişinin sesi net ve pürüzsüzce duyulabiliyordu;


''Sıcak Ankaranın berduş berduş olmuş birbirine girmiş sokaklarından gözlüğü önüne gelmiş yaşlı dedeler misali bakıp ; merhaba diyordu haberlerde.Evet haklıydı artık Ankara sadece Anakara olarak adlandırılabilirdi.Yada bir diğer
adı ile Karanlık Başkent ti.Tanrım eskiyi anımsıyorum yani bundan tam 20 yıl öncesi.O büyük tarumar olmuş kulenin ilk dikiliş sebebini ve getiriceği sorunlarından habersiz toplanan huzuru ve kutlamaları off off ne günlerdi be!

Artık adım bile fayda etmiyor bu yalnız sokaklarda yada çölü andıran anayollarda.Oysa ki ne umitlerle ne amaçlarla kurulmuştu o güzelim kule ve yanı sıra onu süsleyen heykel...''Sesine hafif melankoli karıştı ardından ince öksürerek devam etti.''Ya işte böyle mavi kız böyle daha ne mi oldu istersen en baştan anlatayım''Bu mavi kız sunumunu ilk kez duymuştum öylece yanımdaki görevliye baktım o adamı işaret etti dinle iması ile.Adama tekrar döndüm ve bu sefer saçlarının siyahlıktan açığa doğru renk değiştirdiğini gördüm ve beyaz bir ışık tepede sallanıp üzerine geldikçe tenininde bir ölü kadar beyaz olduğunu gördüm.İlk once bir titreyiş ve ardından korku ve heyecan ile tekrar dinlemeye koyuldum.

''Ankara da güzel bir yaz yaşanıyordu.Yine sıcaklar insanları bunaltıyordu.İnsanlar sıcaktan kaçıp kendilerini apartman araları veyahut o yapay yapım soğuk ama az derin olan havuzlara atıyorlardı.Ben ise kendi halimde arabam la yine günlük devriye görevimi yerime getiriyordum.Artık sokak sokak Tunalı Hilmi ye kadar gelmiştim.Büyük kulenin ve Büyük heykelin yapımları Tunalıdan dahi görülebiliyordu.Heykel bır kadın heykeli olucaktı sanırım pek sanat anlayışım olmasa da...O tarafa öyle dalmışım ki önümden karşıdan karşıya geçmekte olan genç kızı göremedim.Ani bir fren bile bu affedilmez hatamı hafifletmedi.Acı bir haykırışa karışan kızın o ince tiz sesi ve lastik kokusu iğrenç bir manzara oluşturuyordu.Ekip arabasından acele şekilde indim.Kız boylu boyunca öylece hareketsiz devriye arabasının önünde yatıyordu.Yanına eğildim ve elimi onun ince naciz boynuna dokundurdum.Hiç bir hareket yoktu.Kafamı yana çevirdiğimde sarı saçlarına bulaşmış kendi kanı ile öyle bir masumiyet ve acı uyandırıyordu ki insanın içinde.O an ona hem aşık olmuştum hemde onu öldürdüğüm için kendimi affetmeyeceğimi haykırıyordum.İnsanlar toplanmaya başlamıştı etrafıma kızın sarı saçları kana bulaşmış ince kemiklerle bütünlük oluşturan güzel mavi gözleri açık bir şekilde öylece duruyorlardı.Tanrım o an ne yapıcağımı bilemedim.Öylece başında kaldım.Bir sure sonar siren sesleri ve başka polis arabaları etrafa toplanmaya başlamıştı.Bir çok soru yağmuru ve sıkıştırmaları arasında yerden kaldırıldım.Hala gözlerim kızın gözünden ayrılmaz bir şekilde öylece izliyordum.Beyaz kıyafetleri olan ambulans görevlileri kızın üstüne bir örtü örttüler.İçimden haykırdım bu kadar kolay mı bu kadar kolay mı bir yaşamı son buldurmak diye!Sanırım bu kadar kolaydı...
Kendime gelmem uzun zaman aldı hatta aylar.Evim Tunalıdan biraz daha uzakta kalan Aşağı Ayrancıdaydı.Aşağı Ayrancıda en boktan ev sayılabilicek bir üst çatı katı dairesinde oturuyordum.Tanrım o kızın o masumiyet dolu yüzünü unutamıyordum.İçkiden çok akşamları torbacı olarak adlandırılan çocuklardan kafa yapıcı haplara bile ortak olmuştum.Artık bir polislik dışında her işi yapabilicek insane olup çıkmıştım.Kafam darma dağındı düşünceler birbiri içine girmiş bir bilmecenin bozuk parçaları gibi duruyorlardı mantık tahtamın üstünde.Ayaklarım bana inat şekilde hareketlenip doğrulmama yol açtılar sanki vucudum benden habersiz bir ayaklanma başlatmıştı.Vucudum ile vicdanım ve buna destek cıkan ruhum arasında bir cekisme izliyordum.İstemeye istemeye normal spor giyindim.Sokak kapısını hafifce araladım ve kendimi apartmandan inene kadar hic bir konuda sorgulamamaya dikkat ederek apartmanın cıkısına geldim.Ankara hala sıcaklıgını koruyordu.Dısarı cıkmamla terlemem bir oldu adeta.Arabama yöneldim.Ama arabam yerinde boşluk vardı.Çünki işten çıkarılmıştım.Deli raporuna benzer bir rapor yardımı ilede çok düşük bir suçlama ile kurtarılmıştım.Bunu baş komiserim yapmıştı ama neden.Neden bukadar yardımı hiç düşünmeden yapıyorlardı.Her ay düzenli şekilde param ödeniyor ve eve kadar gelen pizzaların haddi hesabı yoktu.Sanki
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 2 hafta sonra ...
  • 3 hafta sonra ...
  • 3 hafta sonra ...
bir gün evime giderken çöpün yanında çöp toplayan bir çocuk gördüm bu çocuk eski oyuncakların olduğu bir torba bulmuştu.içindekiş kırık oyuncaklara bakıyordu.çok sevinmişti.hayatla irtibatını kesmiş sadece onlara bakıyordu.belkide hayatında ilk defa oyucak oynuyordu.işte o an düşündüm bizim yaşamımız gerçekten lüksmüş.insanlar ne olursa kendi hayatını kötü görmemeli ......[signature][hline]cool_boy:)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

HAYATIN KİLOSU KAÇA?

“Olmamalı dedim kendi kendime, yazık. İnsanlar bu kadar yitirmiş olamaz insanlıklarını. Yazımı ne diye almamışlardı ki gazeteye? Oysa her gün mankenlerin haberleri, battal boy resimleri çıkıyordu gazetelerde. Kimse okumaz, hiçbir edebi değeri olmayan bir öykü sözünü duyarak geri çevrildim birçok gazetenin kapısından. Halbuki ben, benim elimdeki yazıyı ilgilenmeyeceklere değil, ilgilenecek olan o birkaç değerli insana ulaşmak için gazetelerine koyacaklarını düşünmüştüm.” diyordu değerli gazeteci yazar Bengü Uygun, gençliğinde, gazeteciliğe henüz adımını attığı yıllarda yayımlatmak istediği bir yazının geri çevrilmesi üzerine, birçok gazete ve birçok dergi tarafından. Haklılardı, o zamanlar ünlü değildi, kendisine ait bir köşesi yoktu herhangi bir gazetede. Şimdi var, her gün yazılarını okuyucularıyla paylaşıyor. Fakat aşağıdaki öyküsünü okuduktan sonra, yazılarını daha büyük bir ilgiyle takip etmeye başladım. İşte, yazdıktan ancak on beş sene sonra yayımlatabildiği öykü:
“Dünyanın birkaç dönüm toprak parçası uğruna ikinci defa savaşa tutuştuğu yıllardı, yani II. Dünya Savaşı yılları. Yirmi dörtlük bir gençti daha, Hitler’in emrinde çalışmaya, “üstün” Alman ırkının hayatını kendi hayatı pahasına korumaya ant içtiğinde. O zamanlar bilmiyordu hayatının elinden nasıl sabun gibi kayıp gideceğini.
Oysa çok güzeldi ilk günler. Zaten çok iyi bir hatip olan Hitler, Alman ırkının üstünlüğünü, kelimelerle dans ederek kazıyordu beyinlere. Nasıl da inanmışlardı bütün dünyanın onların olacağına. Yahudiler kötüydü, onlar “altın” Alman ırkının arasındaki çakıl taşlarıydı, yaşamaya ne hakları vardı ki, sabun olup işe yaramak onlar için daha hayırlı olmaz mıydı? Sabun olmak istemezlerse, düğme olur, iğne iplik olurlardı. O zaman dünyaya daha fazla faydaları dokunurdu hiç olmazsa, değil mi ya?
İşte böyle düşünceler zonkluyordu başında yirmi dört yaşının aleviyle birlikte. Alman ordusu da yaman mı yamandı, girdiği her savaştan canlı çıkıyordu, önceleri zafer naralarıyla sarhoş olmak, herkesin çok hoşuna gidiyordu. Hele sokakta rastladıkları Yahudileri öldürmek ayrı eğlenceydi.
En sonunda yumurta kapıya dayanmış, Hitler’in rotası SSCB’yi göstermişti, 22 Haziran 1941’de. Aralarındaki saldırmazlık paktına sadık kalmayarak, Sovyetler Birliği’ne savaş açmıştı Almanya. Bizim aslan askerimiz Kevin de gitti savaşa. Aralık ayına kadar her şey çok ılımlı geçti, “üstün” ırk Almanya için, fakat kış geldiğinde birlikler yorulmuş, savaşma güçleri azalmıştı. Hemen ardından SSCB’nin karşı saldırısı geldi. Kevin üşüyordu, onunla beraber milyonlarca Alman askeri üşüyordu, Hitler’in çarşıya uymayan hesabı uğruna. Hitler saldırının kış gelmeden sona ermesini planladığı için, hiçbirinin giysisi kışa uygun değildi.
Kanlı bir savaş vardı dünyanın doğusunda. SSCB’nin içlerinde tutunabilmek için her şeyi göze almıştı Almanya, fakat,topların tüfeklerin, tankların, uçakların seslerini engelleyemiyordu. Milyonlarca kayıp veriliyordu her geçen gün Almanya saflarından. Bir gün, ölümün nefesini ensesinde hissetti Kevin Onbaşı. Kim demiş ölümün nefesi sıcaktır diye, dişleri birbirine çarpıyordu soğuktan Kevin’in, son nefesini verdiği SSCB’nin kanlı ovasında. Önce sırtında bir kurşunun sıcaklığını duydu, sonra bir tane daha ve sonra bir tane daha, başı yavaş yavaş arkaya düşmeye başladı Kevin’in, sonra dizleri yere çarptı, sonra ağzından kırmızı bir şeyler aktı, sonra başı da yere çarptı, sonra derin derin nefes aldı, aldığı nefesi çok yavaş vermeye başladı, çünkü hiç acelesi yoktu ölmek için, fakat bilmediği şey, ölümün onu almak için acelesi olduğuydu, ölüm hiç kimseyi beklemez! Şimdi gözünün önünde ona silah doğrultuyordu öldürdüğü masum insanların tümü, bir Polonyalı, bir Çekoslovakyalı, bir Yahudi, bir SSCB’li ve bir başka milletin insanı... Hesabını tutmamıştı öldürdüğü insanların, ta ki kendi son nefesini verdiği ana kadar... İşte karşısında duruyordu şimdi, tüm ölenler, o da sayıyordu, gitgide tükenen gücünün yettiği kadar...
“Anne!” diye bağırdı İvan, “Bak anne, bir kafatası bu, değil mi, gerçek bir insanın kafatası!”. “Çabuk bırak onu elinden İvan” diye kükredi annesi, “Senin o pis şeyle ne işin var, at onu çöpe!”. Toprağı kendi elleriyle kazarak bulduğu bu ilginç şey, İvan’ın çok ilgisini çekmişti oysa, gidip onu arkadaşlarına gösterecekti, eğer annesi izin verseydi. Gerçek bir insanın kafatası, vay be! Ne sükse yapardı arkadaşları arasında, eğer onlara gösterebilseydi!
Küçük İvan’ın elinde tuttuğu o “çok değerli şey”, asker Kevin’den arta kalandı, onun kafatasıydı. Şimdi bir çocuğun ellerindeydi, o da biraz sonra elinden bırakacaktı onu, sonra Kevin yine toprağın derinliklerine gömülecekti, ve belki sonsuza kadar, onu bir daha kimse göremeyecekti...”
Böyle bitirmişti Bengü Hanım öyküsünü. Onca gençken
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 1 ay sonra ...
ghaldszar Cidden Cok guzel hikayeler ancak dini bir hikaye konusu biraz ilgi cektigi halde bir muslumanın yazmadıgı belli oluyor.Ateistlik muhabbetine girmiyecegim kesin ama dinsel bir gorus olmasa idi daha bir tatli olabılırdı.digerleride birbirinden guzeller.Gunluk olayi ise bana moskova savasında bir kızın gunlugune yazdıgı gunlerı anlatıyora benzıyor.ismini unuttum zlatanın gunlugu gibi bir sey.neyse zamanımı iyi degerlendirmeme yardım edenn ve hikayelerını paylasan tum arkadaslara tesekkurler[signature][hline]Alemde Herkez Scripter Olmusta Haberimiz Yok.
Sorsan Belkide %5i Html bilir.
Sorsan %90 i Action bilir.(editler.)
Sorsan Hiçbiri Sosyal Hayat Nedir Bilmez.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 3 hafta sonra ...
×
×
  • Yeni Oluştur...