Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

GDO


MuDo

Öne çıkan mesajlar

artık konuları okumanın hiç bi anlamı kalmadı çünkü sadece kendi aranızda eski hikayelerden kalma anılarla birbirinize sataşıp duruyorsunuz...

-her yılmaz özdil yazısına ilk mesaj "ama enter hebele hübele" şeklinde atılınca konu sapıyor ve bi daha da oturmuyor yerine. illa şekil, üslup eleştirecekseniz enter'dan başka malzemeler de illa ki var. dönüp dolaşıp enter'a gelmeniz sizin yetoluğunuz mu bilemedim..

-insanları genel görüş çerçeveleri içinde değerlendirmeye körü körüne devam etmezsek çok daha güzel ve faydalı konuşmalar geçicek ama nafile..2 kutup olmuş öle takılıyoruz

-ve çok ağır kıvırmalar geçmiş sölemeden geçemedim..insanları bu kadar aptal yerine koymayın veya bu kadar aptal olmayın

not: bol bol enter'a bastım ki rahat anlasın herkes
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

@sir,

senin sorunun da burada zaten, sen eleştiriyorken tüm dünya senin gibi düşünmek zorunda zannediyorsun. senin eleştirdiğin mutlaka kendini geliştirmeli. senin eleştirin mutlak doğru.

Halbuki yok böyle birşey. Senin eleştirdiğin olayı bir başkası alkışlıyor olabilir, asla değişmesin, hep öyle kalsın istiyor olabilir. Sen bir yönetmeni eleştiriyorken, kendisini geliştirmesini istiyorken bir başkası o yönetmene o haliyle tapıyor olabilir. Yönetmen senin için fikrini değiştirip senin istediğin mecraya kayarsa GELİŞMİŞ mi olacak? Peki bu durumda onu öyle sevenler için ne olacak o yönetmen? Onlar onu GELİŞMİŞ olarak mı görür sence?

Velhasıl dünyada bir tek sen yoksun ve yönetmen senin GELİŞMİŞLİK koşullarına göre hareket etmek zorunda değil. Onun kendi GELİŞMİŞLİK koşulları olabilir ve onu öyle sevenlere film çekmekten, onu sevenler de o filmleri izlemekten keyif alıyordur belki. Burada sana düşen adamın her filmini izleyip (veya belki hiç izlemeden, ki bu daha fena) gelip buraya "bu yönetmen şöyle kötü" veya "kendini geliştirsin biraz" yazmak değildir, komik oluyor zira.

Özdil'i worthy opponent görürsün veya görmezsin, yazdıklarını okursun veya okumazsın, o senin bilebileceğin iş. Ama sonuç olarak adamın her yazısı bir şekilde birilerinizi irite ediyor ki girip buraya "hep enter hep enter" diye çamur atma ihtiyacı hissediyorsunuz, adamı görmezden gelemiyorsunuz.
Bu da aslında onu yeterince worthy yapıyor.
Sadece oppose etme tarzı farklı.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bu kadar malumun ilamı tadında bi post yazdırıcaksın ya bana, inanılmaz bişey.

bi kere benim eleştirmediğim bişey yok ki, nerden uyduruyosun şöyle şeyler? bugüne kadar hangi sistem, hangi parti, hangi yazar, hangi ideoloji, hangi müzisyen, hangi ülke mükemmeliyete ulaşmış ki? dünyada eleştirilemeyecek hiçbişey yoktur, bu böyle biline.

benim eleştirdiğimi başkası alkışlasın bana ne? ben eleştiriyorum, sonuna kadar da eleştirmeye hakkım var. bunun etrafından dolaşamazsın yani. sen benim sevdiğim bi yazarı eleştirdiğinde "hayır eleştiremezsin hedehödö" diye çıkışmıyorum ki ben. tabii ki eleştirebilrsin, yeter ki tutarlı ol, mantıklı ol. hiçkimse eleştiriden muaf olamaz, istediği kadar seveni olsun, hatta "değişmesin böyle kalsın" diyen de olsun, beni ilgilendirmez bu. gerekirse onları da eleştiririm hem.

gelişip gelişmemek kişiye kalmış bişey, ben kimseyi gelişmeye zorlamıyorum. ya da "gelişmezsen şöyle şöyle olur haa" demiyorum. ama yaptıklarını, eserlerini eksik buluyorum, yüzeysel buluyorum, temelsiz buluyorum. bunu da söylüyorum. buna hakkım yoksa hiçbişey yazmiyim bidaha hayatım boyunca heh esas eleştirme hakkımın olmadığını söylemen o kadar komik ki..sen eleştirmezsen, ben eleştirmezsem nasıl gelişecek insanlık sg-1?

ben de buraya hergün ahmet altan yazısı koysam, o da sizi irrite etmeyecek mi? edecek. tabi ahmet altana "stil" eleştirisi yapmak biraz zor olabilir =)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Yazdığının konumuzla ilgisi yok. konuyu büyük çerçeveye çekerek ne kazanmak istiyorsun, onu da anlamadım. zaten eleştirinin gerekliliğinden bahsetmiyoruz burada, eleştirinin öznelliğinden bahsediyoruz. Sen hala "ben gördüğümde eleştiririm" modundasın. E, eleştir, buna lafım yok. ama bi defa eleştirirsin, iki defa eleştirirsin, üçüncüde hala değişen birşey yoksa ve eleştirdiğin kişi senin için hayati önem taşımıyorsa (misal, senin worthy opponent'ın değilse), adamın yaptıkları senin rahatsız etmiyorsa, hatta hiç ilgilendirmiyorsa niye hala eleştirmekle uğraşıyorsun?

Git ülkenin başbakanını eleştir, git tuttuğun takımın formsuz futbolcusunu eleştir, git apartman yöneticini eleştir, git mahallenin kazıkçı bakkalını eleştir, ama gidip de okumadığın, worhty opponent görmediğin bir köşe yazarını, üstelik adamın tarzının-imzasının bu olduğunu bile bile bir milyonuncu kez eleştirme. Cidden komik oluyor ve trol havası veriyor.

Ha tabi insanlığın gelişip gelişmemesi sizin yılmaz özdil topiklerini trollemenize, şey pardon, eleştirmenize bağlıysa durmayın, devam edin, ona lafım yok.


Al bu da Ahmet Altan'ın bugünkü yazısı, yığınla tek satır, bol enter. Stil olarak Özdil'den farkı yok, sadece biraz daha uzun.
ama bunun böyle olduğunu görmeyi istemek gerek tabi önce.

A.Altan

İnsanlar arasındaki “farklılıkları” yaratan, fikirlerden ziyade “düzeylerdir” bence, bazen aynı fikirde olduğunuz biriyle anlaşamaz ama sizinle tamamen zıt düşüncelere sahip biriyle çok iyi dost olabilirsiniz.

İnsanların düzeylerini, yetişme tarzları, birikimleri, kültürleri, üslupları, tercihleri, zevkleri belirler.

Buralardaki ortaklıklar sağlam dostluklar yaratır.

Ben Yalçın Doğan’ı çok severim.

Onun edebiyata olan düşkünlüğü, klasiklere duyduğu sevgi, doğallığı, cömert gönüllülüğü, neşesi, tartışılmaz ve tavizsiz dürüstlüğü, aramızdaki bütün fikir ayrılıklarının yaratacağı farklılığın üzerinden uzanan bir köprüdür ikimiz için de.

Yalçın, bir şey söylediği zaman bunu samimiyetle söyler.

Bir hesap yoktur yazılarında.

Yalçın, “irticadan ve şeriattan” korkar, Türkiye’de hep böyle bir tehlike olduğuna inanır.

Ben ise böyle bir tehlike olduğuna inanmam.

Bu tür “tehlikelerin” asıl sorunu saklamak için “yaratıldığına” inanırım.

Aramızdaki en ciddi görüş ayrılıklarından ve tartışma konularından biri budur.

Dün Yalçın Hürriyet’teki sütununda bir yazı yazıp benim CNN’de Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın yaptığı programdaki konuşmamda dikkatini çeken iki noktayı eleştirdi.

Birincisi benim Tayip Erdoğan’ı “öve öve bitiremeyip onu demokrasi havarisi ilan etmem”, ikincisi ise demokrasiyi “tek bir denkleme, ordunun siyaset dışı kalmasına” indirgemem.

Bu iki konuda bana sorular sormuş.

Soruların hepsi “Erdoğan’ın demokratlığıyla” ilgili.

Yazısını da “tarih Erdoğan’ı yazarken terazide eksiler ağır basacak” diye bitirmiş.

Yalçın’ın söyledikleri benim için önemli çünkü söylediklerini içtenlikle inanarak söylüyor ve bu endişeleri paylaşan birçok insanın da düşüncelerini dile getiriyor.

Genellikle olduğu gibi gene farklı düşünüyoruz.

Önce “ordu ve demokrasi” konusundan başlayalım.

Evet, benim için demokrasi yolunda atılacak en büyük ve en önemli adım, ordunun siyasetten çıkması.

Çünkü yaşadığımız birçok çarpıklığa bu tuhaf yapının yol açtığı kanaatindeyim.

Orduyu siyasetin dışına itmeden sorunlarımızı çözemeyiz.

Kıbrıs politikalarına karışan, Kürt sorununu kangrene çeviren, yargıyı hukuk dışına çeken, sürekli darbe planları yapan ve kendi halkına karşı psikolojik savaş yürüten bir ordudan bahsediyoruz.

Bu ordu, siyasetin içinde durduğu sürece ne hukuk olur, ne demokrasi.

Orduyu biz Cumhuriyet kurulduğundan beri siyasetin içinden çıkartamadık ama bu sürede çok siyasetçiyi eskitip bir kenara bıraktık, siyasetçilere hatalarını seçimlerde ödetmek kolaydır ama orduyu siyasetten çıkartacak bir “seçim” yok elimizde.

Üstelik, son zamanlarda değişmeye başlasa da yıllarca siyasetçileri rahatça eleştiren ama orduyla işbirliği yapan bir medyayla yaşadık bu ülkede.

Bu nedenle, bu ülkenin halkı ve aydınları için birinci önceliğin orduyu siyaset dışına çıkartmak olduğuna inanıyorum.

Ordunun hazırladığı anayasayı değiştirmeden normal bir siyasi hayat olmaz, ordu siyasette olduğu sürece de o anayasa değişmez.

Demokratikleşme, ordunun kışlasına dönmesiyle başlar.

Bunu gerçekleştirmeden hangi “demokrasiyi” tartışacağız?

Şimdi gelelim Erdoğan’a...

Başbakan’ın son zamanlardaki girişimlerinin çok önemli olduğuna inanıyorum.

Sadece Kürt meselesini halletse bile benim gözümde “tarihî bir lider” olur.

Erdoğan Kürt meselesini halledebilmek için çeşitli bedeller ödemeyi göze alarak hareketlenirken bütün komşularımızla sorunlarımızı çözecek formüller de geliştiriyor.

Bizi savaştan çıkartıp “barışa” götürüyor.

Erdoğan’ı bu noktada eleştirmek için ya “barışın” önemli olmadığını söyleyeceksin ya da bunların “barış” girişimi olmadığını.

Hangisini söyleyebilirsin?

Bir siyasetçinin doğrularını alkışlamadan onun “eğrilerini” eleştirmek inandırıcı olabilir mi?

Beni bağışla ama Erdoğan’ın son zamanlardaki “barış” hamlelerini övmeyenlerin Erdoğan’ın hatalarını eleştirmelerinin başta Erdoğan olmak üzere kimseyi etkileyeceğini sanmıyorum, böyle yazılardan “her şartta Erdoğan’dan nefret etmeye kararlı” insanlar hoşlanabilir ama “tarafsız” birini inandıramazsın.

Ben barış istiyorum.

Erdoğan barış için uğraştığı sürece, onu gücümün yettiğince alkışlarım, gücümün yettiğince desteklerim.

Orduyla anlaşmaya kalktığında, Şemdinli’de gencecik bir savcının hayatıyla oynadığında, Avrupa yolunda adımlarını ağırlaştırdığında onu eleştirmek hakkımızsa, barış yolunda yürüdüğünde de onu desteklemek görevimiz.

Sadece eleştirmek, sadece övmek kadar yanlıştır bence.

Barışı destekle be Yalçıncığım, barış için uğraşanları alkışla, alkışla ki eleştirilerin senin o muhteşem dürüstlüğüne ve hakseverliğine uygun düşsün.

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

yalniz bugun de devam etmis gdo yazisina. new age ev kadinlari nasibini almi$ sadf

bugun cift enter kullanmi$.

Yozdil said:

GDO’lu diyet tarifleri


Haliyle panik halindesiniz... “Nasıl anlarız? Genetiği değiştirilmiş organizma yemekten nasıl kurtuluruz?” filan.


Şöyle...


*


Annaneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman annane be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Annane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya... İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.


*


Ne verirlerse...


Onu yiyeceksiniz.


*


Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz... Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran... İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef... Torunlarınız da.


*


Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için... İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan! Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu. Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.


*


Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak? İstanbul’un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir’de, Antalya’da, Adana’da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye... İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak? Bütün ailen kabız... Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?


*


Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun... Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun... Ne işe yaradı senin pazara gitmen?


*


Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi... Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!


*


Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun... Brüksel lahanası yiyerek mi AB’ye gireceğini sanıyorsun?


*


Çin’den bal getiriyorlar mesela... Taaa Arjantin’den, Meksika’dan bal getiriyorlar. Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan... İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin! Ben iddia ediyorum... Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli’de, Pervari’de terör bile azalır, terör bile.


*


Uzatmayayım.

Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.


*


Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA’sını değiştirdi!


*


Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.


*


Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz... Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bilmem farkında mısın, dünyanın en liberal argümanlarından birini kullandın az önce =) "seni ilgilendirmiyosa neden eleştiriyosun, seni ırgalamıyosa dokunma, sana dokunmayan yılan bin yaşasın" vesaire.

topikle nası ilgisi yok yazdıklarımın? basbaya eleştiremezsin, tepeden bakıyosun dedin. ben de dedim ki hayır tepeden bakmıyorum, eleştirme hakkına da sahibim. o adam aynı yazıları tekrar tekrar pişirip sunduğu müddetçe, ben de aynı eleştirileri tekrar tekrar, gerekirse c/p yaparak buraya koyabilirim. ha istersen sen de bunu yaptığım için beni eleştir, o da senin hakkın. ama "madem ilgilendirmiyo, eleştirme" deme yani.

adamın yazdıkları beni ilgilendiriyo, çünkü çok fazla takipçisi var, gerek forumda, gerekse kendi çevremde. ve bu kadar vasat bi yazar, okumuş-yazmış kesim içinde nası bu kadar çok tutuyo diye hayretler içersinde kalmıyo değilim. sadece insanların duymak istediği şeyleri söylemek yetiyodur belki de. buna rağmen nasıl ki her 5 topiğin 3ünde bi yılmaz özdil yazısı kopyalamak sizin için görevse, sığ bulduğum her yılmaz özdil yazısını deyim yerindeyse "trollemek" de benim için bir görevdir! ta ki trollemeyeceğim bi yazı yazana kadar. ki öyle beğendiğim bikaç yazısı da olmuştu, onlarda da "bu sefer olmuş" diye yazdığımı gayet iyi hatırlıyorum.

yeri gelmişken ahmet altanın yazıları da çok fazla tekrara dayanıyo bence. üstelik manşetin yanında hergün adamın fotorafını görmekten sıkılıyorum, bence sırf egosundan yapıyo. ama stil olsun, üslup olsun, kullandığı dil ve cümle yapıları olsun, yılmaz özdille kıyas kabul etmez. ne de olsa romancı adam =)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

uzun uzadıya yazmıycam..

kimse kusura bakmasın ama esh'in new age kadını dediği, bir işe yaramayan, zangoç bile olamayacak bu tırtlar dünyanın en mal insanlarındandır.amiyane tabirle elinden doğrulmuyor derler. hah ondan işte.

konu olarak GDO'ya dönün.. ne konuyu kilitlemek isterim ne de alakasız mesajları temizlemek..

alın msn'ininizi oradan devam edin siz. kalanı GDO hakkında yazsın.

gerçi GDO'yu savunanlara şaştığımı da belirtmem gerek. Eminim hormon falan da seviyorlardır.. Kazım abi bu hormonlar sende biraz meme yaptı gibi sanki..
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Herkes new age kadını oldu ki artık, aksini istiyorsan köyden seçip evleneceksin biriyle. Ya da ben rastlamıyorum soyu tükenenlere

Ya birşey sorucam, insanlar kanser olmaya ilk ne zaman başlamış hep merak ederim. Acaba bu sanayi devriminden sonra çıkan birşey mi, yoksa zaten eskiden de kanser oluyorlar da teşhis mi koyamıyorlarmış, ihtiyarlıktan mı gitti diyorlarmış.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Dasaa Win All Lose

Hehe bencede 1 haftadır uzaktım patiden amma gereksiz tartışmışınız yani gdo yerine yine klasik ölzdil altan savaşı olmuş şu gdo konusunu bile tartışmayarak (iki tarafında ) ne kadar gereksiz işlerle uraştığını göstermiş oldunuz

GDO ya gelince tamam satılabilir kullanılabilir ama İNSAN
olarak bi ürünün GDO lu olup olmadığını bilme hakkımız var herhalde dimi ??Yani bu üründe GDO vardır yazma zorunluluğunun tek açıklaması olabilir hükümetten birileri bu gdo şirketlerinden sağlam para yemiş başka açıklaması yok.......
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Yilmaz Ozdil bos konusuyor cunku:
1.Anlattigi seyler 3 assagi 5 yukari hep ayni
2.Yaptigi yorumlar ve tespitleri kanitlama yada nedensenlestirme ihtiyaci duymuyor. Yazdigi seyler cogu zaman havada kaliyor.

Sonuc olarak da onun gibi dusunen insanlar ne iyi yazmis ne iyi laf sokmus die yazilarini destekliyor ancak onun gibi dusunmeyen insanlari ise kendi tarafina cekemiyor cunku bknz 2. madde. Dolayisiyla kimseye bisey katmiyip bos konusmus oluyor
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

GDO'lar 2-3 farkli baslikta tartisildi. Bu basligin giris yazisinin yilmaz ozdil'in bi yazisi oldugunu dusunursek. topicte yaziyi elestirmekten daha mantikli bisey olamaz bana kalirsa . yozdil in elestirilmesi kisisel olarak seni rahatsiz ediyorsa bilemiycem tabii
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 9 yıl sonra ...
upppppp


Siz de duydunuz mu? Bayer Monsantyo’yu satın aldı.

Hani, hepimizin dostu, dünyanın en ‘masum’ hapı Aspirin’i üreten, Alman kimya devi Bayer var ya?

Adı kötünün kötüsüne çıkmış, mahallenin affedersiniz şeyi durumundaki, “GDO’cu şeytan” Monsanto’yu satın aldı.

Hem de 66 milyar ABD doları verip aldı.

Sen şurada iki paralık siklamen için sekiz saat düşün, adam şak bastı 66 milyarı, kaptı şeytanı.

Çok para, Türkiye’nin yıllık ihracatı 150 milyar dolar.

Düşün işte.

Bayer böylece, tüm dünyada tohum üretiminin %35’ini ele geçirdi.

Daha da önemlisi, Monsanto’nun elindeki biyoteknoloji altyapısını aldı.

Monsanto kimdir, ne yapar?

Bilmeyenler için söyleyelim, bu arkadaşlar GDO denilen, genetiği değiştirilmiş organizma üretme konusunda çok bitirimler. Özellikle, mısır, soya, pamuk gibi endüstriyel bitkilerin, genetik müdahale yapılmış tohumlarını üretiyorlar.

Dünyayı açlıktan kurtaracaklar.

Yaaa… Siz ne sanmıştınız?

Gıda alamayacak kadar yoksul olanlara, bedava tohum…

Değil tabii, tam tersi onların ellerindeki yerel tohumların da patentlerini alıp, çiftçileri kendi ürettikleri tohumlara mahkum ediyorlar.

Ne avantajı var GDO’lu tohumun?

Üretim aşamasında bazı kolaylıklar getiriyor (-muş) gibi, mesela tohumu ektin, bitki çıktı ama onunla birlikte bir sürü bitki de çıkıyor tarlada. Onları istemiyorsun. Ne gerek var, senin bitkinin suyunu, besinini tüketecek, zaman gelip senin ürününü boğup, öldürecekler hatta. Bunun için çapa yapıyorsun, yine çıkıyor, yine çapa … Ya da, seçici herbisit dedikleri kimyasallar var, senin bitkiyi öldürmüyor ama bazı bitkileri öldürüyor. Bu da yeterli değil ama, yine tarlanda yabancı ot oluyor.

Monsanto’nun geliştirdiği Roundup adında bir kimyasal var. Roundup bir total herbisit. Yani, toprağın üstüne püskürtüyorsun bu mereti, ne kadar canlı bitki varsa, öte aleme transfer ediliyor.

Nasıl mı? İçinde bitkilerdeki (ve bazı bakterilerdeki) biyolojik süreçleri durdurarak. Bitkilerdeki gelişmeyi engelleyen glyphosate adında bir basit molekül var.

Monsanto’daki abiler bir tohum üretti, adına “Roundup ready” dediler. Yani, o ot katilini toprağa püskürtüyorsun, bitki adına ne varsa ölüyor, ama senin Monsanto’dan aldığın GDO’lu bitki sapasağlam ayakta.

Nasıl?

Asrın kerameti, hay mübarek…

Böylece mısırı, pamuğu, soyayı çapa yapacağım, tarlayı yabani otlardan arındıracağım diye uğraşmıyorsun, tüm tarla, toprağın tüm besinleri senin ektiğin tohumdan çıkan ürüne ait.

Buradan hareketle, “GDO’lu tohumun verimi yüksek” diyorlar.

Bu sihirli Roundup ‘ilacı’nın etkili maddesi glyphosate pek hayra alamet bir ‘şey’ değil. İddialar o ki, bu mendebur kansere yol açıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün bir yan kurumu olan Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu (IARC) herbisitlerde kullanılan glyphosate maddesinin büyük olasılıkla kansere yol açtığını açıklıyor[1]. Glyphosate konusunda Avrupa’da yasaklanması üzerine ciddi direniş var.

AB, büyük tartışmalardan sonra, kullanım izinlerini bir süre daha uzattı.

İş burada bitmiyor tabii, bir süre sonra kurbanlar (tarladaki yabancı otlar) Roundup ile üstlerine sıkılan glyphosate miktarına alışıyorlar ve çiftçinin yüzüne güle güle “adım Thomas, glyphosate bana komaz” gibi, yerel sululuklar yapıyorlar, ki ayıp.

Bu defa şirket, glyphosate içeriğini artırıyor. Bir süre sonra, ‘yabaniler’ o miktara da bağışıklık sağlıyorlar… “Bak şimdi öldün namussuz ot” dalaşında, papazı bulanlar, glyphosate biriktirmiş bitkilerle beslenen tavuklar, sığırlar, topraklar, insanlar ve o toprakta yaşayan diğer canlılar, topraktan sızan sular, suların gittiği yerlerde bulunanlar oluyor.

Kısa sürede tarım alanlarındaki yabanıl bitki alemi Roundup’a karşı bağışıklık kazandı, satışlar düşer gibi oldu, yeni kimyasallar çıktı, ama Monsanto da bu arada cebini doldurdu.

Diyorlar ki, sadece 2015 yılında 4.7 milyar dolarlık herbisit sattı (büyük bölümü Roundup), bunun 1.9 milyarı karmış.

Neyse, geçelim bu konuları, konunun özüne daha yaklaşamadık bile, güya “evimizin meleği Bayer, ne demeye aldı bu şeytanı?” üzerine laflayacaktık.

Sahi, Bayer’in melekliği nereden geliyor?

Haydi gelin, dalalım dedikodu havuzuna.

IG Farben’i duydunuz mu?

Duymadınız!

IG Farben, 1925 yılında kurulmuş bir Alman kimya devi.

Zamanın en büyüğü. Çok çok büyük, öyle böyle değil, çok …

Bütün kimya devleri birleşip kurdular.

1938 yılında 218.000 çalışanı vardı, hesap et gerisini.

Almanya’dan sonra IG Farben US de kuruldu Amerika’da.

Hızla, dünya çapında bir kartel oldular.

I. Dünya savaşı sıralarında Dünya’nın en büyük kimya şirketi idi.

İlk antibiyotiği onlar buldu. Ünlü kimyagerleri Otto Bayer poliüretan sentezini keşfetti, keşfetti de ne oldu? Esnek veya esnemeyen köpükler, süngerler, sert plastik malzemeler, yataklar, ayakkabı tabanların, prezervatifler ve daha neler neler hayatımıza giriverdi.

Düşünsene, adamların şirketinde, kısa sürede en az dört Nobel ödüllü bilim insanı çıktı.

Bu arkadaşlar tarım kimyasalları, fotoğraf filmleri, beşeri ilaçlar ve bir sürü farklı ürün ürettiler.

Ama nereye kadar? Prezervatif üret üret, nereye kadar?

Zaten o günlerde, bu malzemeye ihtiyaç da yok.

Baktılar olacak gibi değil, “abi bu işte deli para varmış” diye gaza gelip, Zyklon-B gazı işine girdiler.

O günlerde Naziler, işe yarayan Yahudileri madenlerde köle yaparak öğütüyor, kalanlar da kamplarda öte tarafa havale.

Ama nasıl?

Toplu ölüm kolay iş değil.

Binlerce insan var karşında, arkası da katar katar geliyor.

Kurşuna dizsen, infazcılar toptan kafayı yer.

Düşünsene, ne kadar sapık ruhlu katil olsan da kolay değil, günde binlerce insanı, tüfekle pata küte öldüüüür, öldüüür, öldüüüüürrr …

Bunları bir odaya istif edip, karbondioksit versen, hem pahalı, hem garantisi yok.

Zyklon B gibisi yok. Hem ucuz, hem hızlı etkili… Bir sıkıyorsun, pısssss…. ortalık tertemiz.

IG Farben yetişir Nazilerin yardımına ve sayısız insan, o kamplarda zyklon-b ile can verir.

IG Farben’in kurucusu şirketlerden biri BASF, diğeri Bayer (her birinin hisseleri %27.4).

Diyeceksin, “bu nasıl melek?” Eee, Azrail’de melek değil mi?

IG Farben, ayrıca kauçuk ve kömür işletmelerinde savaş tutsaklarını köle olarak da çalıştırır. Kauçuk konusu tam bir trajedi, hiç girmeyelim, çıkamayız.

Savaş bitince IG Farben’in ABD ayağıyla ilgili belgeler yok edilmiş, eh haliyle[2].

Şirket yöneticileri Nürnberg mahkemesinde yargılanırlar ama onların davası hızla sonlanır, ceza alan yöneticiler en fazla iki yıl sonra serbest kalır, çünkü savaş sonrası Almanya dosttur ve yeni düşman komünistlerdir, onlara karşı Alman kimya sanayine ihtiyaç olacaktır.

IG Farben yöneticilerinden olan ve Nürnberg mahkemelerinde yargılanan ve ceza alan Wilhelm Mann ve Heinrich Hörlein, savaş sonrası (1950) yeni kurulan Bayer AG’nin yönetim kurulu üyeleri olurlar.

Savaş yıllarında, Bayer’in kimyacıları bir yandan Aspirin üretirken, bir yandan da organofosfat bileşiklerinin son derece güçlü bir zehir olduğunu keşfederler. Bu keşif onlara savaşlarda kullanılan sinir gazlarını (serin, soman, tabun gibi) üretme fırsatı verir.
“Ee biz ürettik birileri de tüketir” herhalde diyerek, ürünlerini piyasaya çıkartırlar.

Bayer’de işler büyüdükçe büyür. Gün gelir Güney Afrika’da Amerikan kimya devi Dow ile birlikte dünyanın en büyük krom madenlerini işletirler; gün gelir eroini keşfedip üretirler; gün gelir Kongo Cumhuriyeti ve Ruanda’da koltan (kolumbit) madenleri üzerinde çevrilen oyunlara ve bunun sonucunda milyonlarca kişinin ölmesinde rol oynarlar.
Vietnam savaşında kullanılan ünlü pestisit agent orange’ı da mı Bayer üretti yoksa?

Yok, o kadar değil, onu Bayer’in krom işindeki ortağı Dow Kimya üretti.

Dow da çok çalıştı, nerede savaş, orada bunlar. Bir yandan hardal gazı, bir yandan napalm bombası, bir yandan tarım ilacı.

ABD ordusu eski napalmları yetersiz bulunca, Dow Kimyayı tatlı bir dille uyarır. Dow daha güçlü napalm bombaları imal eder. Böylelikle piyasanın gurur kaynağı napalm-b ortaya çıkar. Özelliği, müthiş sıcaklık oluşturup ne var, ne yok bir çırpıda yakıp kavurmasıdır.

Ha, unutmadan, Dow ile birlikte Vietnam’da ABD ordusunun kullandığı agent orange’ı üreten diğer firma da Monsanto dur.

Yaaa, bizimkiler o zamanlardan iş başındaydılar, sen onları mısır tohumu üreterek işe başladılar san.
Daha da geçmişe bakarsan, Monsanto’nun ilk üretimlerinden biri Aspirin.
Bakın sen şu işe!
Monsanto, 1917’de Bayer’den izin alıp başlamış Aspirin üretmeye.
Bakmışlar Aspirin satıp zengin olunmuyor, onlar da Bayer’in yolunu izleyip II. Dünya Savaşı sırasında askeri amaçlı kimyasal üretmeye karar vermişler. Roket yakıtlarında kullanılan sentetik kauçukla başlayıp, TNT ve Vietnam’a atılan agent orange’a kadar bir dizi sempatik şey üretmişler, insanlık ve barış için tabii.

Sonra, aradan yıllar geçti, savaşlar biçim değiştirdi, bu iki kafadar tohum üretimine girdiler, bir de tarım için kullanılan pestisitlerin üretimine.

Amaç, dünya aç kalmasın. Sizin anlayacağınız, insanlık ülküsü hiç eksik olmadı kalplerinden.

Biri Aspirin üretiyor, biri mısır.

Aspirinin dolgu maddesi ne? Mısır nişastası.

Daldan dala atlıyoruz ama, hani belki merak edenler olmuştur, “bu Dow ne hallerde?” diye. Dünya kimya sanayindeki devlerden biri olan Dow Kimya bu günlerde DuPont ile birleşiyor. 130 milyar ABD Doları tutarında bir birleşme bu. (DuPont evlerimizde kullandığımız, mutfakların en şahane malzemesi teflon tava-tencerenin üreticisi, tefloncu yani arkadaşlar. Altı teflon, üstü pilav… O da masum. Masumiyet adına, sırf barış için DuPont, ABD’nin Japonlara attıkları atom bombasını üretti).

Bu yukarıda adı geçen ‘saygıdeğer’ kuruluşlar, Bayer, Monsanto, Dow, DuPont’a, bir de Syngenta ve BASF eklendi mi olurlar mahşerin altı belalısı.

GDO’mu?

Akla bu isimlerden başkası gelmez.

Endüstriyel gıda üretimi mi?

Yine bunlar.

Tarımsal kimyasallar mı?

Başka isim yok.

Ortak özellikleri, geçmişte kitle imha silahları üretmişlikleridir.

Bu şirketler küresel tarımı ellerinde tutuyorlar şimdi. (tarımsal kimyasalların %80’i, tohum üretiminin de %65’i, ARGE tümüyle bunlarda).

Buralara kadar gelmiş, eyyy sabır abidesi okur, “ne demeye satın aldı Bayer, Monsantoyu?”gibi anlamlı soruyu, şimdi sorabiliriz.

Sence neden?

Dünya gıda üretimini ele geçirmek için mi?

Hiç sanmıyorum.

Gıda devri bence sona erdi. Gıda üretimi karlı ve stratejik olma özelliğini yitirdi. Zenginlerin tüketerek bitiremeyecekleri kadar gıdaları var. Orta halli milletlerin de, eh işte.

Gıdaya ulaşamayanlar, yoksullar. Onların paraları da yok, kaynakları da. Yoksul olanlar için ne şirketler ilaç üretiyorlar, ne tohum, ne de teknoloji. Çünkü, onları sürdürülebilir soymak mümkün değil. Ne yapabilirsin ki? Ellerinden toprakları almaya kalktılar Afrikalıların, pişman olup geri verdiler bir kaç yıl önce. Pazara uzak, işçi yok, yan sanayi yok, teknolojik altyapı yok.

Gıda üreterek para kazanmak, dünya hakimi olmak devri bitti kısaca. Şimdi biyoteknoloji devri başlıyor. Medikal biyoteknoloji, endüstriyel biyoteknoloji ve agro biyoteknoloji olarak üçe ayrılıyor ki, her üç başlık Bayer’in varoluş amacıyla bire bir örtüşüyor.

Medikal biyoteknoloji ile aşılar, hedefe kitlenen yeni antibiyotikler, doku kültürleri, kök hücre uygulamaları, gen aktarımları ile kalıtsal bozukluklara müdahale veya bozukluğu olmayanlara müdahale…

Genlerle oynamak tehlikeli ancak kabul etmek gerekiyor ki, aynı zamanda heyecan verici de. Hele de, mısır, fasulye üretmekle kıyaslandığında, gelecek için çok farklı bir evrimsel sıçrama hamleleri planları yaptırır insanlara.

Sen buna bir de endüstriyel biyoteknoloji ile açılacak enerji konusunu ekle, bir de robot teknolojisi ve yapay zeka. Şimdi, başarabilirsen, bu açılan kapıdan bir 100 yıl sonrası dünyanın halini çizmeye çalış.

O zaman Bayer neden Monsanto’yu satın aldı?

Bence, Bayer Monsanto’nun teknoloji altyapısına sahip olmak istedi, bir de ABD’yi bu alanda zayıflatmak.

Geçenlerde biri söylüyordu, “dünya savaşları hep Anglo Sakson toplulukları ile Almanlar arasında çıkmıştır” diye. Böyle bir beklenti mi var? Yeni dünya savaşı, yine İngiltere + ABD ile Almanya + Rusya arasında çıkacak diye?

Bu gibi cümleler dedikodunun ileri boyutları, lakin Almanya’nın bir dünya devi olmak yolunda dolu dizgin ilerlediğini de kabul etmek gerekiyor. AB’nin tek patronu oldu(İngiltere bu yüzden mi çekildi?).

Savaş çıkar mı bilmem, “çıkmasın” diyelim. Benim düşüncem şu ki, tüm bu hamleler insanın evrimsel olarak ulaşacağı yerlere dair bir öngörü üstüne yapılıyor. Bu arkadaşlar paralarını nereye harcıyor? Al işte, geleceğin yönü çıktı önüne. Bir zamanlar barut, zehirli gaz, bomba imal ettiler, gördük ki cephelerde savaşlar devri başladı. Sonra, tohum ve herbisit işine girdiler, gördük ki, devasa gıda üretimi gündeme geldi. Şimdi, konumuz biyoteknoloji.

İlle savaş senaryosu gerekiyorsa, senaryonun araçlarını biyoteknoloji üstünden üretmenizde yarar var.

[1] http://www.thelancet.com/journals/lanonc/issue/vol16no5/PIIS1470-2045(15)X7178-6
[2] http://reformed-theology.org/html/books/wall_street/chapter_02.htm

Sunay Demircan/ortakhaber.com
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

monsanto için food inc. izleyin güzel belgesel. onun updatelisi de vardı ama adını hatırlamıyorum uzak kaldım sektörden.
monsanto bisürü tohum firmasını zamanında ele geçirmişti. 2 yıl önce $88B değeri vardı ama sadece monsanto olarak. altında 23 tane daha firma var.
Monsantonun değerini daha çok diye düşünüyorum bu yüzden.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...