Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Deneme Yazısı örneği isteği


Drall

Öne çıkan mesajlar

yarın sınav var deneme yazıcaz, öğretmenimiz öyle müthiştir ki(!) deneme nasıl yazılıyo kimsenin bildiği yok okulda neredeyse. hocanın tek yaptığı açıklama "kendi kendinize konuşuyomuş gibi yazıcaksınız ve kanıtlamanıza gerek yok" oldu, fakat gel görki yeterli değil gibi. konuyu da tam belirlemedim, "önyargılar" falan olabilir konu bianda aklıma geldi bi olaya baya bi önyargıyla yaklaşmıştım(gerçi sonucunda önyargım haklı çıkmıştı o olayda ama olsun), eğer "şöyle bi konu daha güzel olur" diyosanız o konuda da yardım edebilirseniz sevinirim. merak etmeyin denemeyi çalmıcam sadece nasıl yazıldığı hakkında fikir sahibi olmaya çalışıcam, telif haklarını korucam yani =)

(google'da deneme, deneme örnekleri vesaire diye arattım bidünya saçma sapan şey çıktı denemeyle uzaktan yakından alakası olmadığını tahmin ettiğim, çünkü kendisiyle konuşmaktan çok sevgilisine yakarış gibiydi denk geldiğim yazılar...)

ps: ben mf'yim bide... nası bi mantıktır acaba bu?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

SiyahKahve / Deneme - Yamulma bölümünden bir deneme buldum. Sende bir bak istersen...

SiyahKahve said:
Yazar Olacak Çocuk

Fazla uzun zaman olmadı, o yüzden iyi hatırlıyorum; ilk yazmaya başladığımda, yazıyor olduğumdan kimseye bahsetmemiştim. Refleksvari bir tutumla, son derece kararlı bir şekilde uzun süre herkesi herhangi bir şey yazdığımı bilmekten alıkoydum. Sonra zaman içinde, bana en uzak olan insanlar, yani internetteki bir takım nickler bundan haberdar oldular. Sonra çember daraldı ve bir iki öğretmen, sonra arkadaşlarım ve son olarak da ailem öğrendi yazı yazdığımı ki o zamana kadar epey bir şeyler çıkartmıştım. Son kademe ise internet gibi dibi görünmeyen dev bir çukura, asla oradan çıkamayacaklarını bile bile yazdıklarımı atmak oldu.

Bu sırada elbette yazıya ve yazar olmaya karşı bakışım hızla değişmişti ve yazdığımı birilerine söylemek için fırsat kollar duruma gelmiştim. Kendimi yazar olarak görmek istiyordum ve bunun en kolay yolu, insanların beni yazar olarak görmeleriydi. Yazar olmak bana göre iyi yazmakla alakalı bir beceri belirtisi değil, bir haldi. İnsanın hayatı yaşarken takındığı bir tavırdı ve bu yüzden bu tavrı takınmanın, yazı yazmayı öğrenmek kadar önemli olduğunu düşünüyordum ki bu konudaki fikrim değişmedi.

Sonra zamanla yazar olmaya ait farklı özellikler keşfettim. Okunurluk, üretkenlik, ulaşılabilirlik gibi, bir yazarın sahip olması gereken önemli sıfatların bir şekilde çalışkanlıkla ve zamanla elde edilebilir olduğuna ikna oldum ve soranlara bunu hep böyle anlattım. İnternetteki etkinlik alanlarım da buna göre şekillendi ve birebir etkileşime girdiğim binlerce insana içim rahat bir şekilde „herkes yazar olabilir“ dedim, ama yanıldığımı görmem için bir kaç örnek gerekecekti.

Ürettiğimiz şeyleri çekip çıkardığımız o çukurun sonunu ne zaman göreceğimizi bilmiyoruz, ama derine indikçe ilermenenin zorlaştığı açık bir gerçek. Hayatın herkes için geçerli olan zorunluluklarına maruz kaldıkça, çukuru daraltan çıkıntılar etrafından dolanılmaz boyuta geliyor ve ilerlemek için bu yeri değişmez kayaları parçalamak gerekiyor. Kimimiz bunlara takılıp kalıyoruz, kimimiz bu değişmezleri yok ederek hayatına devam ediyor ve ilerledikçe yalnızlığı artıyor. Herşey yerli yerinde: Güçlü olan işine bakmaya devam ediyor, zayıf olanlar güçlerinin yettiği kadarıyla tatmin olmaya çalışıyorlar.

Sonra yaratıcılığın ve yazar olmayı mümkün kılan tüm özelliklerin geldiği o sonu belli olmayan karanlık yerin ortasında bir beyazlık beliriyor. İnsanın kendi sonunu ve sınırını belirlediği an bana kalırsa tam bu beyaz noktayla ne yapacağına karar verdiği an. Çukurun dibi görünmüş; ya hız kesip süratle büyüyen o beyaz noktaya çarpmadan durulacak, ya da son güçle o aydınlığa abanıp, delip geçmeyi deneyeceğiz. O içini yıllar boyu kurcaladığımız karanlık deliğin içinde bir beyazlık gördüğümüzde ne yaparız? Onun içinden geçilebilecek, kırılıp yok edilebilecek yapay bir olgu olduğunu anlayabilir miyiz? Yoksa, kendi kendimize koyduğumuz o sınırı delip geçmeyi aklımıza bile getirmez, böyle bir seçeneği ihtimaller dahilinde bile değerlendirmez, durduğumuz yerde durur ve geriye mi döneriz?

Bu beyaz nokta çoğu insan için farklı bir şeyi temsil eder, ama bana kalırsa, bu nokta sonuçta bizizdir. En doğal parçamız bu noktadır ve bir sürü farklı yazardan bir sürü farklı metin okuma şansı bulduğumuz bu çağda gördüğümüz üzre, bu noktayı delmeye çalışmak bile çoğumuz için bir seçenek bile değil. Belki bu yüzden düzenli olarak yazdıklarımız, üç beş kişinin aklını –iyi ihtimalle- çok kısa bir süre için meşgul ediyor ve sonra silinip gidiyor. Belki de silinmesini kendimiz istiyoruz. Suda yarattığımız dalgaların büyümesinden ve bizi çukurdaki beyaz noktayla tekrar karşılaştırmasından korkuyoruz. O yüzden hep sığ, hep geride ve sonuçta hep zayıf denemeler olarak kalıyor ürettiklerimiz.

Oysa toplumdan ve kendimizden soyutlanmış, özgürlüğü tam ve sonsuz olarak hissettiğimiz o yazma halini kısıtlayan beyaz nokta, sadece yazarken değil, hayatın tamamında eksik ve kısıtlanmış hissetmemizi sağlayan yapay sınırın ta kendisi. Hayatın ve yazar olma denemelerinin tümünde üstümüzde olan, adı yıldan yıla, belki de günden güne değişen o beyaz nokta, bugün de bizi yazar olmaktan, hayata karşı bu tavrı alabilmekten alıkoyuyorken, bizim tek yaptığımız beyaz noktaya isimler bulmaya çalışmak. Hepsinin, tüm o çaresiz çabaların sonunda ise, geriye dönüp geçmiş beceriksizliklerimizin tümünü bir seferde görmek kaldıramayacağımız kadar acı olacağı için, mecburen o beyaz noktaya döndüğümüzde, onu delecek, delmeyi boş verelim, ona dokunacak gücümüz bile kalmadığında, korkmuş küçük bir çocuk gibi gözümüzü kapatıp, yüzümüzü ellerimizin arasına saklayıp ağlamaktan başka seçeneğimiz kalmamış olacak. O zaman suçlayacak birilerini arayacak ve sümüklerimiz ağzımıza akarken isimler sayacağız. Beyaz noktaya taktığımız onlarca isim dökülecek ağzımızdan.

Bu karanlık tablodaki güzel ayrıntı ise, bu berbat tecrübeyi, bu berbat tecrübeden, ne olduğunu tam olarak bilmeden, varlığını ince ince hissederek yıllar boyu kaçan, uzak durmaya çalışanların en derin ve acı şekilde hissedecek olmaları. Bu acıya eklenen ve tüm yaşananlardan daha acı olan ise, bu korkak ve saldırgan insanların asla yazar olamamış olduklarını tam bu derin acıyı yaşadıkları anda kavrayacak olmaları. Daha güzel ne olabilir?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Ben yazmıştım =P

said:
Can Sıkıntısı

İnsanlığın, tarihinin başlangıcından beri karşılaştığı en temel sorun ne salgın hastalıklar, ne doğal afetler, ne de arada bir ?dünya çok kalabalıklaştığından- başlattıkları dünya savaşlarıydı. Hayır, insanların en temel problemi, tarihinin başlangıcından beri var olan ama bu sürenin sağlıklı çözümü üretmesine yetmeyeceği kadar devasa bir şeydi; can sıkıntısı.

Can sıkıntısı, aslen büyüklü küçüklü tüm problemlerin atası olmasına rağmen, çoğu zaman basit bir çözümü olurdu ve kısa vadede pek de ciddi bir sorun yaratmazdı. Asıl sorun, üretilen çözümün sonuçlarıyla ortaya çıkardı ki, hâlen çözülememiş olan düğüm, budur.

Can sıkıntısına karşı geliştirilen en yaygın çözümlerden birisi aşktır. Şöyle ki, aşk, boş zamanı ve kişinin aklını tamamen boşlukla doldurmakta, böylece kişinin kendisini sürekli bir şekilde meşgul hissettiği yanılgısına yol açmaktadır. Basitçe bir eylemin ne kadar yararlı olduğunu görmek için, o eylemin ilk hâli ile son hâli arasında bir karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır. "Aşk" konusunda, ilk ve son arasında tek bir fark yoktur. Herkes aynı yoldan yürümüş, aynı hataları yapmış ve aynı sonuca varmıştır. Aslında hiçbir şey yapmayan ve hiçbir yeni fikir üretemeyen birey, kendinden önceki milyarlarca insanın düştüğü hataya düşer ve bu hatanın içinde uzunca bir süre yüzdükten sonra çıkar, kurulanır ve bu hataya tekrar düşer. Yine de uzun vadede, aşka olan inanç kaybedildiğinde, verdiği zararlar nispeten de olsa kapanır ve bir daha geri dönülmemek üzere, bu fikir ortadan kaldırılır.

Can sıkıntısına çözüm olarak getirilen fikirlerin en zararlısı ise "felsefe" ve buna bağlı olarak "psikoloji" olgusudur. İnsanların tartışmalarını çözmek için ellerindeki en gelişmiş yöntemin, basit bir şekilde bir odun parçasıyla karşısındakinin kafasına vurmak olduğu dönemlerde, ki bu halen bazı bölgelerde verimli olarak kullanılmakta olan bir yöntemdir, "Felsefe" ve "Psikoloji" henüz bir sorun yaratmamaktaydı. Öyle ki, bir adamın en büyük ikilemi, akşam yemeğinde bir geyik mi yoksa bir öküz mü avlaması gerektiğiydi. Gelin görün ki, bu dönem çabucak geride bırakılmış ve insanlar artık etlerini onların yerine vurup hazırlayabilecek başka insanlara bunun karşılığında verebilecekleri bir şeyi, yani parayı, keşfettiklerinde, işler karışmaya başladı. İlkel insanın rahatlığı, uğraşmak zorunda olduğu sorunların tüm vaktini alıyor olmasından kaynaklanıyordu. Modern insan ise, bütün gün etini yiyebileceği bir hayvanın peşinden koşmayı bıraktığında, eline sadece can sıkıntısıyla dolu bolca zaman geçmişti.

İşte psikolojinin tohumları, yine can sıkıntısıyla geçen bir öğleden sonra "felsefe" adıyla atılmıştır. Yoldan geçen bir adam, yol kenarında oldukça sıkılmış bir şekilde oturmakta olan bir diğerine "Selam dostum? Hayat nasıl gidiyor?" diye sorduğunda, karşısındakinin bir anda gözlerinin açılıp, derin düşüncelere dalmasına ve onu görmezden gelmesine anlam verememiş "Zaten garip bir adamdı" diyerek oradan uzaklaşmıştı. Aslında o anda, sonsuza dek hiçbir sonuç vermeden çalışacak olan Psikoloji makinesinin düğmesine basmıştı.

Selam verilen adam öncelikle, garip bir biçimde, neden daha önce kimsenin "Hayat nasıl gidiyor?" sorusuna "İyi gidiyor, bildiğin gibi" tarzı geçiştirmelik bir cevap yerine, bu soruyu ölçüp tartıp bir cevap vermediğini hayretler içinde merak etmişti. Sonra bu soruya geçiştirmelik bir cevap verdi ve bu soruyu kafasında evirip çevirdi. Sonunda sihirli kelimeyi aradan çıkardı; "Hayat". Öncelikle soruyu "Hayat nedir?"e çevirdi, aklında basit bir-iki cevap şekillendi ve yeni bir şeyler keşfetmenin heyecanıyla soruyu "Biz nasıl yaratıldık?"a dönüştürdü. Bu soru ona fazlasıyla rahatsız edici geldiğindendir ki cevabına fazla kafa yormadan soruyu son ve kaçınılmaz şekline dönüştürdü "Hayatın anlamı nedir?" Bu noktada beyni durmuştu. Az önce fikren daldan dala atlayan, yeni sorular, yeni cevaplar bulan ve inanılmaz keşfinin dayanılmaz hafifliğiyle yüzünde çarpık bir gülümseme oluşmuş olan adam, bir anda sorduğu sorunun altında ezilmiş ve yüzüne kötü görünüşlü bir somurtkanlık yerleşmişti. Ne yazık ki bu adam, arkasında bu sorunun cevabını birlikte aradığı ve öğretilerini yaymalarını istediği çok sayıda öğrenci bıraktıktan sonra, sorusuna cevap bulamadan bir kupa dolusu zehri içmiş ve yüzündeki aynı somurtmayla ölmüştür.

Daha da ileriki yıllarda, bu adamın bulduğu ve ismine felsefe denmiş olan bu olgu sadece öğrenmeye hevesli insanların değil, istesin ya da istemesin herkesin hayatında yer edinmeye başlamış ve bu hayatlarda onarılmaz yaralar açmaya başlamıştır. "Neden?" sorusuna cevap olarak "Neden olmasın?" yanıtının artık klasikleştiği bir zamanda, bir uyanığın kolay yoldan çuvallarca para kazanabilmesinin nedeni de, felsefenin bu denli yaygın oluşuydu. Felsefenin ilerlemesiyle, artık canı sıkılan her insanoğlu kendi kendine psikolojik bir tartışma başlatabiliyor ve kendisine her cevap veremeyeceği soru soruşunda içinde bulunduğu bataktan kurtulmak için tümevarım yaparak soruların alanını biraz daha genişletiyordu. Bir gün artık bu alan o kadar genişletilmişti ki, insanlar kendi başlarına bu sorunu çözemeyeceklerini fark ederek, başka insanlara bu konuda danışmaya karar verdiler.

Yukarıda bahsedilen çuvalla para kazanan uyanık, işte bu noktada devreye girmiştir. Bir işe girip çalışmak asla verilen çabanın karşılığını vermiyordu, banka soygunları artık çok klasik ve çok da riskli bir işe dönüşmüştü ve henüz telefon keşfedilmediğinden kimse telefonla satış yapamamaktaydı. İşte böyle bir zamanda, bu genç adam insanları dinlemenin ve kafa sallamanın aslında inanılamayacak boyutlarda kazanç getirebilecek şekilde geliştirilebileceğini anladı. Yaptığı ilk iş, bir muayehane açarak bir de sekreter tutmak oldu. Bundan sonra ise yaptığı tek şey insanları dinlemek ve kafa sallayıp "Peki bu sana nasıl hissettirdi?" ve "Maalesef bu haftalık da saatimiz doldu, çıkışta sekreterimden önümüzdeki hafta için randevu alabilirsiniz" gibi basit 2 cümle söylemek olan bu adam, hayal edilemeyecek kadar çok para kazandı. Bildiği şey, bu sefer turnayı gözünden vurmuş olduğuydu. Bilmediği şey ise, insanların ona para ödeme nedeninin, yani "Hayatın anlamını bulma çabası"nın, dünyasının yok oluş nedeniyle birinci dereceden alakalı oluşuydu. Bu yok oluşun nedeni, insanların kârlı bir iş olduğundan psikolog ve psikiyatrist olmaya başlaması ve bir süre sonra gezegende yapılan tek işin psikolojiyle ilgili olması nedeniyle tüm insanların açlıktan ölmesi olabileceği gibi, gezegenin yeni bir uzay çevre yolu için yok edilmek zorunda olması da yadsınamayacak kadar ihtimaller içerisindedir.

Burada kısa bir bilgi vermekte yarar var; can sıkıntısının kötü sonuçlar doğurmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu sıkıntının kişiyi sorunu ve sorunun nedenlerini düşünmeden çözüm bulmaya teşvik etmesidir.

Milyonlarca insan, psikolog ve psikiyatristlere döktükleri paranın karşılığını (yani hayatın anlamını) alabilselerdi dâhi tatmin olmayacaklardı. Çünkü sorunun ne anlama geldiğini hiç düşünmemişlerdi. "42"nin sizin için bir anlam ifade etmemesinin tek nedeni de budur.

Sonuç olarak felsefe ve psikolojinin anlamsızlığı, gereksizliği ve kısırlığını belgeleyecek en mantıklı açıklama, bundan yıllar önce yapılmıştır ve bugüne kadar koruduğu geçerliliğini, çok daha garipçe açıklanamaz bir açıklamaya bırakana dek de koruyacaktır. Bu açıklama, kelimesi kelimesine şöyledir;

"There is a theory which states that if ever anyone discovers exactly what the Universe is for and why it is here, it will instantly disappear and be replaced by something more bizarrely inexplicable. There is another theory which states that this has already happened."

Douglas Adams
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Montaigne'in denemeler diye bir kitabı var. Kütüphanesi az buçuk zengin olan her türlü büyüğünden temin edebilirsin sanırım. Orda her türlü konuda kısa sayılabilcek bir sürü deneme bulur, bir kaç sayfa okursan gayet güzel fikir edinirsin.
Örtmeninizin sizin için bulup fotokopi dağıtması lazımdı aslında..
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

DOSTLUK (DENEMELER)

Dost ve dostluk dediğimiz, çokluk ruhlarımızın beraber olmasını sağlayan bir rastlantı yada zorunlulukla edindiğimiz ilintiler, yakınlıklardır. Benim anlattığım dostlukta ruhlar o kadar derinden uyuşmuş, karışmış kaynaşmıştır ki onları birleştiren dikişi silip süpürmüş ve artık bulamaz olmuşlardır. Onu* niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim.
Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum.
Öteki sıradan dostlukları buna benzetmeye kalkışmayın: Onları, hem de en iyilerini ben de herkes kadar bilirim. O dostluklarda insanın, eli dizginde yürümesi gerekir: Aradaki bağ, güvensizliğe hiç yer vermeyecek kadar düğümlenmiş değildir. Chilon ** Demiş ki: “Onu (dostunuzu), bir gün kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; ondan, bir gün kendisini sevecekmiş gibi nefret edin.” Benim anlattığım yüksek ve yalın dostluk için hiç yerinde olmayan bu davranış, öteki dostluklara uyabilir. Bunun için Aristoteles’in sık sık tekrarladığı şu sözü de kullanabiliriz: “Ey dostlarım, dünyada dost yoktur…”
Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum: Tattığım zevkler bile, beni avutacak yerde ölümünün acısını daha fazla artırıyor. Biz her şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi oluyorum:

Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden yoksun kalınca,
Hiçbir zevki tatmamaya karar verdim

Her işte onun yarısı, ikici yarısı olmaya o kadar alışmıştım ki şimdi artık yarım bir varlık gibiyim.

Mademki zamansız bir ölüm seni, ruhumun yarısı olan seni alıp götürdü, yeryüzünde varlığımın yarısından, en aziz parçasından yoksun yaşamakta ne anlam var? O gün ikimiz birden öldük.

Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü.

(Kitap 1, bölüm XXVIII)



* Etienne de la Boetie: Montaigne’in en iyi dostu. İyi yürekliliği ve bazı şiirleriyle tanınmıştır.
**Eski Yunanistan’ın ünlü bilgelerinden biri


Montaigne
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
"İnsanlığın, tarihinin başlangıcından beri karşılaştığı en temel sorun ne salgın hastalıklar, ne doğal afetler, ne de arada bir ?dünya çok kalabalıklaştığından- başlattıkları dünya savaşlarıydı. Hayır, insanların en temel problemi, tarihinin başlangıcından beri var olan ama bu sürenin sağlıklı çözümü üretmesine yetmeyeceği kadar devasa bir şeydi; can sıkıntısı.

Can sıkıntısı, aslen büyüklü küçüklü tüm problemlerin atası olmasına rağmen, çoğu zaman basit bir çözümü olurdu ve kısa vadede pek de ciddi bir sorun yaratmazdı. Asıl sorun, üretilen çözümün sonuçlarıyla ortaya çıkardı ki, hâlen çözülememiş olan düğüm, budur.

Can sıkıntısına karşı geliştirilen en yaygın çözümlerden birisi aşktır. Şöyle ki, aşk, boş zamanı ve kişinin aklını tamamen boşlukla doldurmakta, böylece kişinin kendisini sürekli bir şekilde meşgul hissettiği yanılgısına yol açmaktadır. Basitçe bir eylemin ne kadar yararlı olduğunu görmek için, o eylemin ilk hâli ile son hâli arasında bir karşılaştırma yapmak yeterli olacaktır. "Aşk" konusunda, ilk ve son arasında tek bir fark yoktur. Herkes aynı yoldan yürümüş, aynı hataları yapmış ve aynı sonuca varmıştır. Aslında hiçbir şey yapmayan ve hiçbir yeni fikir üretemeyen birey, kendinden önceki milyarlarca insanın düştüğü hataya düşer ve bu hatanın içinde uzunca bir süre yüzdükten sonra çıkar, kurulanır ve bu hataya tekrar düşer. Yine de uzun vadede, aşka olan inanç kaybedildiğinde, verdiği zararlar nispeten de olsa kapanır ve bir daha geri dönülmemek üzere, bu fikir ortadan kaldırılır.


Burada kısa bir bilgi vermekte yarar var; can sıkıntısının kötü sonuçlar doğurmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu sıkıntının kişiyi sorunu ve sorunun nedenlerini düşünmeden çözüm bulmaya teşvik etmesidir. "



kısmını kullanıp sonuna bişeyler daha ekledim, ama edebiyatçı biraz uyuşuk, bide şiir kitabımı ne çıkarıyomuş oyüzden biraz geç okucakmış, haberdar ederim =) 100 alırım heralde ya =D



edit:
yigitoglu said:
senin hoca forumlara takılıyor olmasin? :)


umarım ikinci bi "Arda bey??" olayı yaşanmaz =D
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...