Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

celal şengör


yav

Öne çıkan mesajlar

yav said:

1 tane doğru bişey dediyse 10 tane sapık sapık laflar etti ya haha

kenan evren'i övmesini mi anlatayım karl marks'ın salak olduğunu diyalektik materyalizmin safsata olduğunu savunduğunu mu söylesem yoksa amerikayı keşfdenlerin vahşileri katletmesinin meşru olduğunu savunmasından mı... ha bir de askerlerin bilim adamlarından daha önemli insanlar olduğundan falan dem vurdu bir ara.


sonuncusu feci doğru yalnız.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

spawn77 said:

Ülkenin en büyük problemi herkesin alanı dışında konuşması. Alanında üstüne yok bu adamın ama siyaset, hukuk konuşmasın.


ülkenin en büyük problemi halen insanların başkalarının konuşacakları, düşünecekleri konu hakkında söz sahibi olduklarını zannetmesi. Haliyle kendinde bu hakkı gören kitle başa geldiği zaman sen sus, konuşma, şunu yapma, bunu yapma, bunu deme, bunu böyle yap diyip aba altından sopa gösterip hayatı insanlara zindan ediyorlar. Bırakın kim ne hakkında konuşmak istiyorsa konuşsun. İnsanların konuşma, düşünme, düşündüğünü özgürce dile getirme yanında konuşarak saçmalama özgürlükleri de var.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Pm atmışsın burayada yazayım.

Orası Agora değil, Medya. Televizyonun toplum aksine insanlara karşı bazı sorumlulukları vardır. Bu sebepten özellikle uzmanlık gerektiren konular konuşulmaya başlandığında, daha dikkatli seçimler yapılmalıdır. Ben demiyorum ki celal şengör saçmalıyor ya da bir görüş savunuyor. Ben Celal Şengör hukuk ve siyaset hakkında ''Bilgisiz'' diyorum.
Bu sebeple hala savunuyorum. Celal Şengör'ün kendi alanı dışındaki konuşmalarını özel programları kaplayacak kadar yaratıcı bulmuyorum.
Kendi bilimi hakkında saygım sonsuz.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

hukuk hakkında pek bir konuşması olmadı bu program. neyi kastediyorsun bilmiyorum. Siyaset konusuna gelirsek her insanın bir siyasi görüşü vardır ve siyaset tamamen yoruma açıktır. Ve kendisi yoruma açık konularda fikrini belirtti. Kesin doğru kabul edilen konular hakkında bir açıklama, fikir beyan etme böyle bir şey yapmadı.

Senin dediğin medya sorumluluğu ancak şu gibi konularda devreye girer. Eğer birisi çıkıp tıp gibi, matematik gibi, fizik gibi, kimya gibi konularda bilgisi olmadan yalan yanlış bilgiler verirse bu medyanın sorumluluğunun devreye girdiği andır. Mesela kendisi çıkıp şu hastalık için şu ot çok iyidir, bu ilaç çok iyidir derse ve aslında önerdiği bu şeylerin birçok zararlı yan etkisi varsa bu medyanın sorumluluğundadır. Sorumlu yayıncılık bu gibi durumlarda doğru bilginin topluma aktarılmasını gerektirir. Bakış açılarının, yorumların sansürlenmesini değil.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Tam öyle değil işte, sosyal bilimlerin üçüncü dünya ülkelerinde adam yerine konmaması durumu mevzu bahis yine yeniden.

Bir adamın karl marks'a salak demesi ile tıp hakkında asılsız bilgi vermesi arasında etik açısından hiç bir fark yok.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

kendisi bir yorum getirerek fikrini açıklıyor. Doğruluğu kanıtlanmış bir konu hakkında yanlış bilgi vermiyor. Marx'ın ağzından çıkan her laf, açıklamaları, çıkarımları mutlak doğru değil. Ama yer çekiminin olduğu mutlak doğru. İnanıp inanmaman olduğu gerçeğini değiştirmiyor zira dünya üzerinde durabilmen yerçekimi olduğunu kanıtlıyor. O yüzden kendisi yerçekiminin olmadığı hakkında elinde kanıt olmadan açıklamalar yapsa haklısın. Marx'a aptal demesi en kötü ihtimalle bulunduğu ülkenin kanunları gereği suçtur veya değildir. Daha ötesi yok yani.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

ya şimdi bişeyler diyeyim diyecem ya yeterince okuyup düşünmediğimden eksik ifadede bulunucam diye ya da fen bilimleriyle sosyal bilimleri karşılaştırıyormuşum gibi olacak diye korkuyorum ama elmayla armutu karıştırdığınızı söyleyeyim evvela

marks'ın ağzından her çıkan hakikat değil elbette ancak sosyoloji, felsefe'den siyaset bilimi ve iktisat'a kadar en baba sosyal bilimlerin en temel kolonlarından, dayanaklarından bir tanesi. Yani sokaktaki bir adamın üslubuyla bu adamı yanlış bulamazsın. Kaldı ki insani bilimlerden bahsederken yine insaniyet dışı olayları meşrulaştırmaya çalışmak da hiç hoş değil, örneğin amerika kıtasını işgal edenler ve darbeci komutanlarla ilgili söylediklerine bakınız. Faşizm ve statükoculuğun bilimle arası yoktur, yanyana da gelmemeli. Bilim dediğin muhalif eylemlerin en yücesidir. Ancak piyasa sistemi her şeyi ehlileştirdiği gibi bilim'i de kendine köpek etmiştir orası başka.

Pozitif bilimlere gelirsek de ne kadar sosyal bilimlerde tartışılan mihenk taşı bazı düşünce ve sistemlerinin pat diye tersini savunma hakkını kendimizi görsek dahi örneğin bir tıp alanında birçok şeyin henüz tam kesinliğe ulaşmadan uygulandığını unutmamak, yine bilim dünyasının temel birçok tartışmasının hala teoriler üzerinde döndüğünü hatırlamak ve bir de septisizmi elden bırakmadan tüm determinizmin bir gün yeni bir şeyle yıkılabileceğini dolayısıyla hiçbir şeyin kesin olmadığı konusunda da hafiften bir demagoji yapacak olursak...... toparlayamadım ama işte ak koyun kara koyun değil bu muhabbetler netice olarak. İnsanlar böyle konularda çıksınlar konuşsunlar ne kadar çeşitli düşünce olursa da o kadar iyi ama bunun belli etik sınırları vardır ya her sakalı olana dede dememek gerekir. Benim dediğim budur.

edit: sosyal bilimlerde de inanmak/inanmamak diye bir şeyden bahsedilemez. Fikirler vardır tartışılır. Ben marks'a inanmıyorum weber'e inanıyorum dersen ben yerçekimine inanmıyorum ama bir güç var demiş kadar komik bir şey demiş olursun.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Olay zaten Marx'a inanmak değil. Celal Şengör pozitif bilimleri kabul etmiş ve akılcı birisi. Sonuçlarını gözlemleyebildiği, formulize edebildiği ve kanıtlayabildiği durumları kabul ediyor. Geri kalan herşey havada kalan, tamamen tartışmaya açık ve her insanın bilgisi dahilinde fikir üretebileceği durumlar. Neyin temeli olursa olsun.

Sanki benim Marx'ın söylemleri ve felsefesiyle yerçekimini bir tuttuğumu ima etmeye çalışıyorsun ama olmamış. Ben zaten bunun böyle olmadığını açıkça belli etmişim verdiğim örnekle.

Darbelerle ilgili konuşmasına, Kenan Evren'e bakış açısına falan gelirsek hiçbirine katılmıyorum. Ama 1961 anayasası bile bukadar özgürlükçü ve belki bugünün bile bazı yönleriyle ilerisinde olmasına rağmen 60% oy alırken en kanlı darbenin anayasası 1982 anayasası 91% oy almıştır Türk halkından. Ortada tek bir suçlu, parmakla gösterebileceğin 3-5 asker yok. Kendisinin verdiği örnekte olduğu gibi gittikleri cenazede bile el sıkışmaktan kaçınan, götlerine birbirine dönüp öyle duran Demirel ve Ecevit'ten tut, A'dan Z'ye bu halkın sorumluluğu var.

Eşek olursan semer vuran çok olur lafı vardır. Sen ülke yönetiminde boşluklar bırakırsan, halkın sorunları yerine kendi iç çatışmalarına yoğunlaşırsan, aptal halk kendi haklarını aramak yerine takım tutar gibi partileri ve liderleri fanatikçe destekler ve olan bitene sorgulayan bir bakış açısıyla yaklaşmazsa ordu da gelir el koyar, ABD'de gelir sana birşeyi dikte eder, sınırından komşun da girer işgal eder. Ordunun darbe yapması için anayasanın bir köşesinde yazılı 3-5 satırın olmasına gerek yok. Adamın elinde tankı tüfeği var. Senin halkın ayakta durur, direnirse ordu darbe falan yapamaz. O yüzden 12 eylülü yargılamaya çalışmak aptalca. 80 darbesi ve öncesi olanları her vatandaş gördü, çoğunluğu gördüklerini kabul etmek istemedi. gitti verdi oyunu kabul etti önüne konulanı. Ağlamaya hiçbir hakkı yok bu toplumun.

Bugün olanların 60 darbesi zamanı, 80 darbesi zamanı ve diğer darbe zamanlarıyla hiçbir farkı yok halk açısından. Halen aynı zihniyet genetiğine işlemiş biçimde. sağcısı, solcusu, komunisti, ulusalcısı, dindarı haksızlıklar karşısında birleşemiyor. Kendini liberal demokrat aydın olarak niteleyen kişiler haksızlığa uğrayan ulusalcı olduğunu bildiği insanın hakkını savunamıyor. Ayy pis ulusalcı derler diye. Milliyetçi olan birisi haksızlığa uğrayan bir kürtün, ermeninin, rumun hakkını savunamıyor milliyetçiliği zarar görür düşüncesiyle. Ondan sonra kendisi mağdur duruma düştüğü zaman yanında kendi yandaşını bile bulamıyor çünkü karşısında kendisini ezmek isteyen kocaman bir güç var.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

http://2.bp.blogspot.com/-QQIetoW5i9Y/UNqPlVVwV8I/AAAAAAAAAok/OT4j6rkFE1w/s1600/Celal+Sengore+cevap1.jpg

+

İtü'de direnen hocalarımızdan İlke Kızmaz'ın yazısı:


Bir 'akademisyen' nasıl zırvalar? Ya da Celal Şengör'ün 'Engin Ardıç'laşması üzerine... (İlke Kızmaz)

"Bilim insanı" kime denir? Ya da bilimle uğraşan herkese "bilim insanı" denir mi? Bu büyük sorular üzerine elbette sayfalarca yazılabilir. Biz başlığı biraz daha daraltalım ve daha spesifik sorular sormaya çalışalım;

Toplumsal konulara duyarsız, toplumun sorunlarına cevap üretmeyen, toplum yararına değil de sermayenin ihtiyaçlarına göre bilim üreten, akademi bilincine değil de tebaa anlayışına sahip çıkan, salt bilgiyi kutsayıp da bunu insanlığın ilerlemesinde bir yol olmasının aksine bir mülkiyet fetişi gibi sahiplenen insana "bilim insanı" denir mi?

Denmez. Denmemelidir.

Eğer bilim en basit tanımıyla, insanlığın doğayı, evreni, tarihi ve kendisini anlamaya ve açıklamaya çalıştığı, insanın insanca yaşamasının koşullarını araştırdığı, varoluşun tüm maddi sebeplerini keşfetmeye çalışan ve uygarlığı ilerletmeye çıkan tek yol ise yukarıdaki sorunun cevabı elbette "hayır" olacaktır.

Eğer bilim toplumun yararı değil de zenginlerin, patronların yani piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda üretiliyorsa, eğer üretenlerin değil de sömürenlerin tarihi gerçekmiş gibi gösteriliyorsa, eğer uydular insanlığın yüksek teknolojik iletişimden yararlanması için değil de askeri istihbarat için fırlatılıyorsa, eğer atom, maddenin temelini keşfetmek için değil de bomba yapmak için parçalanıyorsa, eğer her fırsatta bilim adına iktidar yalakalığı yapılıyorsa, bununla uğraşana "bilim tüccarı" demeyi tercih ederim.

Şimdi bu sorular nerden çıktı diyebilirsiniz. Gelelim bu yazının asıl amacına. Akademi camiası artık bizi yakından tanır. Dört aydır İTÜ'de asistanlar iş güvencelerinin ellerinden alınmasına ve işten atılmalara karşı direniyorlar. İTÜ'lü araştırma görevlileri YÖK'ün İTÜ Rektörlüğü'ne gönderdiği görüş yazısına istinaden 6111 sayılı (kamuoyunda Torba Yasa olarak bilinen) yasa ile azami sürelerde yapılan değişikliği gerekçe gösterilerek Ağustos ayında işten çıkarılmaya başlandı. Bugün işten atılan asistanların sayısı 50'ye ulaştı. Asistanlar olarak bu süreçte, imza kampanyasından basın açıklamalarına, büyük yürüyüşlerden boykotlara kadar bir çok eylem yaptık ve eylemlerimiz çadır/karavan direnişimizle devam ediyor.

Bu yazının derdi mücadele sürecimizi uzun uzadıya anlatmak değil. Basında ve akademide sesimizi epey duyurduk. Duyurmaya da devam edeceğiz. Derdim mücadelemizin akademik anlamını, detaylarını, taleplerimizi aktarmak da değil. İlgilenenler süreci aşağıda verdiğim linkten de inceleyebilirler (1).

Bu yazıyı mücadelenin ideolojik ve psikolojik yanlarına dikkat çekmek için kaleme alıyorum. Bu yazıyı işten atılan ve başından beri direnen araştırma görevlilerinden biri olarak yazıyorum.

Öfkeliyim.

Öfkem yalnızca asistanları işten atan darbe ürünü YÖK'e, ya da ODTÜ direnişinde tescillendiği üzere başbakanın rektörlerine karşı değil aynı zamanda kendini "bilim insanı" zanneden "bilim tüccar"larına.

Giderek yükselen asistan direnişimiz, bir çok üniversitede bilim emekçileri ile buluşarak yakında mecliste görüşülmesi beklenen yeni YÖK yasa tasarısına karşı büyük bir mücadeleye dönüştü. Zaten mevcut yasa ile bile iş güvencesi oldukça sınırlı olan bilim emekçilerinin iş güvencelerini tamamen ortadan kaldırmayı amaçlayan ve üniversiteleri sermayenin atölyelerine çevirecek olan bu yasa taslağına karşı bir araya gelmeye başlayan asistanlar, akademisyenler, üniversite çalışanları ve öğrenciler birilerini korkutmaya başladı bile. Korkanlar sadece YÖK'ün memurları ya da rektörler değil vaadedilen gerici piyasa koşullarında da sefalarını sürmeye devam edecek olan bilim tüccarları da korkuyorlar.

Bu tüccarlardan biri de papyonuyla meşhur Celal Şengör. Tanımayanlar için söyleyelim; kendisi İTÜ'de jeoloji profesörü. Ancak bu yanından çok evrim tartışmaları ile gündeme gelmiş, medya tarafından TV programlarında karşılarında konuşmak için akademik formasyonu bir kenara bırakın herhangi bir eğitim dahi gerekmeyecek kadar cahil olan yobaz yaratılışçıların karşısında evrim savunucusu olarak lanse edilmiş ve bir çok konuya olduğu gibi bu konuya da oldukça sığ yaklaşımlar getirerek meşhur olmuştur.

Bizim İTÜ'de mücadelemizi bir adım daha büyüttüğümüz "Rektörün 100 günü" adlı İTÜ Rektörü Mehmet Karaca'nın yönetime geldiği andan bugüne kadar geçen 100 gün boyunca neler yaptığını ifşa eden deklarasyonumuzun yayınlamasının hemen arkasından Celal Şengör'den cevap geldi. 7 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknoloji ekindeki köşesinden mücadelemizi hedef alan yazısında Şengör resmen bir asistan kıyımı başlatmış olan Mehmet Karaca'ya teşekkür ediyor, bu kararından dönmemesini öğütlüyordu (2). Yazısının devamında 'doktorada 6 yıl sınırlaması getiren İTÜ'yü alkışlıyor' ve hiç bir bilimsel dayanağı olmaksızın bir doktora tezinin 3-4 yılda bitmesi gerektiğini buyuruyordu. Halbuki Celal Şengör'ün akademik hayatı boyunca çok az sayıda (bazı kaynaklara göre yalnızca bir) lisansüstü öğrencisinin danışmanlığını yapmış olduğunu, konu ile ilgili bilgisinin sadece bir tahminden öteye geçemeyeceğini biliyoruz. Ama elbette Şengör'ün yaptığına bir tahmin demek çok iyimser kalacaktır. Yazdığı her şeyi ideolojik bir saldırı olarak kurguladığı belli. Şengör adeta YÖK'ün sözcülüğünü yaparcasına araştırma görevlisi ve yardımcı doçentlik kadrolarının bir "iş kadrosu" olmadığı safsatasını tekrar ediyordu. Yine bu saldırgan yazısında Türkiye'deki öğretim üyelerinden sanki birer metalarmış gibi bahsediyor ve "kalitesiz" olmakla itham ediyordu.

İTÜ Asistan Dayanışması bilimsel bakıştan yoksun olan bu yazıyı yine de ciddiye alarak aynı gazetede 21 Aralık 2012 tarihinde bir cevap yazısı yayınladı (3). Celal Şengör'ün mesnetsiz iddialarına bilimsel yanıtlar verilmeye çalışılan yazıda Şengör'ün yabancısı olduğu Türkiye'deki akademik ortam irdelenerek Şengör'ün egosantrik ve seçkinci tavrı eleştirildi. Ancak yazının derdi bir polemik yaratmaktan ziyade kamuoyuna akademiyi anlatmaya çalışmaktı.

Bu tür polemik fırsatlarını kaçırmayan Celal Şengör İTÜ Asistan Dayanışması imzasıyla yayınlanan bu yazıya 28 Aralık 2012 tarihinde yine köşesinden cevap verdi (4). Bu yazı bir cevap olmaktan ziyade Şengör'ün adeta kinini kusması ve asistanları aşağılamasından ibaret. Kaldı ki Şengör'ün ona cevaben yazılan yazıya değil "Rektörün 100 günü" adlı deklarasyona karşı yazdığı, ve bu deklarasyondaki iddialara saldırmaya çalıştığı görülüyor (5). Celal Şengör yazısında asistanlığın ve yardımcı doçentliğin bir "iş" olmadığı iddiasını yineliyor, ve kafasında yarattığı bir hayali liseden örnek vererek, asistanları öğretmenlerine yardımcı olarak "küçük bir maddi karşılık" alan lise öğrencilerine benzetiyor ve YÖK'ün asistanları "burslu öğrenci" olarak gören mantık dışı argümanına destek oluyor. Araştırma görevlilerini konuyu bulandırmakla suçlayan cümlelerini aynen aktarmakta fayda var;

"...Türkiye'de sık sık olduğu gibi, açık akademik bir sorunun tartışılmasını, alakasız sorunları da buraya katarak bulandırmaya başlamışlar. İTÜ'deki tamamen akademik bir sorunla ilgili bir tartışma, rektörün beceriksizliği, sözünü tutmaması, vb. ilgisiz konular dile getirilerek rayından çıkarılmaya çalışılmakta. Mesela üniversitede taşeron olarak çalışan firmaların işçilerinin üniversite servislerinden yararlandırılıp yararlandırılmaması konusunun, tamamen akademik bir konu olan araştırma görevlilerinin 6 yıldan fazla aynı kadroda tutulup tutulmaması ile ne ilgisi olabilir?"

Görüldüğü üzere Şengör "tamamen akademik" olarak gördüğü bir tartışmada "rektörün beceriksizliği" ve "sözünü tutmamasının" ilgisini kavrayamamış. Oysa inisiyatif ve yetkinin tamamen rektörde olduğu bir konuda onlarca araştırma görevlisini işten atan bir rektörün süreci nasıl yüzüne gözüne bulaştırdığının konumuzla nasıl ilgisi olmaz? O rektör değil midir "hiç bir asistanı mağdur etmeyeceğiz" sözünü veren? Sözünü tutmamış olması Celal Şengör'ü ilgilendirmiyor anlaşılan. O bu konuyu yeterince "akademik" bulmuyor. Çünkü amacı "6 yılda doktorayı bitiremediğimiz" argümanıyla kamuoyu algısını manipüle etmek ve yapılan saldırıyı meşru göstermeye çalışmaktır.

Ayrıca Şengör kendisinden beklendiği üzere sınıfsal aidiyetini açıkça belli edercesine "taşeron işçilerden size ne" diye soruyor. Biz bu dili iyi tanıyoruz. 12 Eylül ideolojisinin toplumu ayrıştırıcı, yalnızlaştırıcı dili, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" anlayışı ile birlikte Celal Şengör'ün ağzında bir zehre dönüşüyor. Tevekkeli değil, binlerce insanın katili Kenan Evren'in elini öperek "12 Eylül'ü iyi ki yaptınız paşam" dediğini söyleyen de Celal Şengör'den başkası değildir. Celal Şengör Darwin'in "Türlerin Kökeni" eserinin ilk orijinal baskısına sahip olmakla böbürlenen - ki buna sahip olmak akademik bir başarı değil zenginlik göstergesidir - , emekçi düşmanı, darbeci, ve seçkinci sıfatlarıyla bilim dünyasının yüz karalarından biri olduğunu bu yazısıyla bir kez daha kanıtlamıştır.

Seviyesiz yazısının devamında asistanları akılsız, görgüsüz, eğitimsiz olmakla ve politik zırvalıklarla konuyu sulandırmakla itham eden Şengör araştırma görevlilerine "siz kendi işinize bakın" diyerek zırvalamış oluyor. Asistanlara karşı başlatılan ideolojik ve psikolojik savaşın neferlerinden biri olduğunu gösteriyor. Akademi dünyasının "Engin Ardıç"ı olmaya karar vermiş görünüyor.

Biz işimizi iyi biliyoruz. İşimize, ekmeğimize, onurumuza ve bilime sahip çıktığımız bu yolda yanımızdakileri de, karşımızdakileri de iyi biliyoruz. Akademiye ve bilime sahip çıkan hocalarımız hukuksuzca işten atılan asistanlarına sahip çıkıyorlar. Üniversitede çalışan taşeron işçiler, üniversite emekçileri asistanlara sahip çıkıyorlar. Ve en önemlisi üniversitenin gerçek sahipleri öğrenciler hocalarına sahip çıkıyorlar. Yanımızda olanları biliyoruz. Karşımızdakileri de... Darbenin yarattığı YÖK, Tayyip'in talimatıyla bir gecede açıklama yapan yandaş rektörler, ve Celal Şengör gibi bilim tüccarları bizim karşımızdadır. Ne mutlu ki haklı mücadelemiz onları rahatsız etmiştir, etmeye de devam edecektir. İTÜ'de başlattığımız direnişimiz ülkenin dört bir yanındaki üniversitelere yayılıyor. Büyüyor ve güçleniyoruz. YÖK'ü de yasasını da tarihe gömene kadar mücadele edeceğiz. İşimizi geri alana kadar direneceğiz.

Neyse ki emek ve bilim düşmanlarının karşısında Türkiye'de bilim insanlarının ilerici değerlerine sahip çıkan akademi mirasımız da mevcuttur. İTÜ'nün medar-ı iftiharı Prof. Dr. Mustafa İnan'ın bu mirası temsil eden şu sözleri yolumuzu aydınlatıyor;

"Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar? Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?"(6)

Direnenlere selam olsun!

(İTÜ'lü direnişçi araştırma görevlilerinden)
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...