Laraken Mesaj tarihi: Eylül 2, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 2, 2008 Kafamdan geçen o gerçekleşmeyecek filmler hazırladı aslında sonumu... Suçlusu bendim. Başından anlatayım en iyisi: Duvarların ardındaki cezbeden, cıvıl cıvıl dünya yoktu kışın buralarda ama çıkmak istedim dışarı. Evde olmanın verdiği güveni boş vererek ceketimi aldım koltuktan sabaha karşı üşürsem kazağımı örterim diye. Bir yere yetişecekmişim gibi hızlıca giydim ayakkabılarımı -neyden kaçıyorsam-. Sağ ayağımdaki ayakkabımın bağcığının bol olmasına aldırmadan çıktım evden. Yazları cıvıl ve alkollü, kışları sessiz ve efkarlı geçen bir tatil kasabasında oturduğum için vasıta mevcut değildi bu saatte. Siteyi çevreleyen yolda elimden geldiğince toza banmadan anayola çıkmaya çalıştım. Evim diyebileceğim kavramın bu kadar iki yüzlü bi mekanda somutlaşması üzdü beni hep. Yazın, uyutmazdı çocukların gece hırsız polis oynarken bağrışmaları, kışın da o sert sessizlik dürterdi uykumu. Hava 30 derecenin altına düşmezken bir dakika boş kalmayan havuz, kışın kurbağa larvalarını ağırlardı. Sperm misali larvalar mı iyi hırsız polis mi bilemiyorum. Neyse belki o yüzden çıktım dışarı mevsim beyaz olduğundan. Anayola çıkınca otostop umuduyla arkama baktım ama herhangi bir far göremedim. Merkez çok da uzak değildi, yürüdüm. Emekli mezarlığını geçtim. Buraya gömülmek isteyenlerin hepsi yaşayacağını yaşamış dedeler olduğu için adı öyle kalmıştı. Hiç korkmadan geçtim mezarlığı, çünkü huzur hakimdi. Kimse korkmazdı ki buradan. Merkezin ışıklarını görünce susamıştım biraz. Girişte 24 saat açık bi büfe vardı, ilerledim. Biraz değil aşırı susamış olacam ki, adımlarımın hızına yenik düştüm. Sağolsun kaldırımdaki, minik ağacı düz tutmak için konulan inşaat demiri cilaladı düşüşümü. Kalktım hemen etrafımda kimse olmasa bile. Yürümeye başladım sanki iki saniye önce yığılan ben değilmişim gibi kolumdaki ıslaklığı hissedene kadar. Gömleğimi kıvırdığımda inşaat demirinin selamını gördüm. Büfeye daha hızlı ama daha dikkatli adımlarla vardım. -"Bi selpak bi de su versene." Gecenin o saatinde adam istediği kadar kar getirmeyecek isteklerim yüzünden yüzünü buruşturduysa da pansumanımla benzinime sahip olmuştum. Hemen selpağa saldırınca 2 tanesi yere düştü ama diğerleriyle kanımı uhu olarak kullanıp yarayı sindirdim. Gömleğimi kapatıp yola devam edecektim ki durdum. "Abi bi tane de bira verir misin?" Sonra devam ettim büfecinin -yaramında etkisi olan- biraz tatmin olmuş yüz ifadesini geride bırakıp. Çok az insanın -belki de hiç- bildiği tepeme doğru ayarladım adımlarımı. Öyle bi tepe ki; antik kaleyi, münir abiyi, dolunay varsa yakamozu, dikkatli bakarsan buzlu badem satanları görebilirdin. Of o yokuşu unutmuşum, çok yoruldum çıkarken. Nefes nefese kaldım ama tepemdeyim. Tek bi ışık yok, nerdeyse durgun deniz yıldızlara ayna olacak. Biramı açtım çakmağımla. Çok karanlık olduğunu o zaman farkettim işte Foça'nın. Düşmeye başladım ki uçurumla alakam yoktu. Kale, karşıdaki balıkçılar, yıldızlar kayboldu teker teker, işte o zaman neyden kaçtığımı anladım. Dört duvar arasındaymışım hep; ceketimi almam, kapıyı geçmem yokmuş; hırsız polis, kan, mendil, bira, büfe, Foça çok eskidenmiş. Hatırladıklarımdan çok uzakta, istemediğim bi yerde, istenmeyecek bir zamanda, anlamayacakları bi durumda boynum acıyor, ip yumakları boğazımı gıdıklıyormuş, kolum yerine boynum acıyormuş. Virgül hep varmış da, nokta böyle girmiş hayatıma. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Öne çıkan mesajlar