Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Frontier(s)


bLackcha0s

Öne çıkan mesajlar


Tür : Gerilim / Korku
Gösterim Tarihi : 13 Haziran 2008
Yönetmen : Xavier Gens
Senaryo : Xavier Gens
Yapım : 2007, Fransa / İsviçre

Oyuncular
Karina Testa (Yasmina) , Aurélien Wiik (Alex) , Patrick Ligardes (Karl) , David Saracino (Tom)


Yıl 2007. Fransız başkanlık seçimlerinde muhafazakar ve aşırı sağcı taraf karşı karşıya gelir. Yöre halkı iyice hareketlenir. Varoşlarda ayaklanma çıkmış, her köşede alevler yükselmektedir. Kent merkezindeki kargaşa ortamından yararlanmak isteyen küçük çaplı bir hırsız çetesi, büyük bir soygun hazırlığındadır. Başarılı oldukları takdirde ülke dışına kaçacak ve çetenin kadın üyesinin çocuğunu aldırabilmesi için gereken parayı elde edeceklerdir.

Ancak soygun sırasında işler kötü gider ve grup bölünür. Polisten kaçmaya çalışan bazı çete üyeleri, Lüksemburg sınırı yakınında ıssız, köhne bir pansiyona saklanırlar. Soyguncular kaba saba görünümlü otel sahiplerinin, eski bir Nazi olduğundan habersizdirler. Pansiyon sahibi kendi ari ırklarından oluşan yeni dünya düzeni kurmak için, faşist fantezilerini bu kişiler üzerinde gerçeğe dönüştürmek için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Ancak beyaz ırkçıların dışarıda bu hayallerini uygulama şansı olmamaları sahibi oldukları otelde çeşit çeşit sapıklık ve yozlaşmayla dolu ürkütücü bir atmosfer yaratmalarına yol açmıştır....



Çok beğendiğim bi film fransız yapımı.Bol kanlı sahneleri mevcut.Özellikle sonlarına doğru gerçekten bir insanın sınırdayken neler yapabileceklerine hayret ediyorsunuz.
Son sahneler görülmeye değer.Film teksas katliamına çok benziyor.


Bunu beğenenler bundan dolayı beğendi
bir diğer fransız yapımı À l'intérieurtle
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

sinema bu değil arkadaşlar, yazanın dünya görüşü gram benle bir olmasa da şu alıntıyı yapma gereği duydum:

----------------------


HASTALIKLI BİR ZİHNİN ÜRKÜTÜCÜ İMAJLARI

Fransız başkanlık seçimleri sırasında varoşlarda bir ayaklanma patlak verir. Kargaşanın tam ortasında kalan küçük bir hırsız çetesi de yapmayı plânladıkları soygunda başarısızlığa uğrayacaktır. Polisten kaçmaya çalışan bazı çete üyeleri, izlerini kaybettirmek için sınırdaki ıssız bir pansiyona saklanırlar. Nazi hareketi mensubu olan pansiyon sahibi, esir aldığı müşterilerinin üzerinde faşist fantezilerini uygulamaya başlar ve kurbanlar binanın karanlık odalarında her türlü aşağılanmaya tâbi tutulurlar.

Meğerse, gençlik yıllarımızda filmlerini loş salonlarda irkilerek izleyip, adlarını “aşırı kanlı yönetmenler” kategorisinde andığımız George A. Romero, Tobe Hooper ve Dario Argento gibi yönetmenler, sinemasal çizgileri itibarıyla oldukça namuslu adamlarmış da bizim haberimiz yokmuş vesselam...

2000'li yıllarda ABD, Japonya, Güney Kore ve nihayet “asil öykülerin kaynağı” olarak nam salmış Fransa'dan ardarda gelmeye başlayan birbirinden iğrenç, birbirinden manyakça korku-gerilim filmlerini izledikçe, ben ve çevremdeki sinefil dostlarımın yukarıda adlarını andığım üç önemli sinemacıya da vaktiyle ciddi biçimde haksızlık ettiğimize kanaat getirmeye başladım. Bu adamların 1970 ve 80'lerde çektikleri korku-gerilim filmlerinin en azından felsefî bir derdi vardı; en kanlı sahnelerin bile alt-okumalarında hayata dair önemli bir mesajın izlerini bulabilmek mümkündü. En azından şiddeti bile başarıyla estetize edip, gözü ve ruhu yormayan, daha yenilir yutulur bir forma sokuyorlardı.

"NASIL DAHA FAZLA İĞRENÇ OLABİLİRİM" SORUSUNUN CEVAPLARI

Oysa, son yıllarda dünya salonlarında boy göstermeye başlayan, kendisini iki bölümlük “Hostel” felaketi ile simgelemenin gayet isabetli olacağı yeni bir sinemasal akım, felsefeyi-estetiği falan tamamen boşvererek, şimdilerde gözü kara bir şekilde tek bir hedefe doğru koşuyor: Her seferinde, mide bulandırmanın yepyeni yollarını bulmak...

Fransız sinemasının 2003 tarihli kusturucu psikopatlık gösterisi “Haute Tension”, iğrençlikte onunla yarışma iddiasındaki 2005 yapımı “Hostel-1” ve hemen ardından gelen 2007 tarihli devam bölümü “Hostel-2”, geçenlerde bir gece yarısı DVD'den izleyip son 10 dakikasında dudaklarımdan gayrı ihtiyari olarak “Yeter be yahu!” tepkisi, hemen ardından da “Allah, böyle bir filmi tasarlayanın da çekenin de belasını versin” bedduası dökülen 2007 tarihli tahammülü zor kan banyosu gösterisi “À l'intérieur” ve en nihayet yine Fransa'dan gelen yeni bir örnek olarak “Frontière(s)”...

Olanca samimiyetimle söylüyorum; Rabbim bu filmleri yazan, görüntüleyen, kurgulayan, yöneten ve onlarda rol alan bütün insanlara tez zamanda hidayet versin. Hayır hayır, din değiştirip Müslüman falan olmalarına hiç gerek yok; bir an önce yeniden “insanlık çizgisi”ne geri dönsünler, bu yeter de artar! Çünkü, şiddetin her yaştan insan tarafından gitgide kanıksanıp ilkokul sıralarına kadar indiği böylesine karanlık bir çağda genç izleyicilere “sinema” diye sundukları bu şeyler gerçekten de insanlık dışı... Hiç bir gerçek sanatçı, uluslararası kamuoyunun kollektif belleğine sinema yoluyla yapılmış böyle bir kötülüğün vicdan azabını sonsuza dek içinde taşıyamaz. Ve dünyadaki hiç bir gişe başarısı da böylesine hastalıklı ve ekstrem vahşet fantazilerinin bu düzeydeki bir pervasızlık içinde beyazperdeye yansıtılıp izleyicinin belleğinde aşama aşama “olağanlaştırılması”nı, “sıradanlaştırılması”nı affettiremez.

Yorgun gözlerim gazetecilik mesleğinde şimdiye kadar (gerçek insan ölümleri de dahil) ne kadar da çok vahşiliğe tanıklık etti. Ancak, meslekteki bütün o rahatsız edici deneyimlerime karşılık, iki hafta önce tam bir manyaklık gösterisi olan “À l'intérieur”u izlerken bazı sahnelerde dayanamayıp gözlerimi kapattım. Çünkü şiddet sinemasına görece bağışıklığı olan kıdemli bir sinemasever olarak, “kan”ın bu kadarı bana bile fazla gelmişti.

Bu hafta sonu gösterime giren Fransız-İsviçre ortak yapımı “Frontière(s)” de aynı çizgiden, yani “İzleyiciyi böğürtmek için, şimdiye kadar beyazperdede yapılmış olanlardan daha fazla ne yapabilirim?” sorusunun ardından gidiyor.

Kendinize, zamanınıza ve alın terinizle kazandığınız paranıza azıcık saygınız varsa, bu tür bir sinema anlayışından kesinkes uzak durun. Böylesine hasta ruhlu filmleri asla izlemeyin, sevdiklerinize izletmeyin ve onları yapanlara da dağıtanlara da para kazandırmayın. Sonra, annesini eklem yerlerinden sakin sakin doğrayıp parçalarını buzdolabına koyan ve üstüne gayet soğukkanlı bir biçimde internet kafeye chat yapmaya giden 17 yaşındaki Bursalı çocuk karşısında dehşete düşmek için hiç bir gerekçeniz kalmayacaktır; bilesiniz!

Bu çocuklar da onları bu noktaya taşıyan cinnet hâlleri de gökten zembille inmedi elbette. Eskilerin dediği gibi, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. Her geçen gün etkilerini daha yoğun ve ürkütücü düzeyde hissettirmeye başlayan bu şiddet kültürü, sosyolojinin “neden-sonuç yasaları” gereği, müzik, sinema, televizyon ve yazılı basın aracılığıyla üst üste yığılan bütün o kirli iletilerin doğal bir sonucu olarak hayatımızın baş köşesine gelip yerleşmiş durumda...

Geçtiğimiz çarşamba günü, İstanbul-Sultanbeyli'daki bir Anadolu lisesinde, okul yönetiminin daveti üzerine, orada eğitim gören öğrencilere sinema ve televizyonun genç kuşaklar üzerindeki etkilerine değindiğim bir konuşma yaptım. Karşımda, beni iki saat boyunca pür dikkat dinleyen yüzlerce öğrenci vardı. Çoğu henüz bu dünyanın acımasız ve kirletici cephesiyle tanışmamış olan bir sürü pırıl pırıl yürek... Ve her birinin yüzünden katıksız bir masumiyet akan bu gençlerin eğitim kurumu, geçen yıl son derece trajik bir olaya sahne olmuş, daha 16'sındaki bir erkek öğrenci, yanyana oturduğu sıra arkadaşını “Ben racon kesmem, kafa keserim” haykırışları eşliğinde bıçakla öldürmüştü. Hâlâ bu acı olayın şoku içindeki okuldaki genç dinleyicilerimle söyleştim, onların zekice sorularına dilim döndüğünde cevaplar vermeye çalıştım. Konuşma bittikten sonra da beni hemen bırakmadılar ve yıl sonu vesilesiyle hazırladıkları komedi türündeki bir tiyatro oyununu hep birlikte izledik.

Pekiyi, bu kadar saf, temiz ve de akıllı bir kitlenin arasından nasıl oluyordu da sınıf arkadaşının gırtlağını kesen psikopatlar çıkabiliyordu? Bunun cevabını -gerek bu dünyada, gerekse ahirette- ben vermeyeceğim elbette. Yıllardır televizyon ekranlarından Türk gençliğine bu ve benzeri repliklerle dolu kanlı dizileri, gözlerini para hırsı bürümüş bir hâlde pişkinlikle dayatanlar verecekler! Yoksa, bizim bu sayfada şiddet, pornografi ve olumsuz davranış örnekleri içeren bir filmcilik anlayışına karşı üç yıldır izlediğimiz yol haritası zaten belli...

Herkes şundan adı kadar emin olsun ki önü-ardı iyice hesaplanmadan, üç günlük hesaplarla düşüncesizce çiziktirilmiş bir senaryonun yol açtığı her türlü toplumsal trajedinin hesabı, tıpkı diğer zerre kadar iyilik ve kötülük gibi ötelerde bir yerlerde titizlikle tutulmakta. Ve bu hesap, günü geldiğinde mutlaka faillerinden sorulacaktır. Bana göre “fail” de izlediği filmlerin -doğal olarak- etkisinde kalan, çoğu akıl baliğ bile olmamış o zavallı çocuklar değildir.

Velhasıl, bizlere -üstüne bir de paramız alınarak- sergilenen bu kirli oyunun birer piyonuna dönüşmeyelim sevgili dostlarım... İnsan ruhuna ve bedenine yönelik açık bir saygısızlık gösterisi konumundaki böyle bir sinema anlayışını reddetmek, bana göre çağımızda insan olmanın da temel gereklerinden birine dönüştü artık...

Belki yeryüzündeki herkesi, dalgalarının sesleri artık yavaş yavaş kıyılarımıza vurmaya başlayan “büyük tufan”dan kurtaramayacağız. Ancak, yakın çevremizi korumak hâlâ ellerimizde.

O yüzden, ne yapıp edip, en azından bir kısmımız bu “görsel pisliğin” uzağında kalmalıyız.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Bence yazı saçma
o zaman Alfred Hitchcock un Psycho su The Birds ü de sinema değil

Sinema da her konu vurgulanabilmeli bence.Şiddetin hayatımızda yeri yok mu? Beyazperde nin doğurduğu birşey değil şiddet.Ne vahşetler görüyoruz duyuyoruz bu filmler real olayların yanında hafif kalıyor.

Aynı şekilde erotik sinemanında bu sabit fikirle önü kesilebilir.Velashıl görüş daha da daraltılarak suç ögelerini anlatalan filmler bile tü-kaka olarak nitelendirilebilir.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

1-her önüne gelen bu tarz film yapmasın (film kötü nan)
2-her önüne gelen sinema eleştirmeni olmasın (rabbim bize göstermesin böyle yazarlar okurken gözümü kapayıpta okudum yarabbim sonlara doğru yeter yahu artık! nidaları yükseldi benden böğürdüm bide kustum falan =/)

ayrıcana blackchaosa +1
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Valla ben düşündüğüme paralel şeyi söylüyorum bana göre Saw da sinema değildir, Hostel de, hatta Clockwork Orange da.

Düşüncelerimi "Testere'nin Felsefesi" başlığında da yazmıştım. Çünkü Dreams yada A Scene At The Sea izledikten sonra sinemanın insanı onurlandıran bir anlatım kullanınca sinema olduğunu düşünmeye başlayan bir insanım , hala da öyle düşünüyorum. Dikkatli bakarsanız son birkaç yıldır bu tarz filmler furya haline geliyor ve destek bulundukça da sayıları artacağına benziyor. Hiçkimse bana "izleniyor o halde iyi demesin" , kendim zevk alamayacağım filmlere kaç kişi izlerse izlesin bakışım bu.

İzleyen ve seven olabilir, buna bir noktaya kadar saygı da duyarım ama kişisel kanımı söylüyorum: İzleyicinin nasıl midesini bozabiliriz yaklaşımı bence sinema değil.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bu film super dandik yahu, ilk bölümünü izledim ikincide uyumuşum.

ayrıca sturm haklı. birşey anlatırken şiddeti olduğu gibi göstermek başka, hiç birşey anlatmayıp şiddet dolu sahneler çekmek daha başka.

sapık mıyım ben, ne diye parçalanan, kopan organları izleyeyim?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...