Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Kitap Arıyorum..


Finrod

Öne çıkan mesajlar

Sen Lâle Devri'n den,
Son padişahlardan itibaren anlatılan kitapları bulmaya çalış.
Sadece Gerileme ve Çöküş dönemi kitaplarını zor bulursun.

Osmanlı o dönem zevkinin ve sefasının derdine düşen Saray erkânıyla didişmektedir.

Vergiler muazzamdır
Halk açtır.
Savaşlardan çıkılmıştır.

Buna karşılık sarayda;
Helva Partileri
Gezintiler,
Avlar düzenlenir
Sadece bahçe için Hollanda'dan lâle ler getirtilir. Döneme adını da bu lâleler vermiştir. Bu, Osmanlının Batı'ya ilmini, sanatını değil, eğlence tarzını benzettiği bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Tabi bu çöküş sadece Lâle Devri' ne de bağlanamaz.
Padişahların sancak değil kafes usûlüyle yetiştirilmesi. Dış dünyadan habersiz, sarayda yetişmesi de bunun önemli etkenlerinden olmuştur.
Aklımda şimdilik bu kadar var umarın dilim döndüğünce açılayabilmişimdir.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

  • 3 ay sonra ...
Bugun bir gazetede Emin Çölaşan'ın Zeytindağı başlıklı yazısının başını görünce 1997'de yine Çölaşan'dan okuduğum yazı geldi. Aşağıda alıntılıyorum.

----------------------

Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı boyunca yedek subaylığını Suriye ve Filistin'de 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa'nın yanında, dönemin bu güçlü ve ulaşılmaz askerinin karargâhında yapıyor. Cepheleri de geziyor... Ve o günlere ait anı ve saptamalarını, imparatorluğun durumunu ve çöküşünü Zeytindağı isimli kitabında bize anlatıyor.

Kitaba adını veren Zeytindağı, Cemal Paşa'nın Kudüs'teki karargâhının bulunduğu dağın ismi. Binayı Almanlar yapmış. Bir yanından Lut Gölü, öbür yanından Kızıldeniz görünüyor. İmparatorluğun bütün görkemi o binaya yansıyor.

Zeytindağı, bir yedek subayın gerçekçi gözlem ve saptamalarından oluşuyor. İşte size Atay'ın anlattığı somut bir olay. Bunlar, bugün Cumhuriyet rejimine karşı çıkıp Osmanlı diye tutturan kesimlere ithaf olunur!

Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın katillerinden biri yurtdışına kaçmıştır. Adamın bir Rus vapuru ile Boğaz'dan geçeceği öğrenilir. Devletin onu gemiden alması mümkün değildir, çünkü korku ve kişiliksizlik dağları bürümüştür. Bunun üzerine bir plan yapılır!

Sadrazam Sait Halim Paşa ile Dahiliye Nazırı Talat Paşa, bu işi İstanbul Polis Müdürü Azmi Bey'e havale ederler. Azmi Bey vapura girip katili zorla alacak ve aynı gece hapishanede boğularak öldürülecektir.

Ancak katilin gemiden alınmasının hemen ardından Rus Sefiri'nin hükümete gelip katili isteyeceği ve kıyameti koparacağı bilinmektedir. Bu durumda Sadrazam ve İçişleri Bakanı bir Trakya gezisi yaratıp İstanbul'dan uzaklaşırlar.

Azmi Bey vapura çıkar, katil alınır ve aynı gece boğularak öldürülür. Haber Trakya'ya ulaşınca ekip İstanbul'a döner. Ekipte bulunan Falih Rıfkı, olayın gerisini şöyle anlatıyor:

Ruslar ertesi gün Azmi Bey'i Polis Müdürlüğü görevinden azlettirdiler. Hükümet onu Adana Valisi yaptı. Ruslar bunu da kabul etmediler. Azmi Bey'in bir daha devlet hizmetinde kullanılmamasını emrettiler ve bu istekleri de kabul edildi.

***

Zeytindağı'nı okumaya devam ediyoruz. Her satırı bir ibret belgesi. Atay anlatıyor:

İmparatorlukta itibar, azınlıklarda idi. Türk unsurunun hiçbir imtiyazı yoktu... Türk müsünüz? sorusunun cevabı çoğu zaman Estağfurullah idi...

Sonra özellikle bizim idaremiz altındaki Arap ülkelerinden söz edip şunları yazıyor:

Bu kıtaları ne sömürge, ne de vatan yapmıştık. Osmanlı İmpatarorluğu buralarda ücretsiz tarla ve sokak bekçisiydi.

Eğer medrese ve bilinçsizlik devam etseydi, Araplık Anadolu yukarılarına kadar gelecekti.

Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üzerine kurulmuş bir hayaldi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz...

İmparatorlukların sanatı, sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu ise Trakya'dan Erzurum'a doğru koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve (diğer) milliyetlerin ağzına teslim etmiş, sütü ile kanı karışık emilen bir sağmal idi...

Ve hiçbir zaman bizim olmayan o toprakları korumak uğruna verdiğimiz savaşlarda yüz binlerce Türk çocuğunu oralarda, Arap çöllerinde ve Yemen'de yitirmiştik. Üstelik oralarını sömürge bile yapmaktan aciz kalmıştık!

Biz emeceğimize, onlar bizi emmişti.

***

Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı'nda bütün bu olayları anlattıktan sonra şöyle diyor:

1913 yılında bir Mustafa Kemal, yüzyıl sonrası için bile hayaldi. Fantezi romanlarında bile yeri yoktu.

***

Sevgili okuyucularım şimdi size aynı kitaptan, Hazreti Muhammed'in mezarının bulunduğu Medine bölümlerinden birkaç alıntı yapacağım. Lütfen dikkatle okuyun, çünkü yarınki yazımda size dünya tarihinde bir örneği daha olmayan Medine Müdafaası'ndan ve Medine Kumandanı Fahrettin Paşa'dan söz edeceğim.

Birinci Dünya Savaşı devam ediyor. Başkumandan Enver Paşa, İstanbul'dan gelmiş, Cemal Paşa'yı ziyaret ediyor ve 4. Ordu cephelerini denetliyorlar. Üç gün süren ve tamamı çölde geçen Medine gezisini Falih Rıfkı, Zeytindağı'nda anlatıyor:

Enver Paşa, Cemal Paşa, kurmaylar, iki karargâhın subayları, uzun külahlı Mevleviler ve bir Ermeni garson, Amman'dan trene bindik, Medine'ye gidiyoruz. Medine yakınında Ermeni garsonu bıraktık, çünkü oraya Hıristiyan girmesi yasaktır.

Çocukluktan beri hazretsiz, aleyhisselamsız, titreyip korkmadan adını ağzımıza alamadığımız Peygamber'in şehrindeyiz. Fakat bu duygu Medine'de biter. Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden ahlaksız simsar yuvalarından biridir. Her Medineli, uzaklardan gelen saf halka bu harap ve pis çöl köyünün taşını, toprağını, kuyu suyunu kırk defa öptüre öptüre satar. Medine Arap'ın eli cebinize girdiği kadar, durmadan paranızla oynar. Ne için alır, ne kadar alır, ne zaman alır, haberiniz olmadan haraç verip gidersiniz...

Toz ve ter içinde Ravza'nın (Peygamberimizin mezarının) yeşil kubbesine kavuştuk. Peygamber bu türbenin altında yatar. Türbesi, yaşadığı zaman kendi evi idi. Ravza, işte bu türbeyi çeviren camidir. Türbenin içine girmek ayrıcalıktır. Kapı anahtarlarını uzun boylu Habeşler saklar. Zaten Medine'nin bütün dekoru Peygamber'in sanduka örtüsü ile bu Habeşler'dir...

Enver Paşa, Cemal Paşa, hep birlikte namaza durduk. Yanımda Enver Paşa'nın yaverlerinden biri vardı. Önümüzden su testisi omuzlamış bir Arap geçti. Önünden adam geçenin namazı bozulursa da, Medine'de böyle olmadığını anladım. Zemzem Suyu'nun Mekke'de olduğunu unutarak bu Arabın bize zemzem getirdiğini sandım. Bir tas su verdi. Şaşırarak ellerimi çözdüm ve içtim. Tekrar ellerimi bağladımsa da Arap koluma yapıştı... "Parra!" diyordu! Meğer herif su satıyormuş...

Ve kitapta Medine'yi savunan Türk askeri için adeta bir ağıt yakılıyor:

Yarın öbür gün Arap çeteleri ile sarılacaksınız. Peygamber torunları, Ravza'nın yeşil kubbesine kurşun atacaklar. İstanbul elden gidiyormuş gibi telaşlanarak size Anadolu'nun bağrından Türk yavruları göndereceğiz.

Siz ateş ve açlık çemberi içinde bir hurma kurusu bulamayıp deriniz iskeletinize yapışıp ölürken, Anadolu çocukları iskorpit hastalığından çürüyen ağızlarıyla kavrulmuş çekirge yemeye çalışırken, Hazreti Fatma, Ebubekir, Ömer'in sandukalarını savunacaklar.

Arap kesesine Anadolu altını, Arap kursağına Anadolu'nun rızkını akıtacağız.

Arap hançerleriyle bağırsakları deşilerek etleri çöl güneşinden kavrulanlar... Sizler, ey Sarıkamış'ın buz dağları üzerinde donmuş olanların kardeşleri... Siz bomboş bir hayalin kurbanları değil misiniz?
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...