Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

12’ye 5 kala - ekonomik ve siyasal tespitler -


Feamer

Öne çıkan mesajlar

alıntı:
kaynak: http://www.selimsomcag.org/tr/daily.asp?type=1&ID=406


Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış. Şu sıralar Batı dünyasının hâkim sınıflarının, politikacılarının ve kamuoylarının durumunu en iyi anlatan atasözü bu. Dört yıldır küresel krizle mücadele çerçevesinde aldıkları sayısız tedbir patlamaları ötelemek, buna karşılık nihaî çöküşü derinleştirmek dışında hiçbir olumlu sonuç üretmediği halde, hâlâ bildikleri tek ilâç olan karşılıksız para basmayı sürdürmek için çırpınmaları ancak böyle bir psikolojik sendromla açıklanabilir. Alınan tedbirlerin bir işe yaramadığı iddiama itiraz edenler çıkabilir. Bu iddiamda haksız olduğumu kanıtlamak için 2010’dan itibaren dünya ekonomisinin yeniden büyümeye başladığını gösteren birtakım resmî rakamları ortaya koyabilirler. 2009’dan bu yana krizden çıkıldığına işaret eden ekonomik verilerin ne kadar güvenilir olduğunu anlamak için küresel krizin de, krizle mücadele çabalarının da merkezi olan ABD’nin başka ekonomik verilerine bir göz atmak yeterli. Az zaman önce açıklanan resmî verilere göre ABD’de bordrolu çalışanların sayısı Nisan 2012 itibarıyla 110 milyon kişi. Bu veriyi geçmişe doğru izlersek tam 5 yıl önce, 2007’de bu sayının 115 milyon kişi olduğunu görüyoruz. Yani ABD’de son beş yılda bordrolu çalışan sayısında % 4.3’lük bir düşüş var. Daha bitmedi. 2007’deki 115 milyon bordroludan 24 milyonu, yani % 21’i yarı zamanlı çalışırken, 2012’deki 110 milyon bordrolunun 27 milyonu, yani % 25’i yarı zamanlı çalışmakta. Yarı zamanlı çalışmanın daha düşük ücret anlamına geldiğini söylemeye gerek yok. Ayrıca son dönemde ABD’de ortaya çıkan yarı zamanlı işlerin hepsinin haftada 40 saat yerine 30-35 saatlik olduğunu da sanmayın. ABD’de bu hesapları yapan devlet dairesinin (BLS) geçen yılki nüfus sayımında haftada iki saat çalışan öğrencileri bile yarı zamanlı istihdam rakamına eklediğini biliyoruz. Sonuç olarak, ABD’de şu anda ücretlilerin eline geçen toplam gelirin (son dört yıllık enflasyonun ücretlerin alım gücünü eritmesini hesaba katmamak şartıyla) 2007’ye göre en az % 5 gerilemiş olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ücretliler borçlanma yoluyla da alım gücü elde edebilirler, bu şekilde belli bir süre ücretlerinden daha fazla harcama yapabilirler. Ne var ki ABD’de 2008 patlaması öncesinde tüketici kredilerinin, özellikle de konut kredilerinin rekor seviyeye ulaştığını, fakat krizle beraber bunların bakiyesinin azaldığını da biliyoruz (ABD hanehalklarının toplam borcu 2011 sonunda 2007 sonuna göre % 10 daha düşüktü.) Demek ki ABD’de ücretlilerin düşen gelir toplamını tüketici kredilerinin telâfi etmesi de söz konusu değil, bilâkis orada da düşüş var. Millî gelir elbette yalnızca iç tüketimle artmaz. Net ihracat veya yatırım artışı da ekonomiyi büyütebilir, ama son beş yılda Amerikan ekonomisinde bu kalemlerin böyle bir sıçrama yapmadığını da görüyoruz. O zaman ABD’nin millî gelirinin bu yılın ilk çeyreğinde 2007’nin ilk çeyreğine göre % 3.4 daha büyük olmasını nasıl açıklayabiliyoruz? Yukarıda anlattıklarıma göre bunun mümkün olmadığı ortada, ama pratikte bu veriyi üretmek de gayet basit. ABD’de bağımsız araştırmacılara göre yıllık enflasyon oranı % 6, resmî enflasyon oranı ise % 2. Nominal rakamlardan oluşan millî geliri enflasyondan arındırmak için % 6 yerine % 2 oranını kullanırsanız millî geliri yaklaşık % 4 oranında büyütmüş olursunuz! Eğer 2008’den bu yana ABD’de her yıl resmî enflasyonla gerçek enflasyon arasında dört puan fark olmuşsa 2012 millî geliri gerçekte olduğundan yaklaşık % 16 daha yüksek hesaplanmış demektir! Her halükârda ABD’de şu andaki gerçek millî gelir ve istihdamın kriz öncesindeki düzeylerinin epeyce altında olduğu muhakkak. Öte yandan 2008 Eylülünde Lehman Brothers battığında USD 875 mia olan ABD para tabanının şu anda USD 2.7 tr olduğunu görüyoruz (Artış oranı % 200)! Yani para basmaksa, ABD son üç yılda bunu dibine kadar yapmış. Buna karşılık ABD’nin ekonomisindeki daralmayı durdurmayı başaramadığını görüyoruz. Dolar arzındaki bu devâsa artışın Amerikan ve dünya ekonomisi için nasıl bir saatli bomba olduğunu da önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Avrupa’ya bakacak olursak, son dört yılda karşılıksız para basmakta ABD ile yarışan İngiltere’nin de bir türlü durgunluktan kurtulamadığını, Avrupa’nın diğer büyük ülkelerine göre daha kötü bir performans gösterdiğini görüyoruz. Avrupa Merkez Bankasının da, ABD ve İngiltere gibi doğrudan bütçe açığını para basarak finanse etmemekle beraber, euro bölgesi bankalarına borç vermek yoluyla daha dolaylı bir parasal genişleme yürürttüğünü görüyoruz. Bu yüzden AMB para tabanı da 2008 Eylülünden bugüne kadar % 95 arttı. ABD ve İngiltere’ye göre hem daha dolaylı, hem de daha ılımlı, fakat yine de olağanüstü yüksek bir artış sözkonusu. Buna karşılık şu anda euro bölgesinde Almanya dışındaki bütün ekonomiler daralmakta! Demek ki kapitalizm kendi dinamikleri içinde büyüme imkânlarını kaybettiği zaman para basarak sistemi yeniden kalıcı büyüme rotasına oturtmak mümkün olmuyor. Aslında en azından 19. yüzyıldan beri iyi bilinen bu ekonomik gerçeği Batı kapitalizmi nedense 20. yüzyılın başından bu yana karşılaştığı her krizde yeniden keşfetmek zorunda kalıyor. Geçmişin deneyimlerinden gereken sonuçlar çıkarılamamış olsa bile son dört yıldaki muazzam parasal genişlemeye rağmen büyük ülkelerde ekonomik durgunluğun aşılamaması bunun yanlış yol olduğunu göstermeye yeter. Buna rağmen ABD’nin ve İngiltere’nin sermaye sınıflarının sözcüsü olan Anglo-Sakson finans medyası bütün büyük merkez bankalarının, özellikle de Avrupa Merkez Bankasının daha çok para basması için saldırgan bir kampanya yürütmeye devam etmekte. Bu kampanya “29 krizinin Fed yeteri kadar para basmadığı için çok uzun sürdüğü “ gibi bir tarih yalanına oturtuluyor (Halbuki Fed o zaman da altın standardına son vererek dolar matbaalarına yıllarca fazla mesai yaptırmıştı). Kapitalizmin kırılganlığını gizlemek amacıyla 1960’lardan beri Amerika’nın sahte ekonomistlerince üfürülen bu yalanı akademik dünyada en çok allayıp pullayanlardan, kariyerini bunun üzerine kuranlardan biri de (Ne tesadüftür ki) şu andaki Fed Başkanı Bernanke. Uzun yıllardır New York Times’daki ekonomi yazılarıyla Amerikan finans sermayesine hizmet eden, bu sayede Nobel ekonomi ödülü de almış olan Paul Krugman da bu yalanı pazarlayanlar arasındadır. Hazret şu anda da İngiliz hükümetini daha da çok para basmaya ikna etmek göreviyle İngiltere turunda. Demek ki zayıf karakterli insanlar gibi içinden çürümüş sistemler de çıkmaza girdiklerinde durumu kabullenip fırtınayı en az hasarla atlatmaya çalışmak yerine hayalî çözümler peşinde koşmayı tercih ediyorlar. Batı sisteminin tepesinde oturan ABD’de durum böyle. Şu anda sistemin en dibine inmiş olan Yunanistan’da da benzer bir sendrom var. Yunanistan AB-IMF’nin dayattığı kemer sıkma tedbirlerine dayanamayınca istikrar paketini uygulamaya çalışan hükümet çöktü, erken seçimde istikrar programı uygulamayacağını ve Yunanistan’ın dış borçlarını ödemeyeceğini ilân eden Syriza partisi büyük sıçrama yaptı. Buraya kadar güzel. Bunu yapabilirsin: AB-IMF bürokratlarını sepetlersin, euroya da elveda dersin, kendi paranı basmaya başlarsın, sert bir çöküşten sonra yavaş yavaş ekonomik hayatını yeniden canlandırırsın. Ama elbette kendi yağınla kavrularak, üretebildiğin kadar tüketerek... Ne var ki Syriza lideri Çipras bu görüşte değil. Ona göre Yunanistan onun dediklerini yapsa da bu eurodan çıkmasına ya da AB’den gelecek yardımın kesilmesine yol açmaz. Yani Yunanistan mo ratoryum ilân etse de eskisi gibi üretebildiğinden çok daha fazla tüketmeye devam edebilir, çünkü AB Yunanistan’ı eurodan atmaya cesaret edemez, çünkü böyle bir şey olursa bütün euro bölgesi dağılır! Bu muhakemenin başlıca çürük tarafı AB’de paranın patronu olan Almanya’nın Yunanistan’ın eurodan şutlanması için en az bir yıldır aktif olarak çabaladığını ıskalaması. Kaldı ki, böyle bir durum olmasa bile CDS gibi uzantılarıyla beraber USD 1 tr civarında bir borcun üstüne oturmuş bir ülkeye para yardımına devam edilmesine hangi Kuzey Avrupa seçmeni evet der,? Çipras bu görüşünde yalnız değil. Bir kere partisi iki gün önce yapılan ankete göre şu anda % 30 oyla birinci parti, yani halkın üçte biri onun görüşlerinden yana. Ayrıca ona oy vermeyi düşünmeyen bir % 40 daha istikrar paketine karşı. Buraya kadar sorun yok. Buna karşılık Yunan halkının % 85’i euroda kalmaktan da yana. Bunların hemen hemen hepsi de kendilerini Avrupa’nın asla eurodan atamayacağına iman etmiş durumdalar. Gerçekten eşine az rastlanacak boyutta bir toplumsal yanılsama, kendini kandırma vakası. Bu sebeple Yunanistan yakında kendini kapının önünde bulduğunda Yunan halkının yeni şartlara uyum sağlaması, kendini toparlayıp ayağa kalkması bence imkânsıza yakın. Bildiğiniz gibi küresel krizin derinleşmesiyle ABD ve AB’nin Balkanlardan büyük ölçüde çekilmek zorunda kalacağını, bunun da emperyalistlerce çizilen yapay sınırlara mahkûm edilmiş bu coğrafyaya büyük bir istikrarsızlık getireceğini daha önce yazmıştım. Yunanistan’ın da bu süreçte başlıca kriz merkezlerinden biri olacağı görülüyor. Bu bağlamda son seçimde mecliste 21 sandalye elde eden faşist Altın Şafak partisi milletvekillerinin ilk oturumda meclisteki Türk milletvekillerinin varlığını protesto etmelerini bir kenara not edelim. Artık küresel krizin doğurduğu küresel akıl tutulmasının bizdeki örneklerine gelelim: Fransa seçimlerini sosyalist aday Hollande kazanıyor. Finans dünyası Hollande Sarkozy-Merkel uzlaşmasını bozarak euro sistemini kurtarma çabalarına darbe vuracak diye çok endişeli. Seçim asıl flaş haberi ise yabancı ve göçmen düşmanı faşist parti Millî Cephenin ilk turda % 18 oy alarak üçüncü parti olması. Krizin giderek derinleşeceği düşünülürse Fransa’daki Müslümanlar, dolayısıyla Türkler için tehlike çanlarının çalması demek bu. Buna karşılık Türkiye’nin seçim sonuçlarına tepkisi şu oluyor: “Türk düşmanı Sarkozy gitti. Artık AB görüşmelerinde yeni fasıllar açılabilir!” Nasıl? Yunanlıların haliyle yarışırabiliriz değil mi? AB artık toparlanıp gitme faslına geçmişken bizimkiler yeni fasıl açma peşinde! Akıl tutulmasının mükemmel bir örneğini de S&P’nin Türkiye’nin notunu kırmasına hükümet çevrelerinden gelen tepkilerde gördük. AKP’nin önce olaya inanmakta güçlük çekmesi (“Bu benim başıma nasıl gelebilir?” sendromu, genellikle terk edilen güzel kadınlarda görülür), sonra sinir küpüne dönmesi, başbakanın basın toplantısında “Sen benim notumu kırarsan ben de seni tanımam” diye ültimatom vermesi, ardından birkaç gün AKP medyasında “bu işin acemi bir analistin hatası olduğu, S&P’nin özür dilediği şeklinde uydurma haberlerin yer alması, bunun üzerine S&P’nin tarihinde ilk defa olmak üzere basın toplantısı düzenleyip AKP medyasının uydurma haberlerini tekzip etmesi, “Özür falan dilemedik, ne yaptığımızı biliyoruz, zaten başbakan da gereken mesajı aldı” demesi, bunun üzerine hükümetin “yerli” rating şirketi kurulması için düğmeye basıldığını açıklaması... Hepsi bir kara mizah filminin başka bir sahnesi... Birincisi, daha düne kadar “Krize çok iyi dayandık, notumuzun artması lâzım, ne zaman artacak?” diye bunların kapısında geziyordunuz. O zaman ratingciler iyiydi de şimdi not kırılınca mı kötü oldular? İkincisi, sözü geçen ratingciler neden Amerikalı, İngiliz veya Japon? Çünkü bizim gibi parası kıt ülkelere en çok dış borç ve sıcak para bu ülkelerden geliyor da ondan. Elin gâvuru parasını deniz aşırı bir ülkeye gömerken elbette kendi ülkesinin bir kurumundan görüş almak isteyecek. Sen kendi kurduğun rating şirketinin notuyla kendi kendinden mi borç alacaksın? Şu anda AKP medyasında yazan eskilerden bir tanıdık da bu konuda şöyle diyor: “Türkiye, S&P'u kovabilir. Japonya ve Çin gibi tek başına hareket etmeyip, Rusya, Hindistan, Brezilya, Endonezya gibi ülkeleri de içine alarak birlikte alternatif bir kredi derecelendirme kurumuna öncülük yapılabilir. Önce S&P ile yolları ayırmaktan başlayalım. Türkiye bu kurumu tepeleyerek, sadece beynelmilel finans çetelerine gözdağı vermiş olmayacak, aynı zamanda küresel krizde deşifre olan bu sömürge tezgahına 'hayır' diyebilme noktasında 'mazlum milletlere' de örnek olacaktır. “ Bu sözlerin neresinden tutalım? Senin hükümetin daha dün Rusya’ya karşı ABD’nın füze kalkanını Anadolu’nun göbeğine yerleştirmiş, bunun üzerine daha düne kadar ballı börekli olduğumuz Rusya’dan ve İran’dan defalarca “Bak vururuz ha!” tehditlerine maruz kalmış, yine Suriye konusunda dış politikanın gerçekçiliğe dayanması gerektiğini unutarak ve oradaki güç dengelerini (ideolojik saplantısından ötürü) yanlış hesaplayarak mevcut rejimi düşman ilân etmiş, bundan dolayı da yine Rusya’nın tehditlerine maruz kalmış bir hükümet. Sen şimdi S&P notunu kırdı diye Rusya’yla ortak rating şirketi kurmaya kalkıyorsun. Herhalde şaka yapıyorsun! Ayrıca bir türlü kapatamadığın cari açığın, her gün artan dış borcun, cebinde sekiz on kredi kartıyla dolaşarak zorunlu ihtiyaçlarını ancak karşılayabilen on milyonlarca vatandaşın ortadayken Rusya ve diğerleriyle kurmayı umduğun rating şirketinin sana S&P’den daha yüksek not vereceğini ne biliyorsun? Bu mutasavver şirketin vereceği kredi notuyla hangi ülkeden borç veya sıcak para temin edebileceğimiz sorusuna hiç girmiyorum. Gelelim “sömürge tezgâhı” ve “mazlum milletler” söylemine... 2003-2008 arasında “sömürge tezgâhından” Türkiye’ye oluk oluk sıcak para ve özelleştirme parası akarken, bir yandan da bu paralarla cari açık günden güne büyürken AKP çevreleri sağladıkları ekonomik istikrar ve yüksek büyüme hızıyla her gün övünüyor, AB ve ABD ile en yoğun ekonomik ilişkileri kurmuş olmakla ve Türkiye’ye en fazla yabancı sermayeyi getirmiş olmakla iftihar ediyor, önceki hükümetleri de bu “tezgâhtan” yeterince yararlanamamış oldukları için beceriksizlikle suçluyorlardı. Ben o zaman da buradan ve imkan buldukça medya üzerinden bu gidişin sonunun çok kötü olacağını ısrarla dile getiriyor, sorumluluk sahiplerini uyarıyor, bunun karşılığında arka arkaya TV kanallarında “yasaklı kişiler” listesine giriyordum. Çok değil, bundan beş altı yıl önce... Şimdi “mazlum milletçi” olan arkadaşım acaba o zaman köşesinde neler yazıyordu? Yine Amerikan sermayesini sömürgecilikle suçluyor muydu? “Mazlum milletler “söyleminin Türkiye tarihinde özel bir önemi var, çünkü bu deyim Türkiye’nin siyasî literatürüne Mustafa Kemal Paşanın İstiklal Harbi Meclisindeki konuşmalarıyla girmiştir. Bana göre hâlâ geçerliliği olan bir kavram; yalnız kullanırken dikkatli olmak lâzım. Mustafa Kemal Paşa Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinin bütün mazlum milletlere örnek olacağını 1. Meclis kürsüsünden haykırırken, İngiliz emperyalizminin dünya hâkimiyeti planlarına karşı sosyalist devrimci Rusya ile ittifak halinde mücadele eden milliyetçi devrimci Türkiye’nin başındaydı, manevî önderi ABD’de oturan bir cemaatin gazetesinde yazar değildi.



kaynak: http://www.selimsomcag.org/tr/daily.asp?type=1&ID=406
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...