Laraken Mesaj tarihi: Eylül 23, 2011 Paylaş Mesaj tarihi: Eylül 23, 2011 Daha önce açmıştım ama birleştirip biraz değiştirdim hikayeyi. 1 Son kadehten sonra perdeleri kapadım ve kıvrıldım yatağa. Gürültüyle uyandığımda saatin kaç olduğunu kestiremedim siyah perdelerim yüzünden, ışığı sevmezdim uyurken, gerçi uyanıkken de pek sevdiğim söylenemez. Perdeyi aralayınca duyduğum şiddetin gök gürültüsü olduğunu kestirdim yağan yağmurun sesinden ama hala saati bilmiyordum, bulutlar havayı karartmıştı zaten saate inat sanırım. Yatağımın yanındaki sallanan koltuğa yığılmış giysilerimin arasından telefonumu buldum. Tuş kilidini açıp saate baktım: 00.00 Sırıttım kendi kendime, telefonun da saati bozulabiliyormuş. Yirmi saat uyumuş olmam imkansızdı, en azından o kadar içmemiştim. Telefona bir daha -emin olmak için- baktığımda uykumun bana bıraktığı en az yarım saatlik sersemlik açıldı bir anda, sırıtışım öldü. Tarih... Telefon; yanlış saati, yanlış numarayı, yanlış mesajı gösterebilirdi ama bu? Bu? Bu tarih? Hızla çıktım yataktan yorganı küçük kare halımla başbaşa bırakıp. Hızım bir anda kesildi hiç bir şey göremeyince, telefonumun olduğu koltuğa ilerledim beynimin odamın görüntüsünü iyi ezberlediğini varsayarak. Kazasız, koltuğa kadar geldim ve yine o yığının arasında telefonumu aradım. Ah giysilerimi dolaba yerleştirmeyi öğrenmeliyim artık. Paniğin etkisiyle pantalonlarla kavga edip sweetlerimi fırlattıktan sonra bir parçalanma duydum. Fırlattıklarım sadece giysilerim değildi. Evet dolap kullanmayı öğrenmeliydim. Telefonum ışığından faydalanamayacağımı anlayınca biraz daha gerilsem de çalışma masamın yanındaki kütüphanemde annemin fi tarihinde bana hediye olarak aldığı mum geldi aklıma. Odamın büyük olmamasını ilk defa çok sevdim. Emekleyerek yatağıma dik açıyla yerleştirilmiş çalışma masama doğru gittim. Kablolar dizimi yarmaya çalışınca masaya vardığımı anlayıp elimi kaldırdım. Masanın köşesini bulmam çok sürmedi ve ayağa kalktım. Kalktığımda telefonda gördüğüm tarihten çok daha korkutucu bir şey farkettim. Uyandığımdan beri yirmi dakika geçmiş olmalıydı en azından ama gözlerim zifiriye bir nebze olsun alışmamıştı. Hiç bir şey göremiyordum, tek – bir – eşya bile. Panik hissim artınca mumdan önce masamın alt tarafındaki bilgisayar kasasının power tuşunu aradım. Bulmam uzun sürmedi, bastım. Sessizlik, renksizlik. Hala her şey siyah. Bir daha bastım. Elektrikler gitmiş olmalıydı. Bilgisayardan vazgeçip tekrar muma yöneldim fakat mum anlamsız olacaktı zira mumu sadece kütüphaneyle duvar arasına yerleştirilmiş, odayı aydınlatmak için konulmuş düğmeyi bulmak için kullanacaktım. Ama elektrikler kesilmişse? Bir anlamı yoktu mumu bulmamın, beklerdim gelirdi elektrik. Sonra birden kendime geldim, mantıklı konuşmalar yapıyordum hala o telefonda gördüğüm rahatsız tarih, gözlerimin karanlığın ötesine geçememe hadisesi varken. Tekrar panikledim öncekilerden daha fazla. Kütüphaneye uzanıp heyecanımın getirdiği hızla bir kaç kitap devirdim sanırım, ama mum elimdeydi. Kütüphanede mumun hemen üst katında duran, yeri ezberimde olan zippomu alıp muma tuttum. Mum harladı; her taraf gölgeydi artık. Evet evet, mum yakarsanız verdiği ışık sadece aldatmacadır, mum gölgelerle çalışır sadece. Kapımı aşıp gölgelerimle beraber annemin yattığı odaya yürüdüm önümü tam göremeden. Mumun sallanan ateşiyle gölgeler gitgide daha da büyüyordu. Salonun karanlığından her an yerden sürünerek gelecek bir “şey”in hayali annemin odasının kapısına varınca biraz olsun dinmişti. Kapının kolunu sessizce aşağı ittirdim, kapı yağlanası gıcırtılarla açıldı yavaşça. Kapı kolundan elimi çektiğimde herhangi bir ses duymayınca şaşırdım biraz. Mumu o taraf doğru eğdim ne olduğunu anlamak için; kol hala aşağıdaydı elimi çekmeme rağmen. İşler garipleştikçe kalbimin atış hızı yükseliyordu hatta şu an duyabiliyorum bile. Duyabiliyorum? Farkettiğim şey beynimi biraz daha yaktı, buz gibi terletti bir anda: Kalktığımdan beri kendi çıkardığım sesler dışında hiç bir şey duymamıştım. Ne bir kalorifer borusu çıtırtısı ne bir araba sesi ne de başka bir şey yağmur dışında. Yağmur muydu, ondan da emin değildim artık. Kendimi biraz toparlayınca yatağa doğru yürüyüp, annemi gece uyandırdırmak zorunda kaldığımda yaptığım şeyi yaptım. Yatağın baş ucunu hafifçe sarsıp “ann...” Elime annemin ayağı yerine boşluk gelince buz kestim. Hızla gerilerken benimle beraber mum da elimden kayıp düşüp yatağın yanındaki komodine doğru yuvarlandı. Kapının kenarına çöküp orda kalıverdim. Hareket edecek gücüm kalmamıştı artık neler oluyordu? Deliriyor muyum? Rüyada mıyım? Yaşıyor muyum? Öldüm mü? Ne oluyor ne ne ne ne? Ne oluyor? Ne? Oturduğum yerde bacaklarımı kendime doğru çekip onlara iki elimle sarıldığım sırada kafamdan geçen düşünceler bunlardı. İstemsizce sallanmaya başladım çocukluğumdaki gibi. Hiç bir hava akımı olmamasına rağmen sallanan mumun yarattığı gölgeler de hayal gücümün sınırlarını genişletiyordu. Her taraf gölge. Her taraf... Sallanan bir gölge görüyordum ve deli gibi kaynağını aramaya başlıyordum, her gölgenin bir kaynağı olmalıydı değil mi? Dolap, masa, lamba, yatak artık eşya değildi. Her birinin izdüşümü çok farklıydı kendilerinden. Hareket ettikçe daha da hayalleşiyorlardı duvarlarda. Onlara bir şekilde saldırmam gerekiyordu: gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtım. Bir anda nereden geldiğini bilemediğim cesaretle mumu aldım yerden ve odayı incelemeye başladım. Gölgel... İlgilendirmiyordu artık beni bakmıyordum onlara. Odada ilk gözüme çarpan annemin başucu masasındaki telefonu oldu. Hızla ilerleyip aldım durduğu yerden ve tuş kilidini açtım. Saat hala 00.00 ve tarih... Tarih hala... Deliriyor muyum? Rüyada mıyım? Yaşıyor muyum? Öldüm mü? Ne oluyor ne ne ne ne? Ne oluyor? Ne? Tarih hala: 31 Şubat. 2 Çocuk uyandı. Gözleri mahmur mahmur odanın hatlarında gezince hafta sonunda olduklarını anladı. Tatile bir gün önce girmişti ama bunu tekrar farketmesi gülümsemesine ve mutluluk gerinmesi adı verdiği yatak ritüelini gerçekleştirmesine engel olamadı. Pikesini ayaklarının altına aldı, ellerini yumruk yapıp çıkık elmacık kemiklerine dokundurdu ve göz kapakları dahil bütün kaslarını biraz daha kasıp serbest bıraktı. Kolları iki yana açıktı sabahla sevişmesini bitirdiğinde. Yatağında tembellikle sağa sola dönerken beklediği ses geldi: “Oğlum kahvaltı hazır gel hadi” Ritüelini bir daha tekrarlayıp, yatak tembelliğinin sonuna geldiğini anladı. “Geliyorum anne” İnerken merdivenlerden boşluklar arası mesafeyi hafızasına bıraktı zira tek gözü açıkken yapabileceği bir şey yoktu. Kahvaltı her zamanki gibi geçti, zengin bir masa, anne ve baba. Konuştular zeytinyağında ekmeğin tecavüz kırıntıları kalana kadar. Kekili domates nasibini zeytinyağından fazlasıyla almıştı: suyu bitmişti ekmek banmaktan. Diğer bireyler daha rahattı; zeytinler buzdolabına kaldırlacaktı, biberli zeytinler az kaldıkları için ellenmemişti zaten, beyaz peynir-zaten hiç bitmezdi- buzdolabında en güzel rafı alacaktı. Güzel bir kahvaltıdan sonra kestirmeye gitti çocuk televizyon karşısında tatili gerçek bir “tatil” yapmak için. * 31 Şubat? Ben hala inanamazken bu hastalıklı tarihe ayaklarımı asfalta basarken buldum. Yağmurun sesi geliyor kulağıma hala ama ıslanmıyorum, yani yağan bir şey yok ve elimde yanmamış bir mum var –annemin süs için aldığı mumlardan- elime nasıl geldi bilmiyorum düşürdüğümden beri. Gerçi: Şu an hiç bir şey bilemiyorum. Önüm karanlık, elimde ateş-o da niye cebimdeydi onu da bilmiyorum anasını sikeyim- var ama yakmıyorum mumu, saklamalıyım nerede olduğumu bilemediğim zamanlara; şu an sokakta olduğumu biliyorum ama neredeyim? Öyle bir karanlık ki önümdeki; metreler uzağımda bir karaltı olsa, gelip beni öldürse, yaşayamaz o son zevkini orospu çocuğu çünkü gözümde korku göremez, nefes alış-verişimin hızlanmasını hissedemez. Öldürecekse öldürsün, korkum öyle keskin ve büyük ki hiç bir şeyden korkmuyorum aslında.Gelsin orospu çocuğu burdayım lan! Biraz dinlenip yağmur sesini çözmek için bulunduğum noktaya otururken elimi arkaya koyup destek almaya çalıştım ama birden tırnağıma değen cismi hissedince vazgeçtim oturmaktan. * Çocuk uyandı. Bu sefer cumartesi olmadığını biliyordu. Pazarları hep kasveti hissetmişti, pazar günleri iyi gelmiyordu ona. Ki ilk darbe kısa sürmedi; duydu: -Hani gidiyorduk? -Tamam gidicez biraz daha sulayım çiçeklerimi. -Hayır hemen demiştin! -Beş dakika daha ver bana. -Kaç beş dakika verdim sana! YETER! Sonra çocuk babasın sinirini gördü, köşeyi dönüşünü gördü, gerisini göremedi. Bi tokat sesi. Sonrası bağrışmalar... * -Topa basma lan topa! -Lan ne olacak tamam başka kapak buluruz. -Olum dur kalan tek kapak o! Gözlerini kapattığında bunları duymayı istiyordu; duydu. Anısını yaşıyordu o an ilkokulun saflığına güvenerek. O saflığa güvenerek içerdeki odada neler yaşandığını bilmek istemiyordu. O yaşananlar bittikten sonra o odanın kapısının açılmasına engel olmaya çalışıyordu kendi küçük kafasında. O kapıdan sonra kendi kapısı açıldığında yaşayacağı acıyı azaltmaya çalışıyordu bir anının dokunulmamışlığına inanarak. Ah ne kadar da aptal, bir daha o anıya güvenemeyecek kapısı açıldığında. Bir daha hatırlamayacak o en saf, o en güzel zamanını. * Elime değen neydi? Hayır cansız değildi ama kaldırımdı sadece?! Kaldırım cansız değildi ya da delirmiştim zaten belki de kaldırım canlıydı ulan farkeder mi? Ama elime değidinde farklı bir şey hissettim korkudan öte. Bir anda dehşet girdi içime. Herkesi öldürebileceğimi düşündüm. Veya sadece korkumu bastırmaya çalışıyordum, nasılsa her yer zifiriydi... 3 Dehşetle korku çarpışınca ne olursa her zaman bana da öyle oldu: Korkumu yedi. Bir anda arkamı dönüp filmlerde gördüğüm gibi sert baktım alayına karanlığa. Beni yiyecek, tırmalayacak, bağırsaklarımı elime verecek veya benim organlarımı tek tek içimden çıkarıp yakacak bir varlığa değildi atarım; boşluğun ta kendisineydi. Atarım öyle kuvvetli ki. Öyle kesin ki. "Gel ulan orospu çocuğu gel." Bağırıp mumu yaktım. Etraf yine gölgelerden ibaretti ama bu sefer tüm cisimler kendisini yansıtıyordu. Korkmadığım için olabilir artık. Çok sinirliyim şu an gelecek o korktuğum uzaylı tipinin bile sağ elmacık kemiğini kırabilirim. Elimde hissettiğim o farklı şey yüzünden mi bilmiyorum ama: Hatırlıyorum artık. En acı, en unuttuğum şeyi hatırlıyorum artık. Hep kaçtığım ama içten içe yiyen düşmanı biliyorum. Hatırlıyorum. * Çocuk için rutin bir gündü yine. Kalktı, sabah gerinmesini yaptı. Kapıya doğru ilerlerken içeriden sesler geldiğini farketti. Kapısını açtı yavaşça ailesinin odasına vardı. Sesler çok fazla artmıştı kapıyı araladığında. Seslerden daha kötüsü görüntüydü. Babası yatakta annesinin üstündeydi ve ardı kesilmeyecekmiş gibi dövüyordu. Birden çöktü yere dizlerini çekip kendine sallanmaya başladı. Ses çıkaramıyordu. Tek bir ses tınısı bile... Babası vurdu, annesi bağırmaya başladı, babası daha çok vurdu. Çocuk sustu. Hepsini gördü. Ama en fenası annesinin artık canını kurtarmak için yatağın sağ tarafında duran masadan törpüyü almasıydı. Alıp babasının gözüne sokmasıydı. Sokarken bağırmasıydı. Babasının hareketsiz kalmasıydı. Hepsini çakan şimşeklerin, pencereye vuran yağmurun gölgesinde görmesiydi. Ölümle orada tanışmıştı ilk. Sonra annesinin çocuğu görüp bir kaç dakika bomboş bakarken başucundaki bi tane mumu yaktıktan sonra kendi boğazını kesmesiyle arkadaş olmuştu artık ölümle. Sonra uyudu çocuk amcası alana kadar onu. * Hatırlıyorum. En karanlık anımı hatırlıyorum artık. Neye üzüldüğümü bilmediğim, acı çektiğim şeyi hatırlıyorum lan! Muma baktım, kirpiklerim biraz nasiplendi ısıdan. Usul usul üfledim. Ateş arkaya kıvrıldı ama sönmedi. Gülümseyip, mumu tuttuğum elimi kafama paralel değecek şekilde kaldırdım. Olimpiyat meşalesini taşıyorum şu an. Kahkaha attım, yankılandı. Yankı tekrar kulağıma vurunca yere fırlattım mumu; parçalandı. Artık karanlıktı her yer tekrar. Zifiriye gözlerim alışmamıştı hala ama ben tamamdım. Soyundum anadan doğma oracıkta, gülümsedim, gözlerimi diktim önüme, yoldan geçecek bir yaratık bulmak için yürüdüm boşluğa. Elimi kaldırıp tokat attım kaldırıma, bana aynı şeyleri hissettirsin diye. Bekledim, olmadı. Döndüm boşluğa koşmaya başladım bu sefer; gülerek. Ulan kahkaha atarak koşmaya başladım, durmanın ne demek olduğunu bilmeden koşmaya başladım, ağlamanın, gülmenin, efkarın, göz yaşının, korkunun, sevincin, sessizliğin, gürültünün, ölümün, yaşamın. Sadece koşuyordum yolda hiçbir şey hissetmeden - tek bir duygu - koştum. * Uyandı. Gerindi, yatak ritüelini yaptı. Tost yapmaya giderken içerideki boş odanın kapı kolunda bir farklılık hisseti; aşağı bakıyordu kol. Gülümseyip düzeltti ve ne olur ne olmaz diye kapıyı açtı. Eski eşyalarını, eski yatağını attığı odayı gördü, başka bir şey değil. İçinde tarif edilemez bir rahatlık vardı. İstemsizce annesini düşünüyordu daha dün görmüş gibi. Yıllar önce ölmüştü annesi ve babası acı bir şekilde. Odasına dönüp telefonuna baktı, tarihi görüp şaşırdı. Annesinin doğum günü olduğundan hatırlıyordu tarihi; bugün 22 haziran değildi ki; 23 tü. Tarihi değiştirip gülümsedi. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Öne çıkan mesajlar