Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Anadolulular yürüyor


Quiternoob

Öne çıkan mesajlar

Anadolu'dan kafileler HES gibi doğa katliamlarını protesto olarak Ankara'ya doğru yürüyüşe geçmişler, paylaşayım dedim.

http://www.anadoluyuvermeyecegiz.net/
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1045240&Date=06.04.2011&CategoryID=79

Büyük Anadolu Yürüyüşü

Son on yıl içinde tüm sularımız enerji şirketlerinin eline geçti. Üzerlerine binlerce HES ve baraj kuruluyor. Dağlarımız maden şirketleri tarafından parsellendi, delik deşik ediliyor. Yaşamımız, nükleer ve termik santrallerle tehlike altında. Feryadımızı duyan yok. Binlerce yıldır ekip biçtiğimiz tohumlar, yok olmaya başladı. Ormanlarımız, parça parça kesiliyor.

İnsanımız, doğduğu bereketli topraklarda artık doyamıyor. Köyünü, ata toprağını terk ediyor. Binlerce insan şehirlere göç ediyor ve kadim Anadolu kültürleri birer birer yok oluyor. Hızla kalabalıklaşan şehirlerimizde yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor, maddi ve manevi bedeli artıyor.

Bu nedenle biz, Anadolu insanları, Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi kullanmaya karar verdik. Birleşiyoruz! Vicdan sahibi herkesle buluşarak yedi ayrı koldan, 40 gün 40 gece Anadolu’yu arşınlıyoruz ve nehirler gibi akarak Ankara’ya yürüyoruz. Geçmişe olan saygımız ve çocuklarımızın geleceği için, doğanın hakları ve yaşam hakkımız için yürüyoruz.

Büyük Anadolu Yürüyüşü’ne Çağrı

Biz, Anadolu insanları Nisan 2011’de köylerimiz, kasabalarımız ve şehirlerimizden çıkarak Ankara’ya yürümeye karar verdik.

Çünkü binlerce yıldır insan uygarlığının beşiği olan Anadolu, bugün eşi görülmemiş bir yıkımla karşı karşıya.Ancak dünya, bu büyük yıkımın farkında değil.

Son on yıl içinde tüm sularımız enerji şirketlerinin eline geçti. Üzerlerine binlerce HES ve baraj kuruluyor. Dağlarımız maden şirketleri tarafından parsellendi, delik deşik ediliyor. Yaşamımız, nükleer ve termik santrallerle tehlike altında. Feryadımızı duyan yok. Binlerce yıldır ekip biçtiğimiz tohumlar, yok olmaya başladı. Ormanlarımız, parça parça kesiliyor.

Bu yıkım sonucunda, tüm insanlığın ortak mirası, dünyanın en eski yerleşim yerleri sular altında kalıyor. Sayısız hayvan ve bitki türünün nesli tükeniyor.

İnsanımız, doğduğu bereketli topraklarda artık doyamıyor. Köyünü, ata toprağını terk ediyor. Binlerce insan şehirlere göç ediyor ve kadim Anadolu kültürleri birer birer yok oluyor. Hızla kalabalıklaşan şehirlerimizde yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor, maddi ve manevi bedeli artıyor.

Yalnızca bir avuç insanın menfaatini gözeten bu düzen, doğayı, insanları ve kültürümüzü hiçe sayarak Anadolu’nun dört bir yanını işgal etmeye devam ediyor.

Bu toprakları yönetenler, bu yıkıma karşı çıkanların çığlığına kulak tıkıyor ve yıkımı daha da çoğaltıyor. Anlıyoruz ki, onların gözünde artık köklerimizin hiçbir değeri yok.

Bu nedenle biz, Anadolu insanları, Anadolu’yu yaşatmak için kendi halk irademizi kullanmaya karar verdik. Birleşiyoruz!

Biliyoruz ki, her şeyimizi kaybettiğimizde, çalışıp yeniden ayağa kalkabiliriz. Ancak doğamızı kaybettiğimizde asla!

Vicdan sahibi herkesle buluşarak yedi ayrı koldan, 40 gün 40 gece Anadolu’yu arşınlıyoruz ve nehirler gibi akarak Ankara’ya yürüyoruz. Geçmişe olan saygımız ve çocuklarımızın geleceği için, doğanın hakları ve yaşam hakkımız için yürüyoruz.

Suyumuzu, doğamızı, köklerimizi ve Anadolu’yu geri alana kadar, dönmüyoruz.

Hiçbir dil, din, ırk ve siyasi görüş ayrımı gözetmeden, tüm Anadolu insanlarını ve dünya insanlığını bu yürüyüşe katılmaya davet ediyoruz.
ANADOLU'YU VERMEYECEĞİZ!

Manifesto

Gezegenimiz, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte tarihte görülmemiş bir yıkımla karşı karşıya. İnsanoğlunun aşırı tüketime dayalı bugünkü yaşam şekli nedeniyle ortaya çıkan doğa yıkımı, geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Her on üç dakikada bir, yeryüzünde bir canlı türü daha yok oluyor. Günümüz insanı, varolmanın yegâne yolunu ihtiyacının fazlasını üretmek ve tüketmek olarak görüyor. Bu anlayış, doğa üzerinde egemenlik mantığını temel alan sonu gelmeyen bir kâr hırsıyla tüm yaşam kaynaklarımızı metaya dönüştürüyor. Sınırsız tüketime dayalı bu sistemin Türkiye’deki yansıması, çok daha korkunç bir tablo olarak karşımıza çıkmaktadır: Son elli yılda yok edilen sulakalanlarımızın büyüklüğü Marmara Denizi’nin büyüklüğünü geçti. Yani 60’lı yıllardan bu yana sulak alanlarımızın %40’ını kaybettik.

Dağlarımız, son on yılda verilen 40 binden fazla maden ruhsatıyla maden şirketlerine tahsis edildi. 2B yasası tasarısı ile ormanlarımızın satışı için düğmeye basıldı. Yakın zamana dek kendi kendine yetebilen nadir toplumlardan biriyken, yanlış tarım politikaları nedeniyle yediğimiz ekmeğin buğdayını bile ithal eder hale geldik. Yanlış tarım politikları sonucunda doğduğu topraklarda doyamaz hale getirilen köylü nüfusun kırsal alanlardan şehre göç etmesiyle insansızlaşan topraklarımız, GDO’lu tohumlara ve rant peşindeki büyük tarım şirketlerine terk edildi. Bugüne kadar kanunları eğip bükerek el konulmaya çalışılan kıyılarımız, yaylalarımız, ormanlarımız; hazırlanan yeni kanunlarla satışa çıkarılıyor. Toprağımıza ektiğimiz tohumdan çocuklarımıza yedirdiğimiz mamaya, enerji üreten santrallerde kullanılan makinelerden üzerimize giydiğimiz kıyafetlere kadar hemen her ürünü ithal ettiğimiz unutulup; enerjide dışa bağımlılığı giderme adı altında bütün akarsularımız ve vadilerimiz yağmalanıyor.

Anadolu derelerinin tamamına yakını üstüne hidroelektrik santral yapılması amacıyla şirketlere satıldı. Sayısı 2000’in üzerinde olan bu santraller hayata geçirildiği taktirde Anadolu’da akan tüm dereler, borular ya da tünellere hapsedilmiş olacak. Sayıları her geçen gün artan termik santrallere bir de nükleer santral projeleri eklendi. Artık çocuklarımızın geleceği de ipotek altında. Kendi imkânlarımızla ürettiğimiz son ürünlerle birlikte, bu ürünleri üretenlerin kültürü ve geleneksel yaşam biçimi de yok ediliyor.

Artık bir seçim yapmak zorundayız: Ya sınır tanımayan tüketim alışkanlıklarımızı sürdürerek, doğayla birlikte kendimizi de yok edeceğiz ya da onunla uyumlu bir yaşamı seçeceğiz.

Doğanın varoluşuna, binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış olan uygarlıklara, ait olduğumuz topluma ve gelecek nesillere karşı duyduğumuz vicdani sorumluluğun gereği olarak, biz ikincisini seçiyoruz. Doğası ve yaşam alanlarıyla birlikte, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan bizler şu gerçeklerin altını çiziyoruz:

Doğa kendi başına vardır ve insan onun sadece bir parçasıdır.

Varoluşumuzun yegane kaynağı olan doğanın ‘çevre’ adıyla yaşamımızın dışına çıkartılıp ötekileştirilmesi kabul edilemez.
Doğa canlı bir varlıktır. İnsanlar, şirketler veya devletler doğanın sahibi olamaz, doğanın kadim dengesini ve işleyişini bozacak herhangi bir tasarrufta bulunamaz.
Doğa üzerinde herhangi bir mülkiyet hakkı iddia edilemez. İnsan doğa içinde yaşayan her canlı gibi geçicidir. *Kendinden sonraki nesillerin ve diğer canlıların da içinde yaşayacağı doğaanayı; onun dağlarını, ormanlarını, kıyılarını, derelerini, göllerini sahiplenmesi veya özelleştirmesi, bir mal gibi alıp satması asla kabul edilemez.
Temiz ve sağlıklı doğa ve bunun birinci şartı olarak su, tüm canlıların doğuştan gelen en temel hakkıdır. Bu hakkı ihlal edebilecek hiçbir kanun ve uygulama kabul edilemez.
Tek başına hiçbir canlının ihtiyacı, doğanın tahrip edilmesinin nedeni olamaz. ‘Sürdürülebilir kalkınma’, ‘koruma kullanma dengesi’, ‘üstün kamu yararı‘ gibi kavramlar doğanın sömürülmesi için gerekçe gösterilemez.


Bu ilkeler doğrultusunda, aşağıda sıraladığımız adımların gerçekleşmesi için harekete geçiyoruz:

Doğayı bir meta olarak gören kalkınma modeli terk edilmeli, ‘doğaanamızın yaşama hakkı’ anayasal güvence altına alınmalıdır.
‘Her insan doğduğu yerde doyabilmeli’ ilkesinden yola çıkarak, kırsalda yaşayan insanların büyük kentlere göçünü engelleyecek ve geleneksel yaşam biçimlerimizi destekleyecek düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Kırsal yaşamımızı, kültürel mirasımızı ve biyolojik çeşitliliğimizi tehdit eden, kâr hırsıyla hazırlanmış hidroelektrik santral (HES) ve baraj projelerinin tamamı durdurulmalıdır. #Bugüne kadar yapılmış uygulamaların doğal alanlarımız üzerinde yarattığı yıkımı giderecek çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
Ormanlarımızın yok olmasının önünü açacak 2B yasal düzenlemeleri derhal geri çekilmeli, ormanların özelleştirilmesine dair hazırlıklar durdurulmalıdır.
Ne koruma alanlarını, ne tarım alanlarını ne de canlı yaşamını dikkate alan madencilik faaliyetleri durdurulmalı, bu faaliyetlerin ekosistem üzerindeki etkisi göz ardı edilerek verilmiş tüm maden ruhsatları iptal edilmelidir.
Toprakların verimsizleşmesine, temel geçim kaynağı tarım olan köylünün yoksullaşmasına ve su kaynaklarının aşırı kullanımına neden olan yanlış tarım politikaları terk edilmeli; tüm tarımsal faaliyetlerde doğanın dengesini gözetilmeli ve doğru yerde doğru ürün ilkesi benimsenmelidir.
Tüm canlı yaşamını tehdit eden hibrit tohumların, GDO’lu ürünlerin ve üretimde kullanılan her türlü kimyasal maddenin kullanımı durdurulmalıdır.
Bizden önce bu topraklarda yaşamış onlarca uygarlıktan günümüze miras kalan Hasankeyf gibi nice kültürel zenginliğimizi tehdit eden projeler ve uygulamalar derhal durdurulmalıdır. #Sadece bize değil tüm insanlığa ait bu değerler itinayla korunmalı, gelecek kuşaklara en iyi şekilde aktarılması için gerekli çalışmalar acilen başlatılmalıdır.
Sosyal ve ekolojik maliyeti gözardı edilerek planlanan ve şehirlere daha büyük göç dalgalarının gelmesine yol açacak otoyol, köprü ve konut projeleri durdurulmalı, karbon salınımını azaltacak demiryolu ulaşımı geliştirilmeli ve yaygınlaştırmalıdır.
Var olanlara her geçen gün bir yenisi eklenen, doğaya verdikleri zarar tartışılmaz termik santraller ve nükleer santral yatırımları derhal durdurulmalıdır.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın izniyle, doğayı yok eden şirketler tarafından finanse edilen özel firmalar tarafından hazırlanan ÇED raporları ve buna izin veren ÇED Yönetmeliği derhal iptal edilmelidir. Doğanın hassas dengesi, kamuoyu vicdanı, sivil toplum kuruluşları ve yerel halkın kanaatinin dikkate alınmadığı hiçbir projeye onay verilmemelidir.
Tüm koruma alanlarını ticari yatırımlara açan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı geri çekilmeli, Yenilenebilir Enerji Kanunu derhal iptal edilmelidir. Varolan koruma alanlarının statüleri güçlendirilmeli; biyolojik çeşitliliği korumak için önemli doğa alanlarına hızla koruma statüsü kazandırılmalıdır.
Özel şirketlerin ve kamu kurumlarının doğayı katletmesinin önünü açan ‘kirleten öder’ mantığı ve uygulaması terk edilmeli, doğaya zarar verenlerin ağır cezalara çarptırılmasını öngören yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Yaptığı yatırımlarla doğanın dengesine müdahale eden icracı bir kuruluş niteliğindeki Devlet Su İşleri (DSİ) ile doğayı korumakla yükümlü Çevre ve Orman Bakanlığı’nı aynı çatı altında birleştiren yapı derhal değiştirilmelidir. Çevre ve Orman Bakanlığı, şirketlerin çıkarlarını savunmak yerine; asli görevi olan, doğayı koruma görevini yerine getirmelidir.

Kendini doğa ananın sahibi değil bir parçası olarak gören bizler :

İçinde varolduğumuz doğayı ve onun hassas dengesini tehdit eden, yukarıda sıraladığımız ilkeleri ve talepleri karşılamayan, ulusal veya uluslararası yasa, sözleşme, antlaşma ve bunların uygulamalarının tümünü reddediyoruz. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan doğamızın kadim dengesini, sağlıklı ve mutlu bir yaşamın birinci şartı olarak görüyoruz. Varolan idari sistemin, taleplerimizi karşılayacağına dair inancımız kalmadığından; halk olarak bu gidişe dur diyor, parçası olduğumuz doğaanamızın haklarıyla birlikte kendi yaşam hakkımızı savunmak için ayağa kalkıyoruz;

Nisan 2011 itibariyle vadilerden, köylerden, kasabalardan, şehirlerden yola çıkıyor, Türkiye’nin dört bir yanından 40 gün 40 gece yol alacak kervanlar halinde Ankara’ya yürüyoruz. Ve taleplerimiz yerine getirilene kadar geri dönmüyoruz. Doğanın hassas dengesini korumanın, insan olarak vicdani sorumluluğumuz olduğunu düşününen herkesi bu hareketi desteklemeye çağırıyoruz.
ANADOLU'YU VERMEYECEĞİZ!
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

tldr!

özet, mayısın son haftası ankarada olacaklar. talepler şunlar

Ankara’da ne talep edilecek?
* Doğanın yaşama hakkının anayasal güvence altına alınması
* Kırsaldan büyük kentlere göçün engellenmesi
* HES ve baraj projelerinin durdurulması
* Ormanların yok edilmesine son verilmesi
* Madencilik faaliyetlerinin durdurulması
* Yanlış tarım politikalarının terk edilmesi; hibrit tohumların, GDO’lu ürünlerin ve üretimde kullanılan her türlü kimyasal maddenin kullanımının durdurulması
* Termik ve nükleer santral yatırımlarının durdurulması.
* ÇED Yönetmeliği’nin iptal edilmesi
* Tüm koruma alanlarını ticari yatırımlara açan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nın geri çekilmesi, Yenilenebilir Enerji Kanunu’nun iptal edilmesi
* Devlet Su İşleri (DSİ) ile Çevre ve Orman Bakanlığı’nı aynı çatı altında birleştiren yapının değiştirilmesi
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

dasa okuduklarım onların almanların fonladığı tipler olduğu yönünde

bergama

Bergama Madenleri Alman Vakıfları – Bergama Madenleri Bergama Madenleri - Alman Vakıfları - Dr. Hablemitoğlu Kısa bir analiz Alman Derin Devleti'nin Türkiye Faaliyetleri 'Dünyanın en zengin altın rezervleri Türkiye'de. Ama çıkartılması mümkün olmuyor. Çünkü Almanlar lobicilik yapıyor...' Bu sözler Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cumhur Asparuk'a ait. Sözlerin deşifresi ise 'Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası' isimli kitapta karşımıza çıkıyor. İşte olay kitaptan, Türkiye'nin gündemine bomba gibi düşecek saptamalar... Tarih 1 Ekim 2001... Yer Cumhurbaşkanlığı Köşkü. Herkes, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in yeni yasama dönemi nedeniyle verdiği resepsiyonda. Ancak biri var ki; öylediği sözlerle Türkiye'nin yakın geleceğinin gündemini tayin ediyor. Hava Kuvvetleri Komutanı rgeneral Cumhur Asparuk... Gazeteciler Asparuk'a ABD'nin Afganistan'a saldırısını, yani savaşı oruyor... O, şu sözlerle çok daha başka bir savaştan söz ediyor: 'Bırakın Afganistan'ı, Türkiye'ye bakın... Dünyanın en zengin altın rezervlerinin Türkiye'de olduğundan haberiniz var mı? Ama bu altının çıkartılması mümkün olmuyor. Çünkü Türkiye'ye altın ihraç eden Almanlar lobilicilik apıyorlar... Komutanın sözlerinin deşifresi, Cumhuriyet Tarihçisi Doktor Necip Hablemitoğlu'nun yazdığı kitapta karşımıza çıkıyor. Hablemitoğlu'nun, 'Alman Vakıfları e Bergama Dosyası' isimli kitabı, Almanlar'ın Türkiye üzerindeki kirli emellerini net olarak ortaya koyuyor. Hablemitoğlu'na göre Almanya, Türkiye'de yerleşmiş vakıfları aracılığıyla ülkenin adeta reflekslerini köreltiyor. Dünyanın en zengin altın yataklarına sahip ülke Türkiye'de ortaokul terk köylülerin birer çevre havarisi kesilmesini ve yeraltındaki altının yeryüzüne çıkmasını engellemesini sağlayan güç de işte bu güç... İşte olay kitaptan, Türkiye'nin gündemine bomba gibi düşecek saptamalar... Avrupa Parlamentosu'nda 1998 yılında kabul edilen 'Türkiye Hakkında Avrupa Stratejisi' başlıklı kararda (A4-0432/98), Türkiye'ye yönelik şu istemler yer alıyordu: 'Özellikle Kürtler'in maruz kaldığı zulüm, hapis ve işkenceye son verilmesi; Leyla Zana'nın serbest bırakılması; Kürt halkının temsilcilerini de içeren toplum güçleri arasında diyalog kurulması; Türkiye'deki her kesime ana dilleriyle eğitim hakkı ile Kürt dilinde yayın ve kendini anlatma özgürlüğü verilmesi; TBMM'de Kürtler'in temsil edilmesi; Siyasal Partiler Yasası'nın değiştirilmesi, seçimlerdeki yüzde 10 barajının kaldırılması ve anti-terör yasasının iptali; Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden olağanüstü halin kaldırılması ve köy korucuları sisteminin tasfiyesi; PKK'nın tek taraflı ateşkesinin kabul edilmesi ve Kürt hedeflerine saldırının hemen durdurulması; mahkeme kararlarının, özellikle üç termik santral ve BERGAMA'DAKİ EUROGOLD ŞİRKETİ'NE İLİŞKİN DANIŞTAY KARARLARININ UYGULANMASI; Kuzey Kıbrıs'ta devam eden işgal durumunun ve AB'ne aday bir diğer ülkenin (Kıbrıs Rum Kesimi) erişim sürecini engelleyici tutumu nedeniyle Kıbrıs'ta siyasi çözüme gidilmesi; komşular, özellikle Yunanistan ile ilişkilerini düzeltmesi vs. vs.' Kitabın önsözü böyle başlıyor ve devam ediyor: AB ülkelerinin Türkiye'ye yönelik niyetlerini ortaya koyan bu karar belgesinin yaşama geçirilmesi ile Türkiye'de ulus-devletin ortadan kalkması; Yugoslavya örneği bir sürece girilmesi kaçınılmaz bir sonuç. İşte bu sonuç öngörüldüğü içindir ki, yukarıdaki istemler ülkemize 'dayatılıyor'. Bir avuç Alman! 'Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır?' Hablemitoğlu önsözden sonra böyle başlıyor ve devam ediyor: Kastedilen, Almanya'daki 2.5 milyon Türk vatandaşına karşılık Türkiye'de yaşayan - çoğu emekli - yaklaşık 100.000 Alman değildir: Türkiye'de her türlü stratejik öneme sahip birimlerde 'etki ajanı' ve 'Alman sempatizanı' yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasal partilere uzanan çizgide, Türkiye'ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus-devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan - deyim uygunsa - bir avuç Alman istihbaratçısıdır. Alman derin devleti Türkiye'deki Alman 'Derin Devleti'nin temsilcileri, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan 'Bundesnachrichtendienst' (BND) mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyasetbilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedirler. Bu araştırmanın konusunu, sadece Alman vakıfçıları oluşturmaktadır. Alman istihbaratçılarının Türkiye'de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev yapmalarına, vakıflar mevzuatı olanak tanımamaktadır. Buna rağmen, Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçıları, Türkiye'yi tanımakla işe başlayıp, kısa sürede hemen her alanda Türkiye'yi yönlendirecek aşamalara gelmişlerdir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle, emperyalizmin hedefi konumundaki ulus-devle tlerde ve bu doğrultuda Türkiye'de mevcut işbirlikçi NGO'lara yüklenen misyonların açıklanması gerekmektedir. Türkiye ne yapmaktadır? Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı Türk Devleti ne yapmaktadır? Ulusuna ve tarihine layık olmayan ya da 'etki ajanı' konumundaki kimi politikacıların, kimi istihbaratçıların, kimi medya mensuplarının, kimi akademisyenlerin, kimi tarikat şeyhlerinin, kimi işadamlarının varlığı, Türk Devleti'nin söz konusu küreselleşmeci NGO'lar karşısında sadece seyirci konumuna gelmesine neden olmuştur ve olmaktadır. Tipik bir örnek olmak üzere, Başbakanlığa bağlı olarak kurulan İnsan Hakları Üst Kurulu'nun küreselleşmeci benzerlerinden farklı hiçbir fonksiyonu bulunmamaktadır. Ekonomik önlemler için hükümet, milyonlarca üyesi olan ulusal nitelikli sivil toplum kuruluşları yerine, sıradan bir dernek statüsündeki TÜSİAD'dan öncelikle görüş alırken, eleştirilerinin gereğini de anında yerine getirmektedir. Kısaca, Türk Devleti, kendini savunma mekanizmasını çalıştıramadığından, kendi NGO'larını da kuramamaktadır. Mesut Yılmaz kazanılmıştır Konrad Adenauer Vakfı, etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi şu dikkat çekici cümlelerle ifade etmektedir: 'Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara'daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen 'Almanya'nın Birleşmesinin 10. Yılı' konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz KAZANILABİLMİŞTİR'. TDV yani Türk Demokrasi Vakfı'nın başkanının ANAP Milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu'nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye'de etnik hobileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu'nun da bulunduğu göz önüne alınacak olursa, KAV'ın Almanya'dan gelen resmi direktiflere nasıl bağlı kalmakta duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır. Ama daha da düşündürücü olan gerçeği, KAV'ın Türkiye'deki en önemli 'işbirlik partneri' olan Türk Demokrasi Vakfı'nın Başkanı Bülent Akarcalı'nın aşağıdaki sözlerinde bulmak mümkündür: 'Son iki yıldır Vakıf Türkiye Temsilcisi olan Wulf Schönbohm uzun yıllardır ülkemize gelenler içinde tanıdığım en dengeli ve sorunlarımıza çok müspet bakabilen, ciddi siyasi geçmişi ve inandırıcı lığı olan kişidir... Tembelliğin mazereti yabancıya kızmak olmamalıdır...' Bergama dosyası Almanlar'ın Bergama'ya olan ilgisi, 1865 yılına kadar uzanmaktadır. Bu yıldan başlayarak 1871 yılına kadar devam eden izinsiz kazılar sırasında çıkarılan tarihsel buluntular, yine izinsiz olarak Osmanlı sınırlarından çıkarılarak, Berlin'de sergilenmiştir. Arkeolojik hırsızlıkta sınır tanımayan Almanya, bu defa Bergama'daki kültür hazinelerinin 'ruhu'nu oluşturan Zeus Sunağı'na göz dikmiştir. 1877'de başlayan kazılarda elde edilen tüm buluntular, - Zeus Sunağı dahil - numaralanarak takip eden yirmi yıllık süreçte Berlin'e kaçınılmıştır. Almanya, Bergama'yı o kadar yağmalamıştır ki, sadece Zeus Sunağı'nı sergileyebilmek için ayrı bir müze yapmak gereği doğmuştur. İşte, Pergamon Müzesi'nin 1910'da başlayan inşası, ancak 1930'da tamamlanabilmiştir. Bu müzeyi her yıl ziyaret edenlerin sayısı, Bergama'yı ziyaret eden turistlerden onlarca kat daha fazladır. Pergamon Müzesi'nden elde edilen yıllık gelirin net miktarı bilinmemekle birlikte, 250-300 milyon DM civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1930'dan günümüze bu g eliri hesapladığınızda - beş yıllık savaş dönemini çıkararak - (250 milyon DM x 65 yıl) toplam miktarın Bergamalılar'dan, dolayısıyla Türkiye'den çalınan miktar anlamına geldiğini saptarsınız. 'Bergama Dosyası', Almanya'nın Türkiye'de - tüm kaynak ve deneyimleri ile - neler yapmaya muktedir olduğunu gösteren bilgi ve belgeleri içeren bir çalışmadır. Almanya'nın Bergama'da asıl ilgilendiği konu, artık alışılageldiği üzere etnik, dinsel-mezhepsel ya da arkeolojik değil, biraz farklı olarak bu defa 'altın' konusudur. Bergama'da altın üretimi yapılmakta mıdır? Yanıtı çok net, hayır!.. O halde sorulması gereken soru şudur: Almanya, neden tüm kaynakları ve olanca gücü ile Bergama ile özel surette ilgilenmeye devam etmektedir? İşte bu sorunun tek başına yanıtı bile, Türkiye'ye yönelik Alman emperyalizminin farklı boyutlarını teşhire yeterlidir. Ancak, esas yanıtı, Haziran 1997'nin ilk haftasında Bergama'yı 'denetleyen' Alman Yeşiller Partisi'nin Hassen Örgütü sözcülerinden Federal Anayasayı Koruma Teşkilatı bağlantılı Milletvekili Reimer Hamman şu cümlelerle vermiştir: 'Bugün Almanya'da 90.000 ton altın stoku bulunuyor. Bunun yanında 17 yıldır da altın fiyatları düşüyor. Her ülkenin haddinden fazla altın stoku var. Dünya piyasasında altın tükense, Almanya'nın altını yeter. Degussa firması aynı zamanda altın ticareti yapan firmadır. Siyanür pazarı da bunların elinde üretiliyor. Yani reel anlamda altın fiyatı düştükçe, madenlerin işletmesine de gerek yok...' Türkiye'de altın Bugün, Türkiye'de işletilen bir tek altın madenimiz maalesef bulunmamaktadır. Oysa, tüm dünya gibi bizler de biliyoruz ki, altın üzerinde oturuyoruz; ancak üretimini siyasal irade ve kararlılıktan, ulusal duygu ve bilinçten yoksun yöneticiler yüzünden beceremiyoruz, ayrıca da engelleniyoruz. Almanya'nın sadece Türkiye'ye altın satışından elde ettiği para miktarı 2 milyar dolara yaklaşmaktadır. Bu, Almanya için bile küçümsenemeyecek, vazgeçilemeyecek bir rakamdır. 'Bergama Dosyası'nın özü, bu parasal gerçeklere dayanmaktadır. Neden Bergama seçildi? Ancak, hiç sorulmayan soru şu: Almanya, neden Uşak'ı, Artvin'i ya da Gümüşhane'yi değil de, üretimi engelleme provokasyonları için Bergama'yı seçmiştir? Bu sorunun üç yanıtı bulunmaktadır: Birincisi, yerli-yabancı şirketlerden elini en çabuk tutanı, Bergama-Ovacık'daki altın yatağını keşfeden Eurogold olmuştur. 1991'de ÇED raporu hazırlanmış, 1994'de de Çevre Bakanlığı'nın 'olumlu görüşü' alınmıştır. 1996'da gerekli izinler alınmış; 1997'de ise inşaat tamamlandıktan bir yıl sonra test çalışmasına geçilmiştir. Şirketin bu aşamalarda yaptığı 110 milyon dolarlık yatırım, Almanlar açısından 'kararlı tehdit' olarak algılanmıştır. İkincisi, öylesine salt çevrecilik söylemleriyle kitleler provoke edilecektir ki, Bergamalılar açısından 'siyanür zehiri' korkusu, 'Zeus Sunağı' iade beklentisinin önüne çıkacak ve söz konusu beklentinin gündemden düşürülmesiyle, Almanya rahatlayacaktır. Üçüncüsü ve en önemlisi, Tübingen Üniversitesi bağlantılı BND danışmanlarının raporları doğrultusunda, planlanan halk direnişine öncülük etmeye uygun, üstelik Ovacık maden sahasına mücavir üç Alevi Türkmen köyünün mevcudiyetidir. Federal Almanya İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Ocak 1990'da yayınlanan' Türkiye'de Altın Konsepti'nde şu talimatlar dikkat çekmektedir: a) Eurogold Şirketi'nce Bergama-Ovacık'da bulunduğu açıklanan altın yatağı, Almanya açısından gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir gelişme olarak algılanmalıdır. Yakında, altın arama faaliyeti sürdüren diğer yabancı şirketlerin yeni yeni alım yataklarını açıklamaları beklenmektedir. Böylece Türkiye, Bergama'dan Truva'ya kadar uzanan Ege hattındaki onlarca altın yatağı ile tüm ülkedeki yüzlerce altın yatağının peş peşe bulunmasına ilişkin açıklamalarla olumlu yönde sarsılacaktır. b) Türkiye'de altın aramayı ve üretmeyi baştan durdurmak için radikal çevreciliğin tüm söylem ve eylemleri yaşama geçirilecektir. Bu iş için FIAN görevlendirilmiştir... Heinrich Böll ve Gustav Stresemann vakıflarınca da her türlü lojistik destek faaliyeti yürütülecektir. c) Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye'deki nasyonalistlerin, fundamentalistlerin ve de merkez sağda yer alanların çevreciliğe karşı ilgi ve duyarlılıkları bulunmamaktadır. Kitlesel eylemlerin gerçekleştirilmesi için Bergama'da öncelikle üç Tahtacı-Alevi-Çepni köyü, merkez üssü olarak kullanılacaktır. FIAN örgütü ve etkinlikleri FIAN (Food First Information and Action Network) yani 'Önce Gıda Danışma ve Eylem Ağı', 1986 yılında kurulmuş bir örgüttür. Merkezi Heidelberg kentinde bulunan FIAN'ın Başkanı Petra Sauerland, Genel Sekreteri de Doktor Rolf Künnemann'dır. Birleşmiş Milletler Örgütü'ne akredite olan FIAN'ın, 45 ülkede bağlantıları mevcuttur. FIAN, yerine göre kendini 'insan hakları örgütü', yerine göre 'azınlık hakları örgütü', yerine göre 'çevreci örgüt', yerine göre 'misyoner örgütü', yerine göre de 'gıda örgütü' olarak tanımlamaktadır. Yunan oyununa dikkat Bergama ve Havran'daki siyanürlü altın üretimi konusunu Avrupa Parlamentosu gündemine ilk taşıyan kişi, Yunanlı Milletvekili Aleksandr Alavanos olmuştur. Ancak üye ülkelerdeki siyanürlü altın üretiminin dikkate alınması, dolayısıyla bir çelişkiye ve çifte standarda neden olunmaması gerekçesi ile karar tasarısı dondurulmuştur. Tasarının bir an önce AP kararına dönüştürülmesi için Yunanlı Milletvekili'ne destek veren, lobi faaliyeti yürüten sadece FIAN olmamıştır. Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın ve Bergama köylülerinin avukatları adına Senih Özay da en az FIAN kadar etkili olunca, karar tasarısı, Parlamento'nun 'acil konular gündeminde' ele alınarak kabul edilmiştir. Bu karar, yaptırım gücü olmayan Avrupa Parlamentosu'nun ilkesizliğinin, etki altında rahatça haksız kararlar verebildiğinin tipik bir kanıtı olmuştur. 17 Kasım 1994 tarih ve 11 (e) B4-0410-94 sayılı kararın son bölümü şöyledir: 5) Avrupa Parlamentosu bu kararı Konsey'e, Komisyon'a, üye ülkelerin hükümetleri ve parlamentolarına ve Türk Hükümeti'ne iletmek üzere Parlamento Başkanı'na talimat verir.' Sefa Taşkın: çok sevinçliyiz Avrupa Parlamentosu, Almanya'nın siyanür üretimi ve dışsatımı konusunda bir karar almaya ya da en azından kınamaya cesaret edememiş; siyanürleme yöntemiyle altın üreten Fransa, İspanya ve İtalya ve o tarihlerde, Türkiye gibi, altın üretimine hazırlanan Yunanistan'daki altın madenciliğini d ikkate bile almamış; sadece ve sadece, Avrupa'da hiç altın üretmeyen nadir ülkelerden biri olan Türkiye'ye yüklenmiştir. İşte Avrupa'nın 'tarafsızlığı' ve Parlamentosu'nun 'hak ve adalet ve de eşitlik' anlayışı!.. Ama daha acısı, Bergama Belediye Başkanı Sefa Taşkın'ın karar sonrası söyledikleri: 'Çok sevinçliyiz. Bu büyük bir haber. Çevreye duyarlılığın zaferi. Karar Bergama'da bayram havası yaratmıştır'. Almanya'nın Türkiye'yi 'köşeye sıkıştırarak' altın üretimini kökten yasaklamaya mecbur etme stratejisi çerçevesinde, bir sonraki adım Alman Seyahat Acentaları Birliği Başkanı Gerd Hesselmann, dönemin Turizm Bakanı Bahattin Yücel'e bir mektup göndererek, 'Bergama'da siyanürlü altın madeni işletilmesi durumunda Türkiye'de turizm sektörünün büyük darbe alacağını' bildirmiştir. Ve sonuç... 'Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası', aynı hataları tekrar tekrar yaşamak istemeyen Türk Devleti için, yapılan hataları, ihmalleri, uluslararası baskı ve tacizleri, işbirlikçilerin çalışma yöntemlerini, nereye kadar gidebileceklerini, hangi zararlara yol açabileceklerini ortaya koyan bir araştırma olmuştur. Almanya'daki 2.5 milyon Türk vatandaşını, kendi devletine, diline, kültürüne ve ulusuna düşman eden; etnik ve mezhepsel yönden paramparça etmeye çalışan Almanya'ya karşı hiçbir tepki gösteremedik, önlem alamadık, savunma stratejisi geliştiremedik... Şimdi Türkiye'deler. Bergama'da, Truva'da, Zeugma'da, Alanya'da kısaca her yerdeler, Türkiye'yi karıştırıyorlar. Almanya'nın desteğinde, PKK'cı olarak, TİKKO'cu olarak askerimize ve ulusal güvenliğimize-bütünlüğümüze tetik çekenlerle, Bergama'da Alman çıkarlarının tetikçiliğini yapanlar arasında ne fark var?... Necip Hablemitoğlu ve kitabı uzerine... Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası isimli kitabın yazarı Cumhuriyet Tarihçisi Dr. Necip Hablemitoğlu, Avrupa Parlamentosu'nun A4-0432/98 sayılı kararından sonra AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülke ortaya çıktı: Almanya... Sonra Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha pekçok altın yatağına sahip yerleşim merkezinde Alman vakıfları ve örgütleriyle karşılaştı... 'Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır?' İşte Cumhuriyet Tarihçisi Doktor Necip Hablemitoğlu, alanında ilk olan bu araştırmasında sözlerine böyle başlıyor ve Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini belgeleriyle gözler önüne seriyor... Ve işte o belgelere göre... Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde 'etki ajanı' ve 'Alman sempatizanı' yetiştiren, şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyetin tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu ülkeyi alttan oyan bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri olgusunu çok iyi kullanmakta... Konunun orjinal içeriğini okumak için tıklayın: http://www.webilgi.com/diger-odevler/5577-bergama-madenleri.html#ixzz1IqjhmWtp Webilgi.com Bilgi Paylaşım Platformu

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...