Nuzu Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Attila İlhan'dan Şimdi bu kadar yakınlıktan sonra, Türkiye nasıl birden bire batıdan yana döndü ve Asya’yı kendine düşman gibi görmeye başladı ve Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisini kaybetti. Bakın birazcık askerlikten anlayan şunu hemen anlar. Kuzeyini Sovyetler Birliği ile dostluk sayesinde garantiye almıştır. İran ile kurduğu dostluk sayesinde gerisini garantiye almıştır. Balkanlardaki eski Osmanlı toprakları üzerine kurulmuş olan devletleri bir araya getirerek Balkan Paktını kurarak Hitler’e karşı garantiye almıştır. Güneyde, Sadabad Paktını kurarak ki orada Irak, İran ve Afganistan vardır. İngiltere’ye karşı kendini garantiye almıştır. Açık bıraktığı tek cihet batıdır. Neden? Çünkü belanın oradan geleceğini biliyor da ondan. Gerçekten bela gelmekte hiç gecikmemiştir. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra ortaya çıkan parti kavgalarının ardında hep batı vardır. Herkes, Şeyh Sait İsyanını orada cahil bir Kürt Müslümanlık adına isyan etti zanneder. Hayır öyle bir şey yok. İki kelimeyle onu da anlatayım isterseniz. Biliyorsunuz, Mustafa Kemal Paşa Süleymaniye, Kerkük ve Musul’un Misak-ı Milli sınırları içersinde olduğunda ısrarlıydı. Yani, vermiyorduk. Lozan’da bu tartışıldı. Kabul ettiremedik. Kabul edilmeyince, bir konferans yapar orada anlaşırız dediler. İstanbul’da Haliç’de bir konferans yapıldı. Orada da anlaşılamadı. Her iki tarafta burası bizim diyor. İngilizler bizim diyorlar, biz burası bizim diyoruz. Bunun üzerine, Birleşmiş Milletlerinin o zamanki varyasyonu olan Milletler Cemiyetine gidildi. İngilizler, orada kulisleri sayesinde kendi lehlerine bir karar çıkardılar. Ve Türkiye’ye denildi ki Süleymaniye, Musul ve Kerkük’ü terk edeceksiniz. Türkiye ne yaptı biliyor musunuz? Türkiye bunu reddetti. Türkiye bunu reddedince ne oldu biliyor musunuz? İngiltere devleti vehimhanesi Ankara’ya bir ültimatom verdi. Eğer orayı bize vermezsen ‘savaş’ çıkar. Türkiye’nin cevabı ne oldu biliyor musunuz? Savaşırız! Oldu. Biz böyle bir devletin çocuklarıyız. Bir de şu halimize bakın. İngiltere devlet vehimhanesine Süleymaniye, Musul ve Kerkük için savaşırız diyoruz. Savaştan çıkalı henüz beş sene olmuş. Halbuki, sonradan savaşsız, bir miktar ‘para alarak’ her üçünü de onlara devrettik. Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye’nin başında bir ‘batı belası’ vardır ve bu bela hiç eksik olmamıştır. Bu nedenle, Mustafa Kemal ölünceye kadar batıyla hiçbir anlaşma yapmamıştır. Kral 8. Edward, Dolmabahçe Sarayına Mustafa Kemal Paşa’nın ayağına kadar geldi. Mustafa Kemal Paşa, Dolmabahçe Sarayında, Kralın Edward’ın isteklerinin hepsini reddetti. İngilizlerle hiçbir anlaşma da yapmadı. Peki İngilizlerle ne zaman anlaşma yaptık? Mustafa Kemal Paşanın ölümünden 144 gün sonra, çok da değil. Ve hiç açık bir mecburiyet yokken İsmet Paşa gitti İngilizlerle bir anlaşma imzaladı. Bugün içine düştüğümüz çıkmazın başlangıcı o anlaşmadır. O anlaşma bizi, İkinci Cihan Harbinde sefil etti. Hatta biraz da rezil etti. Herkesle dost olduk hiç birinin yanında harbe girmedik. Bundan da biz ‘sanki büyük bir başarı kazanmış’ gibi çıktık. Tek başına ve yalnız kalmıştık. O günden bu güne Türkiye artık kendisini ‘ciddi ve önemli bir devlet sayamıyor’. Bu utanç verici bir şeydir. Sizin 70 kusur milyon nüfusunuz olacak ve dünya ekonomisinin ilk 20’si içinde ilk 16. sırada bulunacaksınız, dünya savunma örgütleri içersinde ilk 10’da 6. sırada olacaksınız ve küçük bir devlet gibi acaba beni ‘Avrupa Birliğine alırlar mı?’ acaba ‘Amerika bana bunu verir mi?’ diye ‘Medine fukarası gibi yalvaracaksınız’. Gazi kim bilir mezarında nasıl dönüyor? Bu olacak bir iş değildir. Yapılacak bir iş değildir. Hele bizim yapmamıza kimsenin tahammülü olmaması gereken bir şeydir. Batı bizden korkuyor. Bu o kadar açık ortada. Fakat bir türlü devleti yöneten adamlarımıza bunu anlatamıyoruz ama hiç olmazsa aydınlarımız bunu anlamalı. Bizim amacımız, ‘batılılaşmak’ değildir. Bizim amacımız ‘çağdaşlaşmaktır’. İkisi birbirinden farklı şeylerdir. Batılılaşmak demek, batıda herhangi bir devletin gelişmek için ne yaptıysa, hepsini alıp Türkiye’de yapmak demektir. Bu yaptığınıza, ‘sömürgeleşmek’ denir. Çünkü batılı devletler sömürgelerinde bunu yaparlar. Yani, mesela Cezayirli yazarlar Fransızca yazarlar ve eserlerini Fransa’da yayınlarlar. Şimdi bizim delikanlıların İngilizce yazıp Amerika’da yayınlamak istemeleri gibi. Bu bir hacalettir. Utanç verici bir şeydir. Sen kendi dilinde yazıp oraya kendini kabul ettirebiliyor musun? Sen o zaman önemli bir devletsin. Ve sen bunu yapacak güçtesin. Şimdi buraya nereden ve niçin geliyorum? Çünkü biz buraya gelebilmek için başlangıçta anlattığım o dramatik sahneleri yaşamış olan Ege’yi özellikle İzmir’i kurtarmayı hedef edinmiştik. Büyük Taaruzun hesabı kitabı bunun üzerine yapılmıştı. 26 Ağustos’ta Büyük Taaruz başladığı zaman, kıtalar hedeflerini biliyorlardı. Hedef Akdeniz’di. O da İzmir demekti. O savaşı çeşitli yabancılardan okumak lazım. Ve gene şaşıracaksınız. En iyi Ruslar anlatıyorlar. Çünkü cepheye en yakın sokulabilen Ruslar olmuşlar o zaman. Ve birisinin anlattığı bir sahne vardır ki benim hiç gözümün önünden hiç gitmez. ‘Askerler sıraya girdiler. Bir yerde onlara avuçla arpa veriliyor. Buna bir anlam veremedim.’ diyor bir Rus gazeteci. ‘Gittim ve bunu bu işi yapanlara sordum. Niçin bu arpayı veriyorsunuz? Bu onların ‘tayını’ demişler. Bu arpayı haşlayıp yiyeceklerdir.’ İşte, biz bununla İzmir’e geldik. Bununla, Yunanlıları denize döktük. ‘Sizler o Türkler misiniz, değil misiniz?’ Bunu bir düşünün. Onlar böyle adamlardı. Sözü sonuna bağlamadan önce gene o günlere dönelim. Fahrettin Paşa’nın Süvari Kolordusu Büyük Taaruzda çok faal rol oynamıştır. 8 Eylül günü yani bugün Manisa’ya girer. Manisa kurtulmuştur. Uzun süreden beri savaşmaktadırlar ve henüz süvarilerin midesine sıcak yemek girmemiştir. Manisa’nın kazanılması üzerine, bir yemek yenilmesi emredilir. Seyyar mutfaklar kurulur. Yemek hazırlanmaya başlanır. Fakat bir müddet sonra, bu taraftan (İzmir’den) bir telgraf gelir. Yunanlılar çekiliyor, yerli Rumlar şehri yakacak, acele yetişilmesi lazımdır. Menemen’den bir telgraf geliyor. Rumlar bizi yakacak derhal yetişmeniz lazımdır. Derhal kazanlar dökülüyor ve süvariler atlara atlayıp bu gece İzmir istikametinde ve Menemen istikametinde harekete geçiyorlar. Ve aşağı yukarı sabah yaklaşırken bu civara gelmişlerdir. 9 Eylül sabahı, Kumandanı Yüzbaşı Şerafettin Bey olan öndeki birliklerden bir tanesi İzmir’e ilk giren birlik olmak hırsı ve hevesiyle şimdiki ismiyle Hilal ve Alsancak dediğimiz bölgeden bir taaruz geliştiriyor. Neticede, dört nala ilerlerken hiç beklemedikleri bir şekilde, bir yıkıntının arkasında pusu kurmuş olan yerli Rumlar ani bir ateş açıyorlar. Ve bu ateş onları durduruyor hatta içlerinden üçü orada şehit oluyor. Fakat Yüzbaşı Şerafettin Bey’in atlıları öyle kolay yılacak atlılar değillerdir. Savaşarak, Alsancak istikametinden İzmir’e girerler. 9 Eylül sabahı, saat 10.30’da, Konak’ta Hükümet Konağının balkonunda asılı olan Yunan bayrağını Yüzbaşı Şerafettin Bey bizzat indirir. Türk Bayrağını çeker. Ve İzmir Türk olur. Çok geçmeden Sarıkışla ve Kadifekale’ye de bayrak çekilir. Böylece hedefe varılır. Varılır da beni düşündüren şudur. Neden bu kadar sene geçtiği halde, hiç birimiz bu üç şehidin kim olduğunu hiç araştırmadık. Onlar her şeyleriyle, İstiklal Savaşının ‘gerçek temsilcileridir’. Sonuna kadar getiriyorlar ve şehre girerken şehit düşüyorlar. Şu kadere bakın. Ben bunu ilk defa, burada (İzmir’de) gazetecilik yaparken Karşıyaka’ya geçtiğim yolda bir abide görünce fark ettim. Sıradan küçük bir taş dikilmişti. Nedir diye merak ettim. Çünkü öyle şatafatlı bir şey değildi. Bir gün arabadan indim ve baktım. Üzerine yaldızla eski harflerle kısacak bir not düşülmüş. Ben Cumhuriyet çocuğu olduğum için eski yazıyı bilmiyorum. Onu aynen kopya ettim. Sonra götürdüm, o zaman sağ olan anneme gösterdim. Annem ona baktı ve iki kelime okudu. ‘Şeref’ ve ‘Namus’. Bu iki kelime, bütün bir İstiklal Savaşının özetidir. Biz tarihte 20’ye yakın devlet kurmuş bir kavimiz. Biz öyle kolay kolay Yunanlıya, İngilize, Fransıza esir olacak bir millet değiliz. Bunu her zaman isteyenler çıkacaktır. Ama görev verilmiştir. Görevi biliyorsunuz. Birinci vazifemiz, Türk İstiklalini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdaafa etmektir. Bu, bizim en büyük hazinemizdir. Ama bu hazineyi, istikbalde dahi elimizden bizim almak isteyecek olan harici ve dahili bedhahlarımız olacaktır. O bedhahlara karşı aynı mantıkla direnebilmeliyiz. O bedhahlar, Mustafa Kemal Paşa’nın nutkun sonunda belirttiği ‘bedhahlar’ ortada. İş o kadar vahim. Onun için ben diyorum ki ‘Parola Vatan, İşareti Namus’ O halde dikkat. Görev başına. Marş marş, marş! Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
DeaN Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Atilla İlhan'ı severim ve saygı duyarım ancak bu yazıyı daha önce okumamıştım ve gerçekliğinde biraz şüpheliyim. Şayet gerçekler biraz farklı. TC saf bir politik hayatı hiçbir zaman yaşayamamıştır aslında. Atatürk döneminde bile. Şayet alevi isyanları, kürt isyanları osmanlı dönemlerinde bile mevcuttu. Ve hatta alevilerin kökenlerinin aluvi denen bir ırka dayandığı bile söylenen şeylerden, ancak bunun gerçekliği varmıdır bilemem. Gel gelelim TC'de partiler arası sorunlara. Bunlar evet dış politikanın etkisinde gelişen durumlardı ancak "sinsi batıların işi" denmesi yanlış olur. Şayet İzmir İktisat kongresi ve Mustafa Suphi'lerin öldürülmesi üzerine Türkiye'nin dış politikası farklı bir şekilde şekillenmişti. Sovyetler ile aramızda az çok uçurum oluşmuş ve İzmir İktisat Kongresi ile serbest piyasa ekonomisine ve batı bloğuna yaklaşmıştık. İşte sağ partilerin özellikle DP'nin amerikan sevdası buraya dayandırılabilir. Daha sonra malum sağ-sol kavgaları. Şimdi genelde hep derler "sağcımızı solcumuzu hepimizi kullandılar" diye. Değil aslında, kullanılmadı o insanlar. İki kutuplu dünyada var olan çatışmaların ülkemizde ki tarafı oldular. Bu dönemde batı apaçık komünistlere karşı milliyetçileri desteklemiştir. Gladioları milliyetçi insanlardan oluşturmuşlardır. Dolayısıyla bu ülkede Atatürk'ün düşlediği bir halk profili hiç bir zaman olamamıştır. Yani kıssadan hisse parola vatan ama "vatan" derken neyi anlıyoruz bu çeşitlilik gösterir. Yalçın Küçük'ün "Tezler" ini okumanı şiddetle öneririm. Gerçekler gözüktüğü gibi değil, taraflar gözüktüğü gibi değil. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Law Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Yalnız II. Dünya savaşındaki tarafsızlığa neden takılıyor onu anlamadım. Savaşa girsek yeni bir maceraya atılsak daha mı iyi olurdu. Ülke tehdit altında değil sırf birilerine şirin görünmek adına güçlü olanı seçip akabinde ordan nemalansak daha mı iyi olur ? Bedeli ne olacakdı yine garibanlar savaşda ölecekdi. Hatta bir geç kız (herhalde menderes dönemi ve birazda onun gazlarıyla) ismet inönü'ye bizi aç bırakdın demiş, oda dönüp ama babasız bırakmadım demiş. Sonuçda adam savaşın ne olduğunu biliyor, kuru gürültüye karnı tok. Ayrıca Atatürk'de olsa kesinlikle tarafsızlık politikası izlerdi, ülke doğrudan bir tehdit ile karşılaşıncaya kadar. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
yav Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Attila İlhan'dan olduğuna emin miyiz? Okudum koca yazıyı da... öyle batıya karşı dik durmayı öğütleyen milliyetçilik gazı veren binlerce yazıdan bir tanesi gibi geldi. Daha derin bir şey yok sanki. Enteresan bişeyler olur diye beklemiştim... Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
fede Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Kasım 5, 2010 yaşar kemal olmasın bu Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Efrasiyab Mesaj tarihi: Aralık 11, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Aralık 11, 2010 Açıkcası İsmet İnönüyü hiç sevmem, Nuri Demirağ'a yaptıkları olsun, Uçak fabrikalarının kapatılması olsun, ülkenin gelişmesini engelleyen hareketlerdi bence. Ancak en başında İsmet İnönü bir askerdi, 1 tane dünya savaşı, 1 tane kurtuluş savaşı yaşayan ve yöneten biriydi, savaşı en iyi bilenlerden biriydi. O yüzden Savaşa girmedi, ki en mantıklısıda oydu zaten. Ha tabi Atatürk olsa oda savaşa girmezdi, ancak savaş boyunca hem sovyetlerden hem ingilizlerden hemde almanlardan pek çok avantaj ve fırsat koparırdı, İnönü gibi pasif bir tarafsızlık değil, daha çok Aktif bir tarafsızlık izlerdi. Savaş sonunda İnönü'nün en büyük hatası, pasif bir tarafsızlık olduğu için, deyim yerindeyse Türkiye Ne isaya ne musaya yaranabilmiş, hatta sovyet yörüngesine girmekten En büyük türk düşmanlarından biri olan Churchill'in komünist düşmanlığı sayesinde kurtulmuştur. Gene de İsmet inönü sayesinde, milyonlar ölrken, hiç bir türk savaşta ölmemiştir. Menderes döneminde, gereksiz bir sebeb uğruna hemen atladığımız kore savaşında ölen binlerce şehit yerine. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
maxigenous Mesaj tarihi: Aralık 22, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Aralık 22, 2010 Efrasiyab said: hatta sovyet yörüngesine girmekten En büyük türk düşmanlarından biri olan Churchill'in komünist düşmanlığı sayesinde kurtulmuştur. Şunu açar mısın biraz ? Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
DeaN Mesaj tarihi: Aralık 23, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Aralık 23, 2010 ya da neyse Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Dragonmax Mesaj tarihi: Aralık 24, 2010 Paylaş Mesaj tarihi: Aralık 24, 2010 tarihte olsaydı kalsaydı olmaz. atatürk olsaydı şöle bu olsaydu böle diyemeyiz. bilemeyiz çünkü. diğer taraftan yazının atilla ilhana ait olduuna dair bir kaynak varmıdır gerçekten. çünkü geçen gün mevlanın yazısı diye, malın tekinin yazdıı bi wall of texti okuyup okuyup oha mevlana ne adammış diye dönüp duranları gördüümden beri kaynak görmeden inanamıyorum bunun yazısı şunun yazısı diye. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Öne çıkan mesajlar