Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

'Türk kanı' taşımayanlar


Rock

Öne çıkan mesajlar

Rock said:

Ayşe Hür'ün okuduğum bu yazısı içinde yaşadığımız şu günler için çok anlamlı geldi bana. Önce ilgi daha çok olduğundan konu dışında paylaşacaktım ama konu daha çok tarihle ilgili olduğu için buraya eklemeyi uygun gördüm.


Geçtiğimiz hafta Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, TSK’nın içindeki çeteleri, cuntacıları, TSK’nın istihbarat zaaflarını haberleştirenleri eleştirirken “Türk kanı taşıdıklarına inanmıyorum” dedi ama kimseden tepki görmedi. Ocak 2008’de, Kırşehirli 13 lise öğrencisi kendi kanlarıyla yaptıkları Türk bayrağını çerçeveleterek dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a hediye etmiş, Büyükanıt bayrağı nemli gözlerle “Biz böyle büyük bir milletiz” diyerek basına takdim ettiğinde de pek ses çıkmamıştı. Haziran 2009’da Gaziantep Üniversitesi Bilişim Kulübü üyesi gençlerin kendi kanlarıyla yaptığı bayrak, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı’nda, İlker Başbuğ adına Kurmay Deniz Albay Dursun Çiçek tarafından huşu içinde teslim alındığında da kimse garipsememişti. Anlaşılan TSK’da ve toplumda güçlü bir ırkçı damar var. Gelin bu hafta Türk milliyetçiliğinin ırkçı damarının tarihçesine bir göz atalım.

Estağfurullah!

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam adlı otobiyografik eserinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesi’nde yaşadığı bir anısını anlatır. Savaş patladığında 17 yaşında bir Muallim Mektebi öğrencisi olan yazar, cephede Anadolu köylülerinden oluşan bir grup askerle konuşurken onlara sorar: “Bizim dinimiz nedir?” Her kafadan bir ses çıkar: Kimi “Hazreti Ali dinindeniz” der, kimi “İmam-ı Azam dininden” Aydemir sorar: “Peygamberimiz kimdir?” Yine karışık sesler çıkar. “Enver Paşa” diyen bile vardır. Aydemir bir adım daha ileri gider: “Hangi millete mensupsunuz?” Yine her kafadan bir ses çıkar. Aydemir işi kolaylaştırmayı dener: “Biz Türk değil miyiz?” Askerler hep bir ağızdan cevap verirler: “Estağfurullah!”

‘Estağfurullah!’tan ‘Ne Mutlu Türküm diyene!’ye giden kısa ve radikal yolun mühendisi Atatürk’ün söyleminde her hareket, atılan her adım, yapılan her teşebbüs, başına bir ‘milli’ sıfatı alır: ‘Milli Mücadele’, ‘Misak-i Milli’, ‘Milli Sır’, ‘Milli Hudud’... Atatürk’ün deyimiyle kin, nefret bile ‘milli’dir. Örneğin 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı’ndaki konuşmasında şöyle der: “Bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletleri yükselten bu havasa bir amil daha ilave edelim: İntikam hissi. Milletlerin kalbinde intikam hissi olmalı. Bu, bayağı bir intikam değil, milletin hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların zararlarını gidermeye yönelen bir milli intikamdır.”

Anasır-ı İslamiye’den Türk ırkına

Atatürk’ün ‘millet’ kavramının üç evresi vardır. Bunlardan ilki, 1919’dan 1922’ye kadar süren ‘Milli Mücadele’ yıllarında Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini Düvel-i Muazzama’ya karşı seferber etmek için kullanılan ‘dinî’ tanımdır: “[Büyük Millet Meclisi’ni] teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir, samimi bir mecmuadır...”

İkinci evrede, ‘dinî’ tanım yerini yavaş yavaş ‘siyasi’ tanıma bırakır. Atatürk ‘siyasi’ bir terim olarak ‘Türk’ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e ilişkin beyannamesinde kullanacaktır. ‘Türkiye Halkı” ifadesi ise 8 Nisan 1923’te Halk Fırkası’nın kuruluşunu müjdeleyen Dokuz Umde’de boy gösterir.

Paralel tanımlar

24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren ise, ‘dinî’ nitelikli ‘millet’ kavramı artık kullanılmaz, ama sadece ‘siyasi’ millet kavramı da kullanılmaz. Bunun yanı sıra bir de ‘ırksal’ ya da ‘etnik’ millet kavramı ile tanışırız. Örneğin 1924 Anayasası’nın 88. maddesi “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” iken, aynı yıl basılan Türkiye Tarihi adlı kitapta, ‘Türk ırkının üstün özelliklerinden’ bahsedilir. Veya Mustafa Kemal, 30 Eylül 1926’da, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Kongresi adına gelen heyete “Bu kadar mühim olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslah (iyileştirilme) ve küşayişi (ferahlığı) meselesidir. Istıfası (ayıklanması) meselesidir ve hatta biraz medeniyet meselesidir...” derken, 20 Ekim 1927 tarihli Gençliğe Hitabesi’nde “Ey Türk genci, muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” veya ortaöğretim kurumlarında okutulmak üzere 30 bin adet basılan 1931 tarihli Türk Tarihinin Ana Hatları kitabının giriş bölümünde “...Bütün tarihte böyle bir ırkı, bir millet halinde görmek, bilhassa zamanımızdaki insan heyetlerinin pek çoğuna nasip olmayan büyük bir kuvvet ve büyük bir şereftir” yazarken, 1931 tarihli CHF programında ırka değinmeyen şu ifadeler kullanılır: “Millet, dil, kültür ve mefkûre [ülkü] birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve içtimai heyettir.”

Köle olmak hakkı

Bu dönemin yıldızı 1923-1930 arasında İktisat ve Adliye Vekili olan Mahmut Esat Bozkurt’tur. Bozkurt, Ankara Üniversitesi’nde Atatürk’ün direktifleriyle verdiği derslerden derlediği Atatürk İhtilali (Altın Kitaplar, 1967) kitabında “Türkün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir”; “Türk devleti işlerini Türk’ten başkasına vermeyelim (...) Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk’ten başkasına inanmayacağız” der. Bozkurt’u tarihe geçiren ise, 18 Eylül 1930’da Ödemiş Yaylası’nda irat ettiği “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” nutku olacaktır. Ancak, bu nutuk, Bozkurt’un bakanlıktan istifasına neden olur.

Beyaz, sarışın Alpin ırkı

Bu ikili tavır bir kafa karışıklığının eseri midir, yoksa bilinçli bir tercih midir sorusunun cevabını vermek kolay değil ama Avrupa’da Nazilerin ve faşistlerin iktidara el koymasıyla birlikte, Türkiye’nin de yolu netleşecek ve söylem tekleşecektir. 1928’de Mustafa Kemal’e Türk ırkının sarı ırka mensup olduğunu ve bu nedenle de ikinci tip insan olduğunu yazan Fransızca bir kitap göstererek “Bu böyle midir Paşam” diye soran Afet İnan’a, Atatürk, “Hayır olmaz, bunun üzerinde meşgul olalım, sen çalış” diyecek, bu çalışmanın meyvesi de ‘Türk Tarih Tezi’ olacaktır. Bu teze göre “Beşeriyetin en yüksek ve ilk medeni kavmi, vatanı Altaylar ve Orta Asya olan Türklerdir. Çin medeniyetinin esasını kuran Türklerdir. Mezopotamya’da İran’da milattan en aşağı 7000 sene evvel beşeriyetin ilk medeniyetini kuran ve beşeriyete ilk tarih devrini açan; Sümer, Akat ve Elam isimleri verilmekte olan Türklerdir. Mısır’da deltanın otokton sakinleri ve Mısır medeniyetinin kurucusu olan Türklerdir.”

1932’de toplanan Birinci Tarih Kongresi’nde ‘üstün Türk ırkı’ Reşit Galip tarafından şöyle tanımlanır: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufkî açılan ‘Alpin ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere; medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.”

Kongreye sarışın bir köylü karı-koca ile yavrularını Türk ırkının örnekleri olarak sunan Antropolog Prof. Şevket Aziz (Kansu) Bey, Gazi’ye dönüp kendisini bu ‘mütekâmil’ (gelişmiş) ırkın önderi olarak selamlar ve büyük alkış toplar.

Dixon ve Pittard’tan seçmeler

Yine aynı yıl, Keriman Halis’in Belçika’da Dünya Güzellik Kraliçesi seçilmesi üzerine “Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını (seçilmesini) çok tabii buldum” diyen Atatürk’ün ırk diye bir şey olmadığını gayet iyi bilmesi gerekir çünkü Dr. George Montandon’un Irk ve Irklar adlı kitabında şu bölümlerin altını çizmiştir: “Dixon’un aynı kafatası endeksine sahip halkların genetik akrabalığı temeline dayanarak yapmaya çalıştığı ırk sınıflandırması kadar yapay bir sınıflandırma yoktur... Başlangıçta saf ırk yoktur. Saf ırklar yavaş yavaş artan bir gelişmeden kaynaklanmıştır. Alışılagelmiş inancın tersine ilk tarih ve tarih öncesinde bugünkünden daha saf ırklar görülmemiştir.”

Atatürk, Eugene Pittard’in Irklar ve Tarih, Tarihe Etnolojik Giriş adlı kitabının girişindeki ırk kavramı ile ilgili şu bölümün de altını çizmiştir: “Irk sözcüğü tamamen yanlış olarak kullanılmaktadır. Irk bir fiziki tipi, temel olarak doğal bir grubu temsil etmektedir. Bu kavramın tamamen yapay gruplamalar olan halk, milliyet, dil gelenekler gibi kavramlarla genellikle hiçbir ilgisi yoktur. Bu kavramlar antropolojik kavramlar değillerdir. Sadece ürünü oldukları tarihle ilgilidirler. İşte bunun içindir ki; bir Bröton ırkı yoktur. Fakat Bröton halkı vardır. Bir Fransız ırkı yoktur, bir Fransız halkı vardır. Bir Aryan ırkı yoktur, Aryan dilleri vardır. Bir Latin ırkı yoktur, Latin uygarlığı vardır...”

Öjenik ‘bilimi’ iş başında

Ancak, ortada ‘ırk’ diye bir şey olmadığını bilen Atatürk’ün yol göstericiliğinde, tarih, arkeoloji, filoloji, etnografya, etnoloji, öjenik (=ırk ıslahı bilimi) ve antropoloji gibi ‘bilimsel’ disiplinlerin yardımıyla ‘Türk ırkı’ icadına girişilmesinde mahzur görülmeyecektir. Darülfünun’da (1933’ten sonra İstanbul Üniversitesi olur) kurulan ilk bölüm antropoloji bölümüdür. Yine Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda kurulan Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin ilk işleri arasında “Karaca Ahmet Mezarlığı’ndan toplanan kafataslarının ölçümü” ile “Türk, Ermeni, Rum ve Musevi gibi farklı ırki kökenlere sahip çocuklar üzerine” karşılaştırmalı araştırmalar yapmak vardır.

64 bin kafatasının ölçümü

Türk Tarih Tezi’nin mucitlerinden Afet İnan, ‘Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermek üzere’ İsviçreli Antropolog Pittard’ın nezaretinde yaptığı doktora çalışmasının önsözünde şöyle der: “Mustafa Kemal Atatürk büyük devlet işleri arasında tarih etütleriyle bizzat meşgul olurdu. Kurtardığı milletin tarihini ilmî yollardan araştırmak için tarihçilere vazifeler vermişti... 1936 yılında bütün memlekette büyük ölçüde antropometrik bir anket yaptırmak arzumu Atatürk’e anlattım. Uygun gördüler ve beni teşvik ettiler. Bunu hükümetten rica etmemi emir buyurdular.”

Nitekim tam 64 bin kişiyi kapsayan bu dev ‘ırkçı’ çalışma (ki Nazi Almanyası’nda bile böylesi yapılmamıştır), Başbakanlık, Milli Güvenlik Bakanlığı, Sıhhat Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı’nın her türlü desteği ile yürütülmüş, ölçümler sivil ve askerî doktorlar, sıhhiye memurları, beden eğitimi öğretmenlerince yapılmış, askerler gönüllü denek olarak Afet İnan’ın emrine sunulmuştur.

Önce ideoloji sonra hipotez

Bu ve benzeri çalışmalarda kullanılan bazı yöntemler şunlardır: Yaşayan insanların başının ölçümü (sefalometri), kurukafanın ölçülmesi (kraniyometri), insanın bedensel özelliklerinin ölçülmesi (antropometri), kafatasından karakter teşhisi (freneloji), saç tiplerinin, boy ve bacak uzunluğunun, kafa şeklinin ve beyin ağırlığının ölçülmesi, yüz, göz, çene ve burun indekslerinin hesaplanması.

Ama aslında görünüşte bile bilimsel kriterlere uyulmaz. Çalışmalar henüz vücut gelişimini tamamlamamış gençler üzerinde yapılır, ölçümlerde standart aletler kullanılmaz, malzeme seçiminin hangi kriterlere göre yapıldığı açıklanmaz, bazen malzeme sayısı hipotezi doğrulayıncaya kadar arttırılır, bazen tek bir örnekle makaleler yazılır, bazen bir ‘araştırma’ bile yapılmadan sonuca varılır. Bütün bu yönlendirmelere rağmen ‘bilimsel’ bulgular hâlâ ideolojik hipotezle çelişiyorsa, ‘sosyal koşullar’, ‘âdet ve ananeler’, ‘köyde büyümek’, ‘denize yakın yaşamak’, ‘muhtelif sebepler’ gibi özürler sıralanır. Böylece, gerçek bilimin, istenildiği zaman nasıl da ‘sözde’ bilim haline getirilebileceğinin mümtaz örnekleri sunulur.


Kirlenmeyen tek şey

Bu yılların önemli ırkçı siyasetçilerinden biri 1931 ve 1936 arasında CHP Genel Sekreteri olan Recep Peker’dir. Atatürk tarafından Ankara ve İstanbul Üniversitesi’nde ders vermekle görevlendirilen Peker İnkilap Dersleri Notları (Ulus Basımevi, 1936) adlı kitabında “İnsanlık tarihi yirminci yüzyıla açılırken (...) tek bir şey, Türk kanı bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türklerini bu çöküntü içinde kanının arılığı korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık (babayiğitlik) örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği (...) bu orduları yaratan bay Türk ulusunun kanındaki yücelikten geliyor” derken 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa, Ankara Askeri Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak’tır. 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve ‘Türk soyundan olmak’ haline dönmüştür.

CHP Konferansları

Irkçılık öylesine taraftar bulmuştur ki, Atatürk’ün ölümünden sonra da ırkçılık çalışmaları gözden düşmez. Örneğin 1935-1945 arasında düzenlenen CHP Konferans Serisi’nde sunulan bildirilerden bazılarının başlıkları şöyledir: ‘Anadolu’nun Irk Tarihi Üzerinde Antropolojik Bir Tetkik’, ‘Milli Nüfus Siyasetinde (Eugenique) Meselesinin Mahiyeti’, ‘Öjenik Tatbikatı’, ‘Türk Beyinleri Üzerine İlk Antropolojik Araştırma’, ‘Irk Hıfzıssıhhasında Irsiyetin Rolü ve Nesli Tereddiden (Yozlaşmadan) Korumak Çareleri’, ‘Milletlerin Tereddi (Yozlaşma) ve Istıfası (Ayıklanması)’

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Prof. Dr. Mazhar Osman (Uzman), 1939’da verdiği bir konferansta “Birçok cepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler, bimarhane ve hapishaneler için nesil yetiştirmek de hiç şayanı temenni değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz” derken, ileride İstanbul Valisi olacak olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay “Evlenirken en kıymetli servet olarak ruh, beden sıhhati aramak suretiyle Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak zinde çocuklar hediye etmek milli bir vazifedir. Almanya gibi bazı memleketler ırk hıfzıssıhhasının emrettiği bu lazimeyi kısırlaştırma adı verilen bir kanunla tatbike çalışıyorlar. Demokrat memleketler irşat ve vesaya ile evlenme istişare odaları tesis etmek suretiyle vatandaşları aydınlatmak yoluyla hedefe varmaya çalışıyorlar. Bizim de bu ciheti göz önünde bulundurmamız lazımdır” diyerek Nazi ırkçılığına özendiğini ağzından kaçırıverir.

Atsız ve Türkkan

22 Haziran 1941’de Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgale başlamasının ardından, dönemin ‘Türkçü’ Başbakanı Şükrü Saraçoğlu, Pan Türkist harekete yeni bir ivme kazandırır. 5 Ağustos 1942 tarihli güven oylamasından sonra Saraçoğlu şöyle der: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.”

Bu atmosferde ırkçı Türkçülüğün iki önemli figürü, Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan ırkçı hezeyanlarına sınır koymayacak ancak, Almanların yenileceğinin anlaşılması üzerine, hükümet ırkçılıkla arasına mesafe koyma ihtiyacını duyacaktır. Bu bağlamda, 3 Mayıs 1944’te Nihal Atsız ve Sabahattin Ali arasında yaşanan hakaret davasından sonra Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Şaik Gökyay, Fethi Tevetoğlu, Alparslan Türkeş, Hasan Ferit Cansever, Hikmet Tanyu gibi ünlü ırkçılar tutuklanır.

Anayasamızın manası

Mahkemede, hakkındaki suçlamaları duyan Reha Oğuz Türkkan büyük bir şaşkınlıkla şöyle diyecektir: “Bunlar, yıllarca, Atatürk tarafından bizzat tayin ve tavzif edilen Mahmut Esat Bozkurt tarafından devletin üniversitelerinde, İnkılâp Tarihi kürsüsünden söylenmiştir. On binlerce genç ve içlerinde de ben, bu sözleri duyduk. Bu telkinler altında kaldık. Atatürkçülüğün, Kemalizm’in bu olduğuna inandık. İmtihanlarda ancak bu surette cevap vererek sınıf geçebildik. Bu dersler, bilahare devlet tarafından yayınlanmıştır. Aynı sözler, aynı profesör tarafından, Siyasal Bilgiler Okulunda; Teşkilat-ı Esasiye kürsüsünden de söylenmiştir. Anayasamızın manası bize böyle anlatılmıştı...”

Savaştan sonra, Türkiye Batı’ya çark ederken, açık ırkçılığı savunmaya kimsenin cesareti kalmadı ama Genelkurmay Başkanlarının ifadelerinden ve bunlara gösterilen hoşgörüden görüldüğü üzere, Türk milliyetçiliğinden ırkçı damar sökülüp atıl(a)madı. Bu da doğaldı, çünkü ‘Türk milleti’ bu eğitimi daha beşikteyken, en ehil ellerden, en yoğun biçimde almıştı...

Mimar Sinan’ın kafatasına ne oldu

Gelin yazımızı, komik bir hikâye ile bitirelim. Yıl 1935’dir. Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi’nde, “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” derken, Atatürk, bir aşiretten cihangirâne bir devletin çıkmasının mümkün olmadığını, böyle bir devleti kurmayı başaran ‘Türk Milleti’nin “tarihin büyük ve medenî vasfı unutulmuş bir milleti” olduğunu düşünmektedir. Bunu ispat etmek de ‘bilim adamları’na düşmektedir. Bu bağlamda, Atatürk, Türk Tarih Tezi’nin temelini oluşturan Türk Tarihinin Ana Hatları isimli kitabın ayakları yere basmayan bazı bölümlerinin yeniden hazırlanmasını emreder.

Yaşasın ‘Hiper-Brakisefal!’

O günlerde, Sokollu Mehmed Paşa ve Mimar Sinan gibi kişilerin Sırp, Rum ya da Ermeni olduğuna dair dedikodular epey yaygındır. Türk Tarih Kurumu’nun Başkanı Afet İnan, Mimar Sinan hakkında ‘etraflı bir çalışmanın yapılmasını’ ister. ‘Etraflı çalışma’dan kastedilen, ırk konusunda en güvenilir ölçü olduğu kabul edilen kafatasının ölçülmesiydi. Bu amaçla, 1 Ağustos 1935’te, TTK üyeleri Hasan Ferit Çambel, Afet İnan ve Şevket Aziz Kansu, Süleymaniye Külliyesi’ne giderler ve Sinan’ın mezarını kazmaya başlarlar. Bir iki metre sonra iskelete ulaşılır. Antropoloji Profesörü Kansu, Sinan’ın kafatasının 89-90 ölçülerinde yani ‘Hiper-Brakisefal’ olduğunu tesbit eder. Çıkan sonuç memnuniyetle karşılanmıştır. Yani Mimar Sinan Ermeni veya Rum değildir, Türk’tür! Ölçümden sonra, Sinan’ın kafatası Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonur ve mezar kapatılır.

Kazıyı gerçekleştiren heyet, heyecanla, o sırada İstanbul’da, Florya Köşkü’nde kalan Atatürk’e koşarlar. Akşam yemeği, bu heyecanlı kazı üzerine sohbetlerle geçer. Atatürk, bir kâğıt alır ve üzerine şunu yazar: “Türk Tarih Kurumu’na Sinan’ın heykelini yapınız. Gazi Mustafa Kemal.”

Sinan’ın ilk heykeli, ancak 1956’da, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesine dikilir. Peki, Sinan’ın kafatası şu anda nerededir? Daha önce de belirtildiği gibi Antropoloji Müzesi’ne kaldırılmıştır. Peki, Antropoloji Müzesi nerededir? Böyle bir müze hiç olmamıştır ki...

Özet Kaynakça: Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim Yayınları, 2001; Nasan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek, (Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi), Metis Yayınları, 2005; Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK Yayınları, 1969.


Ayşe Hür
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Her başlığa girmek zorunda mısınız? Her şeye cevap vermek zorunda mısınız? Tarih bölümünde 1 paragraftan uzun olduğu için bir şeyi okuyamıyorsanız yada anlayamıyorsanız zaten cevap vermeyin bu bölümde istenen insanlar da değilsinizdir yeter forumun kalitesini yerle bir ettiniz artık yeter
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Farinal said:

Her başlığa girmek zorunda mısınız? Her şeye cevap vermek zorunda mısınız? Tarih bölümünde 1 paragraftan uzun olduğu için bir şeyi okuyamıyorsanız yada anlayamıyorsanız zaten cevap vermeyin bu bölümde istenen insanlar da değilsinizdir yeter forumun kalitesini yerle bir ettiniz artık yeter


oha konuşana bak. sana çok ağır bir şey derdim de neyse.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Antropoloji bir bilim dalıdır ve bilime hizmet etmelidir. ‘Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermek üzere’ yapılan bir araştırmanın bilimle bir alakası olmadığı gibi güdümlü bir araştırmadır, bu araştırmanın sonucunda "çok da süper bir ırk değilmişiz lan" ya da "aa alpin değilmişiz" gibi bir sonuç çıkacak hali yok.

Zaten Türk insanını “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufkî açılan ‘Alpin ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere; medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.” diye tanımlayan birinin bilimle gerçeklikle uzaktan yakından alakası yoktur.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Oce4n said:

özet pls?
son paragrafı okudum ama anlamadım bişi.


Bu yazı zaten özet sayılır. Osmanlının son dönemlerinden başlayarak günümüze kadar Türkiye'de Türk Milliyetçiliği ve Irkçılığının gelişimini anlatıyor. Bunu da yine özet olarak yapmış.

Kendi özeleştirisini yapabilecek veya "Biz bu noktaya nasıl geldik?" sorusunu soran arkadaşlar için güzel bir öalışma olmuş. Her soruya cevap vermese de başlamak için iyi bir yer. Ayrıca uzunluğuna ve tarih olmasına bakmayın, çok rahat okunuyor.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

1944de kadar Turancılığa göz yumup, destekleyen İnönü hükümetinin 1944ten sonra bu fikriyatı savunanlara yaptığı muamelede ayrıdır.
Genelde Sol/sosyalist kaynaklı kişilerce incelendiği için, ve karşı tarafı eleştirmek için kaleme alındığı için, karşı tarafa karşı sempati uyandıracak hiçbir olaya yer verilmez bu tür yazılarda, yanlış olmasada genelde eksiktir.

Mesela 1944te turancılık davasıyla, suçlanan o adamların günlerce bir tabuta yerleştirildiğini ve bekletildiğini ve her çeşit işkencesini uygulandığını pek söylemezler mesela.

Ve bunu sadece aşırı ırkçı değil, sadece milleiyetçi olanlara, veya ılımanlara, nazilere karşı çıkanlara dahi ağır işkenceler yapıldığı yazılmamış nedense.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

"Atsız ve Türkkan" ve "Anayasamızın Manası" kısımlarında bahsettiğiniz konulara değinilmiş. Yazı özetin özeti olduğu için ve konun sadece bir kısmı olduğundan kısa kalmış.

Ayrıca kusura bakma ama milliyetçi/ırkçı/ulusalcı kesme kesinlikle acımıyorum. Bu insanların salaklığı(yada cahilliği mi desem) yüzünden pek çok kişi ölmüş ve öldürülmüştür. Hala da öldürülmeye devam ediyor. Üstelikte tarih içinde devletin bu kesmi pek çok kez kullanıp sonrada sattığını gösteren bukadar bariz örneklerle rahmen. Ülkemizdeki pek çok sorun bu düşünce yapısının hala çok yaygın olması nedeniyle çözülemiyor.

Kurtuluş savaşı dönemindeki bir milliyetçiye saygı duyabilirim. Ama savaştan sonra artık sınırlarımızı sağlama aldığımız dönemden sonra bunun sadece kendini bu topraklarda yaşayan diğer ırk ve farklı düşünen insanlardan üstün gördüğü için devam ettirenlere ne bir sempatim ne de bir acımam var.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Yalan yanlış bir şey yazıldığını düşünüyorsan suç duyurusunda bulunabilirsin sanırım. Bu tür "Türk kanını" aşağılamaya çalışanları süründürmeye çalışan bir kaç savcı herzaman çıkar. Fakat yazı devletin(hükümetin de değil) kendi kaynaklarının da bulunduğu bir tarihi yazısı olduğundan temiz bir şekilde duvara toslayacağından eminim.

Yazının için de TSK'dan bahsedilmemiş olması da "yıpratma" bahanesini ortadan kaldırır.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Rock said:

Ayrıca kusura bakma ama milliyetçi/ırkçı/ulusalcı kesme kesinlikle acımıyorum. Bu insanların salaklığı(yada cahilliği mi desem) yüzünden pek çok kişi ölmüş ve öldürülmüştür. Hala da öldürülmeye devam ediyor. Üstelikte tarih içinde devletin bu kesmi pek çok kez kullanıp sonrada sattığını gösteren bukadar bariz örneklerle rahmen. Ülkemizdeki pek çok sorun bu düşünce yapısının hala çok yaygın olması nedeniyle çözülemiyor..


Bu insanların Salaklığı mı?

Atatürkten en küçük askere varıncaya dek bu ülkenin kurulmasını sağlayan itici güç milliyetçilikti, komünizm veya demokrasi aşkı değildi

6oktan birinin milliyetçilik olmasının sebebide Atatürktür.

Senin bu milliyetçiliğe olan kininde alayamadım.
Ya aşırı liberal demokratik takılan birisin.
Yada 90 öncesindeki sovyet ideolojisi ile kafa yıkamasından geçmişsin.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

bunun konuyla alakası yok sanırım fakat paylaşmak istedim saygılar

Selahattin Eyyubi Türk Mü?

Kürtlere ayrı bir ırk şuuru kazandırarak Türkiye'nin Güneydoğusunu Türk anavatanından koparmak için Batılıların himayesinde yürütülen siyasi faaliyetlere kültürel propoganda da ekleniverdi.

Kürtlerin eskiden beri büyük devlet kurmuş bir millet olduklarını telkin eden bu yoğun propoganda; Haçlı ordularına karşı verdiği mücadeleler sebebiyle bütün islam dünyasında saygıyla anılan Selahaddin Eyybi'nin bir Kürt hükümdarı, Eyyubi Devleti'nin Kürt Devletidolayısıyla Kürtçenin devlet dili olduğunu sistemli bir şekilde pompalarken, Anadolu'nun tapusu üzerine hak iddia etmeye başladı...

Selahaddin Eyyubi Türktür

Kürt tarihi olarakta kabul edilen ve 1597 yılında tamamlanan Şerefname, Selahaddin Eyyubi'nin Kürt oldupuna dair iddiayı "tarih bilginlerinin ve araştırmacılarının rivayetlerine" bağlar. Fakat bu bilginlerin ve araştırmacıların isimleri zikredilmez. Ama bugüne kadar güvenilir hiçbir islam tarihçisi veya bilim adamı Şeref Han'ı teyit etmemiştir.
Şeref Han'ın umut ettiği destek, asırlar sonra ilmi gerçekleri, mensup oldukları devletin siyasi emellerine alet etmek isteyen iki batılıdan gelir: Grousset ve Cahen.
Bunlardan Grousset, 1192-1193 yıllarında, Şam yöresindeki iç karışıklıkları, Cahen ise1187'de el-Cezire Türkmenleriyle Kürtler arasındaki otlak kavgalarını etnik uyuşmazlıkolarak nitelerler. Oysa bu türlü ihtilaflar, aynı aşiretten muhtelif oymakları arasında bile tarih boyunca süre gelmiştir.
Bazı İslam kaynakları Selahaddin Eyyubi'yi 758 yılında Basra'dan Azerbaycan'a sürgün edilen, nakledilern veya göçen Yemen Araplarından Ravvad b.el-Müsenna el-Ezdi'nin soy kütüğüne kaydederler. Rivayete göre bu aile Azerbaycan'da Hezbanniye Kürtleriyle karışmış, daha sonra da Kuzey Irak'a dönerek Selçukluların ve Zengilerin hizmetine girmiştir.
Arap tarihçilerinin mümtaz şahsiyetlere, özellikle hükümdarlara, ırkçı düşüncelerle veya onları kutsamak için şecere uydurmak, hatta seyit ilan etmek gibi kötü bir gelenekleri olduğu için, bilim adamları bu Yemen'den Basra'ya, Basra'dan, Azerbaycan'a göç hikayesine itimat etmezler. Edinilecek gibi de değildir. Çünkü bugünün şartlarında bile sıradan bir ailenin 3-500 senelik tarihini takip etmek de, bu ailenin sicilini tespit etmek de imkan dışıdır.
Şeref Han, yukarıda naklettiğimiz rivayetteki Ravvad Araplarını, Ravende Kürtleri olarak değiştirmiştir ki, Selahaddin Eyyubi'nin Kürt sanılması işte bu tahrifattan dolayıdır!
Oysa aynı Şerefname'de Selahaddin Eyyubi'nin kardeşleri şöyle sıralanır: Muhammet Ebu Bekir, Şemsuddevle Turan Şah, Seyfilislam Tuğtekin, Şehinşah, Tacilmülük Buri.
Görüldüğü gibi Selahaddin Eyyubi'nin Kürt olduğunu iddia eden Kürt tarih yazarı Şeref Han bile, onun kardeşlerinden ikisinin Turan Şah ve Tuğtekin gibi Türk has isimleri taşıdığını ifade etmekten kaçınmamıştır. Kaldı ki Şeref Han'ın Buri imasıyla yazdığı en küçük kardeş, bütün kaynaklarda Börü veya Böri şeklinde kaydedilmiştir. Bilindiği gibi Börü ismide Türk has ismidir ve 'kurt' demektir!
Selçukluların ve Zengillerin hizmetinde büyük emirler olarak çalışan Selahaddin Eyyubi'nin babası Necmettin Eyyüp Azerbaycan'daki kesif Türk boyları arasıa yerleşmiştir ve Türktür. Çünkü Selahaddin'in bir Trk oyunu olan ve o tarihlerde Irak tarafından bilinmeyen poloda mahir olduğu kesinlikle bilinmektedir. Bu büyük Türk hükümdarının annesi, Şihabeddin Tokuş'unkardeşidir. Kız kardeşi Rabia Hatun'u da önce Gökbörü ile evlendirmiştir ki, ikisi de Türktür. Ağabeyi Şehinşah ise Kutlukız Hatun adında bir Türk kızıyla evlendmiştir.
Selahaddin Eyyubi'nin bizzat kendisi de evlenmek için bir Türk kızını tercih etmiştir: Amine Hatun b. Üner!

Eyyubi hakkında önemli bir kaynak

Kürtçilerin çok istismar edegeldiği Selahaddin Eyyubi'nin Türklüğühakkında bir başka belge sunmak istiyorum.
Önümde Selahaddin Eyyubi'nin danışmanlarından Üsame İbn Münkız'ın Kitab el İ'tibar adını verdiği hatıraları var. Eser Türkçeye Yusuf Ziya Cömert tarafından İbretler Kitabı ismiyle tercüme edilmiş. Ses Yayınları tarafından 1992 yılında İstanbul'da basılmış. Kitabın Arapça baskısını temin edemediğinden bahseden mütercim, eserin Philin K. Hitti'nin İngilizce çevirisinden Türkçeye aktarıldığını belirtiyor ve herhangi bir şüpheye meydan vememek için ilave ediyor:"Arap asıllı bir müsteşrik olan Philip Hitti'nin bu eseri İngilizceye aktaracaj ehliyette olduğu düşüncesi bizi nisbeten rahatlatan bir keyfiyettir."
Kısaca İbn Münkız olarak bilinen yazarın asıl adı: Müeyyed El-Devlet Ebul Haris Üsame İbn Mürşid İbn Ali İbn Münkız.
İnb Münkız, Malazgirt Savaşı'ndan 24 yıl sonra, Haçlıların Kudüs'ü işgalinden 4 yıl önce Hama civarındaki Şayzer'de doğmuş. Şair, edip tarihçi olan Üsame İbn Münkız, 93 yıllık ömründe 20'den fazla eser vermiş. Edebi eserlerinin başından beş kısımdan oluşan iki ciltlik Divan El-Şir'i geliyor. Edebi sanaatşar hakkında El-Bedi fi Nakd El Şi'r adlı eseri, Hazreti Musa'nın asaından başlayarak büyük şahsiyetlerin asalarından haraketle kaleme aldığı Kitab-ul Asa'sı, Hasankeyf'te yazdığı söylenen el-Menazil Ve'd Diyar'ı ve Lübebu'l Adab'ı öenmli eserlerinden. Ayrıca 20 ciltlik Mekarimül Ahlak adlı eseri var. Bedir ashabının hayatlarını konu alan 5 ciltlik Tarih el-Bedr ile Fezail-i Hulefa-i Raşidin ve Tarih El-İslam bilinen eserleri.
Selahaddin Eyyubi ile birlikte birçok savaşa da katılan Üsame İbn Münkız Kitab El-İtibar'ın 201. sayfasında diyor ki:
"Bu arada, Selahaddin, bıradaki kritik durumumuzu bildirmek üzere Atabek'e bir atlı gönderdi. Sonra, hızla bize boğru ilerleyen on kadar atlı gördük. Arkalarındaki ordu da sürekli haraket halindeydi. Geldiklerinde, Atabek'in komutasındaki öncüler olduğunu anladık. Ordu da arkalarından gelecekti. Atabek, 'Ey Musa, mahvolmak için mi otuz atlıyla Şam kapısına kadar geldin! ne acelen vardı!' diye Selahaddin'i eleştirdi. Karşılıklı atıştılar. İkiside Türkçe konuşuyordu. Bu yüzden söylediklerini anlayamadım."
Farsçanın siyaset, Arapçanın bilim, eğitim ve din alanında tartışılmaz bir üstünlük kurduğu ve Türk dilini öğreten bir tek kurumun dahi bulunmadığı böyle bir devirde Selahaddin Eyyubi'nin Türkçe konuşması, onun öz be öz Türk olduğunu gösteren en büyük delildir.

Eyyubi Devleti Türk devletidir!

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un "Şarkın en sevgili sultanı", Fransız tarihçisi Champdor'un "İslamın en saf kahramanı" olarak tanımladığı Selahaddin Eyyubi, aslında yeni bir devlet kurmamıştır. Onun cihangirde bir siyasetle yönettiği devlet, Zengiler Devleti'nin devamından ibarettir. Memlükller ve Eyyubilerin uzantısıdır.
Çünkü, devlet teşkilatı değişmemiştir. Millet değişmemiştir. Devletin maddi istinaları değişmemiştir. Değişen sadece hanedandır. Her üç devletin de bayrağı sarı zemin üzerine doru kartaldır. Her üç devlette de siyasi ve askeri kadrolar aynı unsurlardan meydana gelmektedir. Selahaddin Eyyubi ile ilgili değerli bir eser yayımlayan Sayın Ramazan Şeşen'in de belirttiği gibi, devlet ve ordu teşkilatı Türk devletlerinde görülendevlet ve ordu teşkilatlarının aynıdır.
Bugün bölücülerin malzemesi olarak kullanılmak istenen Eyyubi Devleti, Selahaddin'in çağdaşları tarafından da Türk devleti olarak kabul eidlmiştir. Arap şairi Sena İbn el-Mülk'ün Halep'in zaptı vesilesi ile Selahaddin'e sunduğu kaside "Arap milleti Türklerin devletiyle yükseldi, Ehl-i salibin davası Eyup oğlu tarafından perişan edildi" mısralarıyla başlar.
Ünlü İbn-i Haldun'da Mukaddeme'de Eyyubiler ve Memluklar devletinin bir tek Türk devleti olduğunu yazar.
Eyyubiler Devleti'nde Arap kültürünün egemen oluşu bizi şaşırtmamalıdır. Gazneliler ve Selçuklular nasıl fars kültürünü ön plana öıkarmışlarsa, Zengiler, Eyyubiler ve Memluklar da aynı şekilde ve tıpkı Roma İmparatorluğu'na Yunan kültürünün hakim olduğu gibi, Eyyubilerde Arap kültürünü Türk kültürüne tercih etmişerldir.
Fakat Selahaddin Eyyubi'nin zaferden zafere koşturduğu ordunun kahir bir ekseriyetini Türkler teşkil eder.
Selahaddin Eyyubi'nin çağdaşı olan tarihçiler, Mısır, Yemen, Kuzey Afrika gibi merkeze uzak kıtaların ele geçirilmesini Oğuz Harekatı olarak görürler.
Sonuç olarak şunu ifade etmek isteriz ki, İslamın bu efsanevi kılıcı, kültür itibariyle olduğu kadar, soy itibariylede Türktür. Devleti de Türk devletidir.

Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

@Efrasiyab

Ana konuyla çok ilgisi yok

Birinci sorunun cevabını yazdığım gibi düşünüyorum. Büyük bir eylem(birini öldürmek, biryere saldırmak, vb..) için kendisine söylenenleri derinlemesine araştırmadan, olduğu gibi kabul eden adam bana göre salaktır. Birşeyi eklemden geçmiyeyim bu düşüncemde. Bunu sadece Türk milliyetçi-faşist-ulusalcı tayfası için böyle görmüorum. Her ırk ve grup için geçerlidir.



Ana konuya dönersek Türkiye'yi o zaman kurtaran milliyetçilik değildir. Halkların bilik ve beraberlik içinde hareket etmeleridir. Türkiye gibi birden fazla halkın birarada yaşadığı ve düşman ülkelerin habire birini diğerine karşı kışkırttığı bir bölgede bunun milliyetçilkle sağlamak zaten imkansızdır.

Aşağıdaki yazıyı biraz incelerseniz bunun bizzat Atatürk tarafından da onaylandığını görürsünüz. Yanlız yazıyı okumaya başlamadan önce en alt'ta bold'la yazılmış kısmı okursanız daha iyi olur.

Atatürk'ün kurtuluş savaşı döneminde kürtlerle ilgili yazılı ve sözlü düşünceleri


BELGE :1

“İKİ HALKI ÇARPIŞTIRAN HAİNDİR!”

Mustafa Kemal'in, 17 Eylül 1919 günü, İstanbul'daki Senato Üyesi Fuat Paşa'ya gönderdiği mektuptan:“...Bu Başbakan'ın (Damat Ferit) cinayetlerine ortak olan İçişleri ve Savaş İşleri Bakanları da ulusun sesini boğmak, yasal bir toplantısını (Sivas Kongresi) tanımamak, Kürt'ü Türk'ü birbirine düşürerek, Müslümanlar arasında çarpışmalara neden olmak gibi haince girişimlerde bulunuyor...”

(Atatürk'ün Özel Arşivi'nden Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yayını, Sayfa: 71)

BELGE:2

“KÜRT,TÜRK KARDEŞİNDEN AYRILMAYACAK”

Mustafa Kemal'in, 3. Ordu Müfettişi olarak Amasya'dan, Erzurum'daki Kazım Karabekir Paşa'ya gönderdiği, 24 Haziran 1919 tarihli mesajın ilk maddesi:
“1- Mr.Novil adındaki bir İngiliz Yüzbaşısı, Urfa'dan Siverek yoluyla Viranşehir'e giderek, Milli aşiretlerinin ileri gelenleriyle görüşmüş ve Urfa'ya dönmüş. Osmanlı hükümeti için çok kötü propağandalar yapmış. Ancak aşiret reislerinden aldığı kesin cevaplara sevinmemiştir. Kürtler, Türk kardeşlerinden kesinlikle ayrılmayacaklarını, bu uğurda son kişilerine varıncaya kadar ölüme hazır olduklarını söylemişler. Ayrıca İngilizler'in kendilerine vermek istediği önemli miktardaki parayı almayarak namus ve yurtseverliklerini göstermişlerdir...”

(Atatürk'ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Nimet Arsan, Sayfa: 43)

BELGE:3

“KÜRTLER OYUNUN FARKINA VARDI”

Mustafa Kemal'in, Sivas'tan 24 Eylül 1919 günü, Amerika Birleşik Devletleri İnceleme Kurulu Başkanı General Harbord'a gönderdiği ayrıntılı rapordan:
“İmparatorluğu bölmek ve Türkler ile Kürtler arasında bir kardeş savaşı çıkarmak ve bağımsız bir Kürdistan kurma planlarına ortak etmek üzere Kürtler'i kışkırttılar. İleri sürdükleri tez, İmparatorluğun nasıl olsa dağılacağıdır. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için büyük paralar harcadılar. Her türlü casusluğa başvurdular. Noil adında bir İngiliz subayı, uzun süre Diyarbakır'da bu yolda çaba gösterdi ve her türlü yalan ve aldatmaya başvurdu. Ama bizim Kürt yurttaşlarımız düzenlenen oyunun farkına vararak, O'nu ve yüreklerini para ile satan bir grup haini bölgeden kovdular...”

(Atatürk'ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, Nimet Arsan, Sayfa: 74-84)

BELGE: 4

“TÜRK,KÜRT,ÇERKES KARDEŞİZ”

Mustafa Kemal'in, Ankara'dan, Çerkes Ethem'in ağabeyi Reşit Bey'e gönderdiği 7 Ocak 1920 tarihli telgrafından:
, “konu dışı olarak, şunu da belirteyim ki, Anzavur'un alçaklığı, kendisine ve kışkırtıcı olan İngilizler ile ayakçılarına yöneliktir.Bu din ve devletin sağlam bir uyruğu olan Çerkez kardeşlerimiz, hepimizin övdüğümüz baştacımızdır. Asıl, bugün düşmanlarla çevrili Türk, Kürt, Çerkez ve diğer din kardeşlerimizin elele vermesi, sarsılmaz bir bütün oluşturmaları, namus ve yaşamımızı kurtarmak için bir zorunluluktur...”

(Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı: 34, Belge no: 849 )

BELGE: 5

“KÜRTLER, TÜRKLERLE BİRLEŞTİ”

Mustafa Kemal'in, “NUTUK” adlı eserinin, “Samsun'a Çıktığım Gün Genel Durum ve Görünüş” başlıklı bölümünden:
“Anadolu halkı, baştan aşağı bölünmez bir bütün haline getirildi. Bütün kararları, bütün komutanlar ve arkadaşlarımızla birlikte alınıyor. Vali ve mutasarrıfların hemen hepsi bizden yanadır. Anadolu'daki ulusal örgütler ilçe ve bucaklara kadar yayıldı. İngiliz koruması altında bir bağımsız Kürdistan kurulmasıyla ilgili propağanda ortadan kaldırıldı ve bu amacı güdenler yola getirildi. Kürtler Türkler ile birleşti...”

(Nutuk, Türk Dil Kurumu, Ankara, 1976, Sayfa: 15)

BELGE: 6

“KÜRDİSTAN'I AYAKLANDIRIYORLAR!”

Mustafa Kemal'in, Nutuk adlı eserinde yer alan ve 6. Kolordu Komutanı'nın, Padişah'a gönderdiği mektuptan söz ettiği bölümden:
“...komutanlar, mektupta hükümetin savaş yoluna gidep kongreyi basarak Müslümanlar arasında kan dökmeye kalkıştığı ve Kürdistan'ı ayaklandırarak, yurdu parçalatma planını da para karşılığında yüklenmiş olduğu belgelerle anlaşıldığından, hükümetin bu işte kullandığı adamların bozguna uğrayarak kaçmak zorunda bırakıldıklarından söz ediyorlar...”

(Nutuk, İnkılap Yayınevi, Ankara,1966, Sayfa: 100)

BELGE: 7

“KÜRDİSTAN'A OTONOM YÖNETİM!”

Altında “Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal” imzası bulunan ve El-Cezire KomutanıTuğgeneral Nehat Paşa'ya gönderilen masaj:
“Kişiye Özel.

El-Cezire Cephesi Komutanı Tuğgeneral Nihat Paşa Hazretlerine,

1-Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk gruplarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç politikamızın gereğidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamız ve hem de dış politikamız açısından ölçülü yerel bir yönetim kurulmasını savunmaktayız.

2-Ulusların kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtler'in bu döneme kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerinikurmuş ve başkanları ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanılmış olması ve oyladıklarında kendi kaderlerine gerçekten sahip oldukları BMM (Büyük Millet Meclisi) buyruğunda yaşam istekleri yayınlanmalıdır. Kürdistan'daki bütün çalışmaların bu amaca dayalı politikaya yöneltilmesi El-Cezire Cehpesi Komutanlığı'nın görevidir.

3-Kürdistan'da Kürtler'in Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizler'e karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla durdurulamaz bir düzeye vardırmak ve yabancılarla Kürtler'in birleşmesini engellemek aşamalı olarak yerel yönetimler kurulmasının zeminini hazırlamak ve bu yolla yürekten bize bağlılıklarını sağlamak Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bağlılıklarını pekiştirmek gibi genel yollar benimsenmiştir.

4-Kürdistan'ın iç politikası El-Cezire Cephesi Komutanlığı'nca belirlenecek ve yönetilecektir. Cephe Komutanlığı bu konuda Büyük Millet Meclisi Başkanlığıyla yazışmalar yapar. İller tarafından izlenecek yolu düzenleyip uyumu sağlayacağı için sivil yöneticilerin de bu konuda bağlı oldukları yer, Cephe Komutanlığı'dır.

5-El-Cezire Cephe Komutanlığı yönetim, adalet ve maliye (parasal) konularda değişiklik ve düzenlemeye gerek gördükçe, bunun uygulanmasını hükümete önerir.
BMM Başkanı
Mustafa Kemal.”

(TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550)

BELGE: 8

“KÜRDİSTAN'DA BULUNMAKTAN KIVANÇ DUYDUM!”

Mustafa Kemal'in, Adana'dan, 24 Mart 1919 günü, kendisi ve arkadaşlarıyla ilgili olarak ortaya atılan bir iddiaya karşılık, İstanbul'a Savaş İşleri Bakanlığı'na gönderdiği mektuptan:

“Arkadaşlarımın bu alçakça suçlamaya karşı ne diyeceklerini bilemem. Yalnız kendi adıma açıklıyorum ki; Benim Anafartalar'da, Kürdistan'da, Suriye'de, başlarında bulunmaktan kıvançz duyduğum kahraman ordular, haydutların değil, Osmanlı ulusunun namuslu çocuklarından kurulmuştur..”

(Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektupları, Sadi Borak, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1980, Sayfa: 139)

BELGE: 9

“AYRILIKÇI KÜRTLER KAZANILDI!”

Mustafa Kemal'in, Amasya'dan, 22 Haziran 1919 günü, Sivas Valisi Reşit Paşa'ya çektiği telgrafın ikinci parağrafı:

“Devletin bütünleşmesinin önem kazandığı bir sırada İngiliz propağandasının etkisinde ortaya çıkan ve Kürdistan'ın bağımsızlığını isteyenler, görüşmeler yoluyla kazanılarak Halifelik ve Saltanat çevresindeki ortak amacımıza getirildi. Çok şükür hata anlaşılarak aramıza dönmüşler ve kongreye (Sivas) çağrılmışlardır. Bu ulusal ve yaşamsal sorun için sizin gibi yurtsever, sözünü bilir düşünürlere düşen özveri, özellikle çok büyüktür..”

(Tarih Vesikaları Dergisi, Ankara, 1949, Sayı: 15, Sayfa: 162)

BELGE: 10

“BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN İSTEYENLERLE GÖRÜŞÜLDÜ"

Mustafa Kemal'in, 3. Ordu Müfettişi ünvanıyla, İstanbul'a, başta Halide Edip Adıvar, Senato Başkanı Ahmet Rıza Bey ve eski Başbakan Ahmet İzzet Paşa'nın da bulunduğu çok sayıda aydın ve polotikacıya gönderdiği mesajdan:

“...Bu düşünceme siz de katılıyorsunuzdur, herhalde. Anlattığım durum, bugün genel bir kongrenin acele olarak taplanmasını gerektirmektedir. Bu çağrı her yere ulaştırılmıştır. Devletin parçalanmasının sözkonusu olduğu bir sırada, İngilizler'in propağandasıyla ortaya çıkan ve Kürdistan'ın bağımsızlığını isteyenler gibi akımlar da, karşılıklı görüşmelerle, bu düşüncenin savunucuları, halifelik ve saltanat çevresindeki ortak amacımıza çekilerek durdurulmuş ve kongreye çağrılmışlardır..”

(Milli Mücadele, Sebahattin Selek, Cilt: 1, Sayfa: 324)

BELGE: 11

“OSMANLI ÜLKESİNİN PARÇALARI”

11 Eylül 1919 günü yayınlanan Sivas Kongresi Bildirgesi'nin 1. Maddesi:
“1- Yüce Osmanlı devletiyle anlaşık devletler arasında yapılan antlaşmanın imzalandığı 30 Ekim 1918 günündeki sınırlarımız içinde kalan ve her yerde ezici çoğunluğu Müslüman olan Osmanlı ülkesinin parçaları (ki, bu parçalar bir sonraki belgede, yani Amasya Protokolü'nün ilk maddesinde –Osmanlı toprağı, Türkler ve Kürtler'in yaşadığı topraklardır.- diye açıklanıyor.) birbirlerinden ve Osmanlı bütünlüğünden hiçbir nedenle koparılamaz bir bütün oluşturur. Bu parçalarda yaşayan bütün Müslümanlar; birbirlerine karşı, karşılıklı saygı ve özveri duygularıyla dolu, etnik ve sosyal haklarıyla, bulundukları yöne koşullarına bütünüyle bağlı öz kardeştirler...”

Sivas Kongresi, Vehbi Cem Aşkın, Ankara, 1963, Sayfa: 158

BELGE: 12

“TÜRK VE KÜRTLERİN OTURDUKLARI YERLER”

Amasya Protokolü Tutanağı'nın 1. Maddesi aynen şu cümlelerle başlıyor:
“Bildirgenin 1. Maddesinde Osmanlı devletinin düşünülen ve kabul edilen sınırları, Türk ve Kürtler'in oturdukları yerleri kapsadığı ve Kürtler'in Osmanlı topluluğundan ayrılmasının olanaksızlığı belirtildikten sonra, bu sınırın en az bir istek olmak üzere elde edilmesinin sağlanması gereği ortaklaşa kabul edildi.Bununla birlikte yabancılar tarafından, görünüşte Kürtler'in bağımsızlığı amacı altında uydurulan yalanların önüne geçmek için de, bu durumun Kürtlerce şimdiden bilinmesi uygun görüldü...”

(1-Yurt Ansiklopedisi, Cilt: 1, Amasya maddesi.
2-Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, Mustafa Onar, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1995, Cilt: 1, Sayfa: 268, Belge no: 348)

BELGE: 13

“KÜRDİSTAN'L A İLGİLENMEK GEREKİYOR”

9. Ordu Birlikleri Müfettişi Mustafa Kemal, Havza'dan, 29 Mayıs 1919 günü Genelkurmay Başkanlığı'na çektiği telgraf:

“Bağımsız Kürdistan görüşünü savunan, Diyarbakır'daki Kürt Kulübü ile hükümet yandaşı olan öteki kulüpler arasındaki çelişkinin arttığını araştırmalarımdan öğrendim. Kürtler'e ve Kürdistan üzerinde etkili, savaş sırasında yakınlık ve sevgilerini çok iyi kazandığım Kürt ileri gelenlerinden bazılarına doğrudan, bazılarına Kolordu aracılığıyla telgraflar çekerek, devletin gerçek durumunu ve kendilerince alınması gereken önlemler için gereği kadar bilgi vererek, etkili öğütlerde bulundum.

Son günlerde edindiğim bazı bilgilere göre, Kürdistan bölgesiyle de ilgilenmek gerekiyor, Bunun için bağımsız Kürdistan olmak üzere, İngilizlerce de desteklenen hangi bölgelerdir ve ileride çok...(bu cümlenin sonu okunamıyor.) Yine İngilizlerce kışkırtılan bölgeler hangileridir? Bu konuda yüksek Başkanlığınızdaki bilgilerin bildirilmesi için emirlerinizi dilerim...”

(Har Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı: 4)

BELGE: 14

“KÜRTLER'LE UZLAŞIN!”

Mustafa Kemal'in, 15 Haziran 1919'da Diyarbakır Valiliği'ne gönderdiği telgraftan:
“Bütün milletin, hayat ve bağımsızlığını kurtarmak için birleştiği şu önemli günlerde, bir yabancı devletin korumasına sığınarak düşük ve esir yaşamayı tercih eden her türlü ilkenin, ülkeyi parçalayarak her türlü derneğin kapatılması çok hayati ve gerekli bir görev olduğundan, Kürt Kulübü konusundaki uygulamanız tarafımızdan da uygun görülmüştür..
.......
Bu nedenle, Diyarbakır ve bağlı yörelerde Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Derneklerinin oluşmasına ve kurulmasına yardım edilmesini önemli salık veririm. Ve özellikle Kürt Kulübünün üyeleriyle, bugünkü telgrafım kapsamında görüşerek uzlaşmak uygundur...”

(Söylev, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sayfa: 10)

BELGE: 15

“KÜRTLER'İ TEMSİL ETMİYORLAR”

Mustafa Kemal'in Diyarbakır Valisi'ne gönderdiği yukarıdaki telgrafa karşılık, Erzurum'daki Kazım Karabekir Paşa'ya gönderdiği telgraftan:
“Diyarbakır'da Kürt Kulübünün İngilizler'in kışkırtmasıyla, İngilizler'in koruyuculuğunda bir Kürdistan kurmak amacını izlediği anlaşıldığından kapattırılmıştır. Üyeleri hakkında soruşturma yapılıyor. Kürdistan'ın tanınmış beylerinden aldığım telgraflarda, dağıtılan bu Kürt Kulübü'nün hiçbir Kürt'ü temsil etmediği, birkaç kendini bilmezin girişimlerinin sonucu olduğu, ülke ve ulusun bütünüyle bağımsız ve özgür yaşaması uğrunda her türlü özveriye ve bu konuda emirlerinize hazır oldukları bildirilmektedir...
...Hükümetin (İstanbul) bayağı tutsak bir durumda olması, başkentin baskılı bir askeri işgal altında bulunması dolayısıyla ulusun kurtuluşunun, yine ulus ordusuyla gerçekleşeceği sizcede bilinmektedir. Bu nedenle, ben Kürtler'i daha ötesi bir öz kardeş olarak, bütün ulusu bir nokta çerçevesinde birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-i Hukuk dernekleri aracılığıyla göstermek karar ve çabasındayım...”

(Söylev, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sayfa: 49)

BELGE: 16

“EZİCİ COĞUNLUK TÜRK VE KÜRT”

Mustafa Kemal'in, Edirne'deki 12. Kolordu Komutanı Mehmet Selahattin Bey'e gönderdiği bir mesajdan:
“Ezici çoğunluğu Türk ve Kürt olan bu illerden bir karış bile verilemez...”

(Söylev, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Cilt:1 Sayfa: 72)

BELGE: 17

“BEDİRHANLAR VE MALATYA OLAYI”

“Bay Novel adında bir İngiliz Binbaşı, Bedirhanlar'dan Kamuran, Celadet ve Cemil Beylerle ve yanında 15 kadar Kürt atlısıyla Malatya'ya gelmiş ve kendilerini Mutasarrıf Bedirhanlı Halil Bey karşılamıştır. Harput (Elazığ) Valisi de, bir posta hırsızını izliyor görünerek otomobille Malatya'ya gelmiştir. Bu amaçla bunlara Adıyaman'daki birlik de verilmiştir.
Amaçlarını, Kürdistan kurmaya söz vererek Kürtler'i, işlerimizi bozmaya ve bizi öldürtmeye yollamak olduğu anlaşılmış ve karşı önlemlere başvurulmuştur. Bu arada Vali ve ötekileri yakalatmak istiyoruz. Malatya Mutasarrıfı da Kürt aşiretlerini Malatya'ya çağırmıştır. Bunun üzerine 13. Kolordu işe girişti. Gereken önlemler alınmıştır. Yarın akşam Harput'tan gönderilen bir birlik, ortalığı karıştıranları tepeleyecektir...”

(Nutuk)

BELGE: 18

“DİN VE ULUSUNU SATMIŞ KÜRTLER!”

Mustafa Kemal'in, Erzincan'ın Kemah ilçesinde yaşayan ve Kürt aşiretlere yakınlığıyla bilinen eski Milletvekili Halet Bey'e, Sivas'tan, 9 Eylül 1919 günü gönderdiği mesajdan:
“...İngiliz korumasında bağımsız bir Kürdistan kurulması amacıyla propağanda yapmakta olan İngiliz Binbaşılarından Mr. Novel'in, din ve ulusunu satmış Kürt Beylerinden Ekrem, Kamran, Ali, Celadet'le birlikte Malatya'ya geldiği ve İstanbul hükümetini tutan, açıkçası ulus ve yurt haini olan Elazığ Valisinin de bunlara katıldığı ve Bedirhanilerden Malatya Mutasarrıfı Halil Beyle birlikte sözde postayı soyan hırsızları izlemek gibi uydurma bir gerekçeyle silahlı Kürtleri toplamaya giriştikleri öğrenildi.

Şöyle ki, Kürtler'in kutsal halifelik makamına ve ülkeye olan bağlılık ve ayrılmazlıklarını göstermek üzere bazı ağaların birtakım Kürt kuvvetiyle birlikte Malatya'ya doğru yola çıkıp, padişah ve ulusa karşı İngilizler'le işbirliği yapmak hainliğine kalkışan ve yörenin temiz yürekli Kürtler'ini toplayarak onların askerlerce boş yere öldürülmelerine ve padişaha, ulusa başkaldırmış duruma sokulmalarına neden olan vatan hainlerinin alçaklıklarını sözünü ettiğim Kürtler'e en çabuk yoldan bildirip, çağrıya uymalarının sağlanmasına çaba göstermelerini önemle bekler. Olanak varsa bu işe hemen girişilerek sonucun hemen bildirilmesini dileriz...”

(Rauf Orbay'ın Hatıraları, YakınTarihimiz Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 30, Belge no: 1113)

neden Kürdistan dediği konusunda ise;

Kanuni, Şarlken'e karşı yardım isteyen Fransa Kralı Fransuva'ya yazdığı Mektupta aynen şöyle diyor:"Ben ki, Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Karaman'ın ve Rum'un ve Dulkadir Vilayeti'nin ve Diyarbakır'ın ve Kürdistan'ın ve Acem'in ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke'nin ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve daha nice memleketlerin-ki yüce atalarımın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dahi ateş saçan zafer kılıçımla fetheylediğim nice diyarın-sultanı ve padişahı Sultan Beyazid Han oğlu, Sultan Selim Han oğlu, Sultan Süleyman Hanım,
Sen ki, Françe vilayetinin kralı Françesko'sun.




@vadaa

Yazının içeriğinin konuyla falza bir alakası olamsa da Trük/Kürt propagandasının neleri nasıl kullanıp, çatışma ortamı yarattığını göstermek açısından iyi bir örnek.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

said:
Ana konuya dönersek Türkiye'yi o zaman kurtaran milliyetçilik değildir. Halkların bilik ve beraberlik içinde hareket etmeleridir.

Türkiye gibi birden fazla halkın birarada yaşadığı ve düşman ülkelerin habire birini diğerine karşı kışkırttığı bir bölgede bunun milliyetçilkle sağlamak zaten imkansızdır.




1. O dediğin şey milliyetçilik oluyor zaten.

2. Türk'ün Türk'ten başka dostu yok diyip kökeni Ermeni olan bir adamdan ırkçılık hatta mallık yapmamasını bekleyemezsin, yıllar boyunca Ne Mutlu Türk'üm Diyene sözü niye yanlış anlaşıldı, niye çarpıldı dersen tiksindiğin adamların kafa yapısı yüzündendir.

Bugünkü Türkiye'nin Ülkü&Turan&Millet anlayışını eleştiren herkesin baya haklı payı var.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

gecko said:

1. O dediğin şey milliyetçilik oluyor zaten.


O tanım ne o zaman için milliyetçilik olablilir ama konunun başındaki yazıda seninde gördüğün gibi o tanımın günümüzdeki milliyetçilikle uzaktan yakıdan bir ilişkisi yok. Günümüzdeki milliyetçilik Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan her bireyin Türk sayıldığı, kendine Kürt diyenlerin dağda karda yüriyen Türkler olduğu, Ermenilerin de(bunu bir arkadaşımdan duymuştum, nette araştıramadım) Hristiyan Türkler olarak kabul edildiği, diğer ırklara da en az bunlar kadar ucube tanımlar yapan bir inanıştır. "Ben Kürt'üm", "Ben Ermeni'yim" diyenleri hain ilan edip, ezmeye çalışır. Bunun sonucunun en iyi örneklerinden biri de PKK adlı Kürtler'i savunduğunu idda edip, Kürtler'i savunmaktan başka her boku yiyen örgüttür. Sen kurtuluş savaşında da Kürtleri bugünki gibi yok saymaya, ezmeye kalksaydın ittilaf devletleriyle birlik olan Kürt grupların güç kazanmasını nasıl engellerdin?

Bir de yukardaki kadar iki yüzlü olamsa da en az ilki kadar ucube olan bir başka milliyetçilik türü daha var. Bunun da belritmeden geçmek yanlış olur. Bu grubun inanışı diğer ırkları kendinden ayrı ve daha alt seviye de kabul eder. Bu ırkların yaşamasına izin verilmesinin tek nedeni kendilerine hizmet etmeleridir. Bu da konun en başındaki yazıda gösterilmiş.

Uzun lafın kısası milliyetçilik tanımının uzun süredir senin milliyetçilik olarak gördüğün düşünce yapısıyla uzaktan yakından bir alakası yok.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...