asinanyavuz Mesaj tarihi: Kasım 29, 2008 Paylaş Mesaj tarihi: Kasım 29, 2008 Sınavıma çalışmamak adına her şeyi yaptığım şu saatlerde, taa lisede edebiyat dersi için filan yazdığım yazıları buldum. Oturdum okudum, ne komikmişiz dedim bol bol. Bilgisayarda bulduğum ikisini de paylaşıyorum, her türlü eleştiri, stili sebebiyle AHAHAHAHAH yorumu serbesttir. İkisi de kurgu bu arada. Bir İlkbahar Hüznü Bir İlkbahar Hüznü Güneşin bütün içtenliğiyle kendini dünyanın kucaklarına attığı sıradan bir nisan sabahıydı. Güneşin yaramaz bir çocuğa has bakışları, yeni bir günün oldukça hareketli geçeceğini bildiriyordu hareketli kalabalığa. Her taraf insan doluydu. Baharın en güzel tarafı olan hareketli ve etrafa gülen insanlar kendilerini her şekilde belli ediyordu saatler önce boş olan sokaklarda. Sokakların yalnızlığı ise yüzyıllar boyu sevgilisini beklemiş aşığın vuslatı gibi son buluyordu baharın her sabahında. Vuslatın gerçekleşmesiyle yeniden hayat bulan her kaldırım taşı, gecenin dertli insanlarını ve dertlerini de bir kalemde siliveriyordu acımasızca. İkyüzlüydü aslında kaldırımlar ve o kaldırımların her bir taşı. Herkesi etkilediği gibi gecenin büyüsü onların da ikinci yüzünü çıkartıyordu ortaya. Ve yeniden ortaya çıkması ile güneşin kendine çeken cilvesi, ayın büyüsünü kaldırıyor, kaldırımlar ile kendi benliklerini birbirine kavuşturuyordu, iki zıt kutbu birleştirircesine. Camdan bütün olanları ve bu kavuşmayı izleyen ben çalan saatimin haykırmasıyla gitme vaktinin geldiğini anlamıştım. Yavaşça doğrularak aldım elime çantamı. Ve sessizce attım kendimi sokağın yepyeni bahar cümbüşüne. Sokağa çıktığım anda sanki yaşamı ve sevinci öğütlüyordu bana sevinçten ağzı kulaklarına varmış yollar. Her adımımda yeni bir günün heyecanı doluyordu, doldurulamaz gibi görünen kalbime. Bu duygular içerisinde yol alıyordum okuluma doğru. Kısa bir süre sonra varabilmiştim okulumun bahçesine ve ilk adımla başlamıştı dostluğun gıdası olan muhabbetler: “- Bu gün hava ne güzel değil mi? - Ya evet, hiç de derse giresim yok açıkçası.” Ve zoraki adımlarla okulun kapısına girişimiz. Her genç kız ve genç erkeğin bahar ile başlayan okul sendromuydu bizimki de. Öyle ya dışarıda kuşlar, böcekler, hatta yalnızlığa mahkum sokaklar bile iliklerinde hissediyorken bahar sevincini, biz eğitimimizi tamamlamak için giriyorduk kapıdan içeri. Zaten ancak bu kadar kutsal bir vazife alıkoyabilirdi bizi baharın kendine çeken cilvesinden. Ders zili çalmıştı. Derse geç kalmama sorumluluğu ile hızlanan adımlarımız, sınıfın kapısının görünmesiyle yeniden yavaşlamıştı. Sıraya oturma ile başlayan yepyeni bir gün derslerin hızla akıp gitmesi ile suyu andırıyordu. İngilizce dersine kadar. Normalde oldukça neşeli olan öğretmenimizin kapıdan oldukça durgun bir şekilde içeri girmesi ile sınıfta oluşan sessizlik, “Hocam ne oldu?” sorusu ile bölünmüştü. Bu soruyu hiç beklemediği her halinden anlaşılan öğretmen, bu darbe karşısında önce yalpalamış daha sonra kendisini toparlayarak halini belli etmemeye çalışmıştı. Daha sonra yutkunarak başlamıştı konuşmasına. “Gitti!” diyebilmişti sadece ve gözyaşlarına hakim olamayarak, boğazına düğümlenen bir hıçkırık gibi “Onu kaybettik!” diye tekrarlayabildi. O an sanki tüm zaman durmuştu. Akıp giden zaman yerini buz gibi bir katılığa bırakmıştı. Sınıftaki bahar neşesi, yerini sonbaharın kasveti ve yas havasına terketmiş, kimi arkadaşlarımız ise gözyaşlarını bir sel gibi akıtmaya başlamıştı. Kelimelerin anlatamadığı bir anı yaşıyordu gözler akıttığı o yaşlarda. Çünkü giden bir eğitim ışığıydı. Çok sevdiğimiz bir öğretmenimizdi. Kendini öğrencilerine adamış, önce onlar sonra ben diyebilmiş kimi öğretmenlerin dahi kendisine olan hayranlıklarını gizleyemediği koca bir dev gitmişti. Biz öksüz kalmıştık. Tüm okul ise yetim. Buğulanan gözlerde başlamıştı geçmişin hatırası canlanmaya. Ve film şeridi başlamıştı akmaya hızla. Okulunu evi ile bir sayıp geç saatlere kadar kimi zaman gece yarılarına kadar çalışmıştı o öğrencileri için. Eğitime adanmış bir gönlün mükemmeliyet arzusunu yerine getirememenin ıstırabını yaşıyordu her gün. Öğretimin ışığını, eğitim için yol gösterici olarak kullanıyordu o. Ve yine her şeyi öğrencileri içindi. Yeterki onlar faydalı birer evlat olsundu milletlerine. Tek gayesi buydu. Tüm konuşmaları, tüm gülüşleri geçiyordu birer birer buğu perdesinden. Ve gittikçe kararıyordu görüntüler. Arkadaşımın hafifçe dokunmasıyla irkilmiş ve o tatlı anımsamadan uyanıp, gerçeğin soğuk yüzüne dönmüştüm. Ne yaşanmışsa yaşansın, değişmeyen ve değişmeyecek kuralı dünyanın, hiç sıcak olmasa da işlemişti yine. Bu sefer koca bir okulu arkada bırakarak işlemişti yasa. Film şeridinin orada koptuğunu hatırlayabiliyorum ancak. O anlardan sonrası meçhul kalmıştı yarım yamalak işleyen zihnimde. Okuldan çıkışımıza kadar geçen zaman sanki hiç yaşanmamış gibiydi. O gün okul çıkışıyla kararmaya başlayan hava, baharın renklerini hüznün karmaşasıyla griye çalmasını andırıyordu adeta. Renksizleşiyordu bir bahar günü doğasına aykırı olarak. O gün yıkılan hayaller, daha sabahında doldurulamayan kalbin küçüklüğünü gösteriyordu, acizliğimi gözlerime sokarcasına. O gün öylece son bulmuştu. Ve belki de güzel başlayan fakat kötü biten bir günümüz olarak geçmişti kısacık tarihimizin unutulmayacak sayfalarına. Okuldan dönüşte ise havanın kararmasıyla sevgilisinden ayrılan sokaklar yarenlik yapmıştı hüznüme. Yalnız kalamayan sokaklar bu sefer bambaşka bir hüznü paylaşıyordu. Bir ilkbahar hüznü yaşanmıştı gündüz gözüyle… Bir Nefes BİR NEFES Hızla esen rüzgar yüzünü yalıyordu. Gecenin karanlığı ruhunu hapsediyordu. Sıkınla ruhu hapsolduğu bedenden kurtulmak istiyordu. Bir beden ve bir ruh... Birbirini tamamlayan iki unsur tek taraflı bir düşmanlığa sahne oluyordu. Bulunduğu köprüden biraz sonra kendini bırakacağı derin ve serin suları düşünüyordu. Yolun ilerisinden gelen bir çift göz gördüğünü sandı. Daha sonra gelenin bir polis arabası olduğunu anladı. Heyecanlandı. Damarlarında gezinen adrenalin onu daha zor bir konuma sokmuştu. Derin bir nefes aldı. Polisler gelmeden yapmalıydı bu işi artık. Ve bir derin nefes daha... Bıraktı vücudunu uçsuz bucaksız bir boşluğa. Ve boşluğa kaydığı o an... Tek bir nefeslik zaman dilimi... Durdu. Sanki zaman durmuştu. Gözünün önünde bir perde açıldı. Önce bir nefes öncesi belirdi perdede. Kendini aşağıya bırakışı. Daha sonra bu köprüye gelişi ve daha sonra hızlanan perdede tüm yaşamı. O istediği üniversitenin istediği bölümünde okuyan başarılı ve sevilen bir öğrenciydi. Profesörleri geliyordu gözünün önüne birer birer. Amfiler ve oradaki dersler... Sonra üniversiteye adımını attığı ilk gün belirdi perdede. Yavaşladı bir an hızlı saran perde. O anı yaşamaya başlamıştı yeniden. Güzel bir sonbahar günüydü. Elinde sonuç belgesiyle girmişti kampüse. Ve ilk adımında tarif edilemez bir heyecan sarmıştı tüm benliğini. Yeni bir başlangıcın, yeni bir yaşamın heyecanı. Kayıt masası, orada tanıştığı ilk arkadaşlar geldi gözünün önüne. Onu buraya sürükledikleri için suçladığı arkadaşları. İçindeki nefreti hissetti. Perde hızlanmaya başladı o nefret ile. ÖSS geldi perdeye. Döktüğü terler ve sınav sonrası mutluluğu birer birer belirdi gözlerinin önünde. Daha sonra lise mezuniyetinin sırası gelmişti. Ne kadar üzmüştü kendisini o gün. Halbuki o anın hüznünü yıllar hatırlamamıştı bile. Lise arkadaşlarını gördükçe vefasızlığı aklına geliyordu, canı yanıyordu. Vefasızlığından mıydı yoksa hızla esen rüzgar mıydı kimse bilemezdi. Lise yılları birer birer belirmekteydi perdede. Nasıl da mutlu yaşamıştı oysa. Kendine acıdı. İzlerken hayatını yaptığından çoktan pişman olmuştu. Lise hayatı bittikten sonra liseye başladığı gün geldi. Aynı heyecan, aynı sevinç. Ama hepsi boştu o an için. Çünkü her şey bitecekti bir an sonra. İlköğretim, anaokulu birer birer kayıp gitti. Yeniden kaydılar yaşam filminden kare kare. Bildiklerinden sonra bilinçaltı görüntülerini görüyordu ilk defa yaşamında. Bebekliğini gördü. Ne kadar şirin ve saf olduğunu düşündü şimdiki kendisi ile kıyaslayarak. Ve o an geldi filmin son kareleri: Doğumunu gördü. Anne ve babasının yeni bir başlangıç için duydukları mutluluğu ve sevinci gördü gözlerinde. Şimdi hepsi boştu. Bir şimşek çaktı gözlerinde. Filmin şeridi koptu ve perde kaydı gözlerinin önünden. Önce bir soğukluk daha sonra onu bastıran bir sıcaklık hissetti bedeninde. Sonunda bitmişti. Bir nefeslik uzun bir ömür yaşamıştı yeniden. Şimdi serin sular üzerinde uzanan bir beden anlamsız bir ömür. Her bir nefes bir ömürdü aslında. Ancak ölümün belirsizliği anlamsızlaştırabilirdi nefesteki o anlamı. Bitmişti artık ne fark ederdi ki? Ha bir nefes, ha bir eksiği. Canına kasteden için farksızlardı. Hayatta ve yaşıyorken canına kıyanlar için daha anlamsızdı belki de. Link to comment Sosyal ağlarda paylaş Daha fazla paylaşım seçeneği…
Öne çıkan mesajlar