Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Nereye böyle?


Jhengie

Öne çıkan mesajlar

Pagan Poetry
önce;
Bir zamanlar, “mavi Stabilo bir kalemi siyah yazıyormuş gibi göreceğiniz kadar” loş ışıklar altında gecelerini geçiren insanlar yaşardı ve Asya’da şaman büyücüler vardı.
Onlar, topluluklarının hem dinsel ve hem de politik liderleriydi. Aynı zamanda doktoru ve şifa dağıtcısı...
Topluluğu kötü ruhlardan ve onların kötü oyunları olduğuna inandıkları doğal afetlerden korurlardı.
Saatleri güneşe ayarlıydı. Bulutların, rüzgarın, bitkilerin, toprağın, suyun, ateşin ve tabii ki güneşin dilinden anlarlardı.
Günbatımındaki huzursuzlukla kabilenin, kumun işaret ettiği yönle gittikleri yönün ilişkisini gören gözleri vardı. Güneşle aralarında her sabah ve akşam, kolay açıklanamayan bir alışveriş yaşanırdı.
Şamanın ateşe, toprağa, suya, yıldızlara, rüzgara ve güneşe öylesine yakından, öylesine yürekten, öylesine direkt bir bakışı vardı ki; rüzgarın esintisi içindeki bütün yabancı sesleri uzaklara üfürür, suyun akıntısı bütün şüphe tohumlarını önüne katıp götürür, ateş bütün öfkelerini yakıp savurur ve güneş bütün korkularını kurutup buharlaştırırdı.
O zaman, üzerindeki bütün bulutlar artık şamanın içinden geçer, rüzgar kulak delikleri arasında girdaplar oluşturur, ateş onunla yürür, su küçük çatlaklardan onunla sızardı.
Baharda yaylalarda bütün tomurcuklar onun teninden patlar, topluluğun bütün gözleri onun gördüklerine açılır kapanırdı.
Şaman da tıpkı topluluğun diğer üyeleri gibi biriydi. Ancak o, tıpkı şu anda masanızdaki bilgisayarın Internet bağlantısıyla sisteme girişi gibi bütün varoluşa entegreydi.
Asya’dan çok uzakta, Amerika kıtasının çöllerinde aynı sisteme entegre olabilen kızılderili kabile liderleri yaşardı. Ritüellerindeki farklılıklara rağmen onlar da şamandı. Kaktüs köklerinden kendilerine kanatlar yapabilecek kadar toprağa yakınlardı.
Bozkırın ortasında onlar da güneşi selamlardı ve alçaktan, hızla hareket eden bulutların ivmesi ile onların evrendeki bütün nüvelere sızabilecek derin kavrayışı arasında gizli bir ilişki vardı.
Bir zamanlar Asya’da güneşin beş vaktine göre Allah’ı selamlayan müslümanlar yaşardı. Güneşin doğumundan karanlığın hakimiyetine kadar geçen zamanda yüzlerini güneşe çevirerek semaya şükürlerini sunarlardı. Bulutlar kimi kez yeryüzüne neredeyse teğet, zaman zamansa sınırsız gibi görünen bir genişlikten geçerdi.
Sonra;
Babil Kulesi yıkıldıktan binlerce yıl sonra, dünyada medeni toplumlar yaşadı. Bütün küre yeni bir Babil Kulesi olmaya doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Dünya nüfusunun yarıya yakını aynı dili konuşabiliyordu. Kalan yarısı ise bu yeteneği geliştirmeye zorlanıyordu. Aynı dili konuşabilen insanların sayısı arttıkça birbirini kavrayabilen insanların sayısı azalıyordu. Kimse birbirini anlamıyordu. Medeni insanlar büyük kentlerde yaşıyordu.
Onlar için güneşi selamlayan şamanlar yoktu. Güneşi ve semayı günde beş kez hatırlayacak zaman yoktu. Kendilerine kaktüs kökleri ve mantarlardan kanatlar yapan kızılderili büyücüler çoktan yaptıkları kanatlarla uçmuşlardı.
Milyonlarca yapıtaşından oluşan modern dünya kötü bir natürmortu andırıyordu. Gece ışıkları yeryüzünün ancak elli metre yukarısına kadar kirli ve puslu bir aydınlığı taşıyabiliyordu. Binlerce insan sanki genetik kodlarındaki bir kromozom tarafından sisteme entegre olmak için zorlanıyordu. Bunun için makineler, kablolar, uydular ve elektrikten oluşan sistemler inşa edilmişti.
İnsanlar sisteme entegre olduklarında bu sadece onların susuzluğunu artırıyordu. Daha fazla bilgi zehirliyor, daha fazla animasyon gerçekliği terörize ediyor, haz duygusu bütün diğer duyguların önüne geçiyordu.
Oysa güneş her sabah kentin üzerinde milyonlarca yıldan sonra ilk kez doğuyormuşçasına büyüleyici bir biçimde görünüyor ve her akşam bu son vedasıymışçasına görkemli bir biçimde kayboluyordu.
Kentin ara sokaklarında rüzgar, toz ve pislik kaldıran iğrenç bir esintiydi... Oysa sadece yirmi metre yukarıda, çatıların üzerinde bütün kuvvetiyle esiyordu.
Kentin damları yeni bir yeryüzünü andırıyordu. Hayat, çatıların altında deyim yerindeyse “yeraltında” sürüyordu.
Dikkatlice dinlense hemen her akşam duyulan çan sesleri de, okunan ezanlar da ve sabahları öten horozlar da aynı şeyi hatırlatmaya çalışıyordu.
Birilerinin güneşi görmesi gerekiyordu.
Birilerinin rüzgarı duyması, birilerinin akşamın eflatunlarını ciğerlerine soluması, birilerinin çatılara çıkması, birilerinin toprakta yürümesi gerekiyordu. Değilse varoluşun bütününden büyük bir hızla kopan yerküre, uzak ve belirsiz bir yörüngeye doğru sürüklenecek ve karanlık ekseninde sonsuza dek dönüp duracaktı.
Şimdi;
Birilerinin amuda kalkarak dünyayı elleri üzerinde taşıyabilecek adamların yaşadığına inanması gerekiyor. Birilerinin içindeki meleklerin sesini duymak için bütün gürültüyü rüzgarla süpürmesi gerekiyor.
Birilerinin bunları yazması gerekiyor.[signature][hline][i]I get the feeling when lesbians are looking at me, they're thinking: "That's why I'm not heterosexual
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Tell me who's that writing.
John the revelator!
Tell me who's that writing.
John the revelator!
Tell me who's that writing.
John the revelator!

He wrote the book of the seven seas![signature][hline]Mahkumun dayanıklısı insana meslek zevki veriyor...
Bren - Gnome - Warlock
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
  • Yeni Oluştur...