Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Estel Strikes Back


Estel_Anorien

Öne çıkan mesajlar

Efenim çeşitli sebeplerden ve teknik arızalardan dolayı yazdığım birkaç yazıyı buraya çakmak zorunda kalıyorum gibi birşeyler. Wall of text için özür dilerim. Afiyet bal şeker olsun.


Seyahate Davetiye



Devrimlerinin sahte yoldaşı hoşgeldin. Işığın karardığı, perdelerin kapandığı yerde yine benimlesin. Silebilirsin artık yüzündeki makyajını Geriye ben ve benden başka kimse kalmadı. Ama yine de etraf yabancılarla dolu. Maskeli balonun dağılmış olmasına rağmen şehrin boş sokaklarında maskeleriyle yaşayan bir ölü gibi dolaşan insanlar var etrafta. Hepsi ben, hepsi sen. Hesaplaşmamız da seninle zaten. Unutma, sen bensin bense sen.

Romanlarda okuduğumuz gibi değildi ne hiçbirşey ne herşey. Basit benzetmelerle veya yavan karakterlerle anlatılabilecek bir hikaye de değil zaten bizimkisi. Ne kuklaların hayatı ne de göç eden kuşlar değil bu “gece yolculuğu”muzun hedefi. Hiç gitmediğimiz bir yere gideceğimiz doğru, evet. Yolculukların en zorlusu, seyahatlerin en uzununa çıkacağız. Ne kaf dağını arayanlar ne Zümrüd-ü Anka kuşunun peşindekiler bizim geçeceğimiz yoldan geçti. Şah damarın kadar yakın ve fakat Devlet-i Çin kadar uzak gideceğimiz yer. Fakat en nihayetinde eğer başarabilirsek bulacağımı şeyin pahası ile ne Karunun hazineleri ne Şark’ın elmasları boy ölçüşebilir. Onca bilinenin içindeki bilinmeyeni bulmaya gidiyoruz. Kendimizi.

Yol için hiçbirşey almana gerek yok. Bilakis yola çıkışımızın amacı soyunabilmek. Hiç çırılçıplak kaldın mı aynanın karşısında kendine karşı? Bakabildin mi bir kere olsun kendine bir çocuğa bakan gözlerle? Vücudunu saran kıyafetleri çıkartıp atmış olmana rağmen yüzünü saran maskeyi çıkartıp atabildin mi hiç? Herşeye rağmen herşeyin altındaki seni görebildin mi yaşlı gözlerle? ... Ben de öyle düşünmüştüm zaten.

Hemen umudunu yitirme. İhtiyacımız olacak tek şey o zaten. İçindeki seni, içindeki beni görebileceğine dair olan inancımız yolculuğumuzun kutup yıldızı olacak. Ne bir pusulamız, ne de üzerini saran yosunlara bakabileceğimiz bir ağaç dahi olmayacak. Fakat merak etme. Sen gözünü yıldızdan ayırma yeter. Elimizdeki tek şey bu. İnan nelerle karşılaşacağımızı tam olarak kestirmek mümkün değil ama önümüze çetin duvarlar çıkacağı kesin. Kendi ellerimizle diktiğimiz, kendimizle aramıza çektiğimiz kalın duvarlar. Birşeyler olabilmek arzusuyla temelini atmadan inşa ettiğimiz binanın yosun tutmuş duvarları. İnsan modelleri. Ruhu olmayan sen ve ben kopyaları. Bu birileri değil birisi, birşey değil birey olabilme yolculuğu. İçimizdekini ve özümüzdekini bulup kendimize sarılmak, toplum mekanizmasının dişlisi değil, kendimiz olabilme arayışı.

Ne olduğunu biliyor musun? Nesin sen? Kendini ne olarak tanımlayabilirsin? Türk, Müslüman, Komünist, Vatansever, Avukat, Doktor, Mühendis, Takım Taraftarı, İyi Eş, Aile Babası, Hayırlı Evlat, Başarılı Öğrenci... Bana kendini ancak bunlarla anlatabilirsin değil mi? Evet doğru. Bunların hepsi senin özelliklerin, toplumdaki rollerin, konumun ve görevin. Peki ama sen kimsin? Doğduğunda seninle birlikte dünyaya ne geldi? Bir mühendis mi? Bir mümin mi? Bir gelir kapısı mı? Bun dünyaya gelirken kendi adına ne getirdin? Getirmeye çalıştığını nerde kaybetin? İşte bu cevapları aramaya gidiyoruz. Özünde kimdin, neydin? Ve nasıl bu hale geldin?

Soyunduysan ve kendine bakmaya hazırsan başlayalım. Öncelikle üzerimize oturmuş kalıplardan ve derimiz haline gelmiş kıyafetlerden başlamalı kendimizi özgürleştirmeye. Maskelerimizi de atabildiğimiz zaman geriye senin adına hiçbirşeyin kalmamış olması korkutmamalı seni. İçine düştüğün boşluğun karanlığında yıldızına tutunmaya devam et. Sen sandığın “şey” olarak bu boşlukta ölmelisin ki “Sen” olarak bir çiçek gibi açabilesin. Kendi içindeki çiçek bahçelerinde filizlenip aynı karanlıkta doğabilesin. Karşına çıkacak en haşin canavarlar kendi korkuların olacak. Senin en zayıf noktanı, yumuşak karnını senden daha iyi bilen haydutlar. İşte bu yüzden en zayıf noktandan vurulup “bir korkak olarak sen” ölmelisin. Unutma özünde sen açmayı bekleyen bir çiçeksin.



Küresel Isınma


Geceleri uyuyamayanların en büyük problemidir küresel ısınma. Çünkü üzerinde yaşadığı kürenin her köşesindeki her insan öyle veya böyle bir şekilde ısınırken gecelerin soğuğunda oturan onlardır. Kimisi yorganının altında, kimisi sevdiğinin koynunda, yatağının sıcaklığında kürenin geri kalanıyla birlikte ısınarak uykunun tatlı kollarına sarılmışken, kendisinin ve yalnızlığının soğukluğunda saatlerin geçmesini bekleyenlerlerdir geceleri uyuyamayanlar. Saatlerin çabucak geçmesini, güneşin bir an önce doğmasını, kendi içlerini olmasa da en azından yer yüzünü ısıtmasını beklerler. Oturdukları tahta sandalyelerin gıcırtıları ve birkaç bardak kahve eşliğinde havanın karanlığından aydınlığına geçen sürenin acısını çekerler. Ne kürenin üstündekilerin ısındığı saatler onu tatmin eder ne de kürenin ısındığı çünkü onlar ne küredendirler ne de kürenin üstündekilerden.

Tüm kürenin üstündekiler ısınırken üşüyor olmanın acısından mıdır bilinmez geçmeyen saatlere karşı bir düşmanlık beslerler. Geçmeleri midir esas sorun yoksa geçmemeleri mi ne onlar ne saatler bilir ne de kürenin üstüne ısınanlar. Kürenin ısındığından şikayet eden insanların tam olarak neden şikayet ettikleri de zaten bilinmez. Küre ısınıyor demelerine rağmen ekim ayında karlar yağar. Tek ısınan şeyse şu koca küre üzerinde çatışmalardır. Her gün mermilerin önünde koşan insanlar yeteri kadar ısınma hareketleri yapmadıkları için her seferinde o mermilerin kurbanı olurlar. Bu sırada ise yine aynı kürenin üzerinde o mermileri sıktıranlar yatağa girmeden önce ısınma hareketleri yaparlar.

Yine aynı toptan ısıtmalı kürenin üzerinde bir köşede insanlar içlerini ısıtacak bir sıcak çorba içemezken bazıları kendilerini hiç giymedikleri için ısıtmayacak olan kürkleri uğruna hayvanları ,üşeyecek olmaları pahasına, kurtlar sofrasında haydari ederler. Küre ise tüm iddaların aksine git gide daha fazla üşür, kürkleri üzerlerinden zorla ödünç alınan hayvanlarla.

Bilim birbirine sürtünen cisimlerin sürtünme sonucu ısı açığa çıkardığını buyurduğu için insanlar sürtüşürler. Biri diğerinin böğrünü o yüzden dürter bıçağıyla, bir diğeri o yüzden hiç tanımadığı bir insana havada sürtüşen bombalar atar küreyi ısıtan jet motorlu uçaklardan. Ve işte o yüzden bir başkasını bir nebze olsun ısıtacak bir buluşa değil de göklerden ölüm yağdıran makinalara yatırılır evlerini ısıtmak için çalışan işçilerin paraları.

Kimileri başkalarını yataklarda ısıtarak kazanır hayatını, kimileri ise sadece doğru kişiyi ısıtmayı bilirler. Birinin adı orospuluk olur, ötekisininkisi fırsat avcılığı. Nice küreler ısınır gecelerde, ısıtanlar aynıdır ama küreler farklıdır yalnızca. Doğru ata oynamanın kazandırdığı ufak kağıt parçaları sobalarda yakıldıklarından daha fazla ısı verir insanların cüzdanlarında. Kimilerinin cüzdanları şişerken bu küresel ısı kaynaklarıyla kimileri ise kelaynaklar ile yarışır kimin neslinin daha önce tükeneceği üzerine. En nihayetinde bütün küre insanların birbirlerini tamamen iyi niyetle ısıtmaya çalışmaları ile ısınsa da kalplerin içindeki boşluklar her zaman soğuk ve ıssız kalır.

İşte bilimsel anlamda “küresel ısınma” üzerindeki bütün bu ısınmaya karşı yerkürenin tecavüze uğrayan bir kadın gibi çığlık çığlığa bağırmasıdır. Git gide daha çok ısınan ise ancak kürkleri içindeki kutup ayılarıdır fakat yataklarına girmeden önce ısınma hareketleri yapan ayıların bu durumdan haberi yoktur hiçbir zaman. Sonuç olarak şairin dediği gibi bütün renkler aynı hızda kirlenir ama birinciliği beyaza verirler.


Toplumsal Süikastler (aka. Hrant Dink'e elveda)


En umulmadık anda bir mermi çıkar sahibi meçhul bir tabancadan ve bir adam fail-i meçhul bir cinayete kurban giderek yığılır yere kanlar içinde. Tarih sayfalarında bir iz bırakmak için mi ateşlenmiştir o tabanca bilinmez ama polisler parmak izleri arar yere yığılan adamın yara izinin müsebbibine ait. Dünyada bırakabileceği yegane iz 9 ay boyunca silinmeyecek bir parmak izi olan bir densiz yüzünden bir toplum böğründen yaralanır. Aynaların dahi gerçeği yansıtmadığı bir dünyada gerçeğin ne olduğuna dair kimsenin elinde bir ipucu yokken ellerindeki gerçek kırıntılarını yansıtan aynalar kırılıverir çelik kaplı mermilerle. Ve kimsenin ağzından sessiz bir çığlık dahi çıkmaz batan güneşlerin ardından.

Milyonlarca parmak izinin arasından kırık aynaların üzerindeki eşi bulunana kadar yerde yatan bedenden çok insanların içi kanar. Her gün etrafındaki insanlar tarafından kurşun yağmuruna tutulmuş bu insanların üzerinde sanki yeterince parmak izi yokmuş, sanki bu insanlar yeterince kanamıyorlarmışcasına 17 yaşındaki bir çocuğun mermileriyle bir daha delinirler. O çocuğun akranları da sokaklarda kelebek bıçağı taşıyıp içki içip, sayıca üstün kişilere saldırma cesaretine sahip olmakla övünürler. Ama hiçbirinde kalın bir kitabı okuyacak, birkaç kelime yazacak kadar dahi cesaret yoktur aslında.

Kimileri dokunarak süikastler işlerler dantel işlermişcesine başkalarının kalplerinde. Kabuk tutumuş yaralar bile açılır yeni yaralarla birlikte. Diğerini tanımadan herkes ilk iş zırhlarını kuşanır, tabancalarına davranır. Karşıdakini vurmasa da havaya ateş edebilmek için. Bu sebeptendir ki halkı temsil eden milletvekilleri düğünlerde havaya ateş açar, yılbaşı kutlamalarında taksim meydanında 22 yaşında bir genç bir anda yere yığılır, toplu olarak sevinmemizi gerektiren durumlarda kaza kurşunları "sevinç şehitleri" seçer kendilerine. İçimizdeki ilkel hayvan, gücünü belindeki tabancayla, düğünlerde havaya saçtığı yabancı paralarla ortaya koyar. Toplumlar ne kadar evrim geçirirse geçirsin içlerindeki hayvan bir sürüngenden iki ayaklı bir canlıya doğru dahi evrim geçiremez. Evrim zincirinin halkaları da işte bu hayvanlarda kopar. İki kültürün arasında sıkışmışlıklarındandır ki bu geni bozukların içinde yaşadığı toplumlar evrilemezler. Kendi fidanlarını darağaçlarına çeker, kendi aydınlarını otellerde yakar, şairlerini sürgüne yollarlar.

Cevaplar değildir zaten bu toplumların aradığı. Onlar köylerinin meydanında ibret-i alem için alıp, arkasından uluyacakları kelleler ararlar. Kendi üzerlerinde baskı kurup arada sırada yükselen aykırı sesleri susturmak kafidir bu tip toplumlarda. Diğerini ve ötekini tanıma zahmetine girmeden; kürt, ermeni, çerkez, şii, sünni gibi kalıplara döküp beş dakikada çıkartıverirler idam kararını. Bazı kuklaların ipleri büyük ellerin makaslarıyla kesilirken, hiçbirinin farkında olmadığı çarkların dişlileri usul usul dönmeye devam eder. Onlarsa kendi aydınlıklarını ve güneşlerini, kafalarının karanlığında, boğarlar. Ve artık o coğrafyalarda güneş hiçbir zaman bir daha eskisi kadar güzel batmaz.


Ellerdeki Kan Damlaları


Katillik doğuştan gelir. İnsanın içindeki garip bir güçtür bu. Daha çocukluktan kimileri kurbağaların bacağına, balıkların kuyruğuna, yılanların ucuna taş bağlayarak başlar bu serüvenine. Kimileriyse sessiz, sakin geçen bir çocukluğun ardından içindeki bastırılmışlığı fışkırtıverir dışarıya. Söyleyecekleri sözleri tükenenler ya da hiç sözü olmamışlar içlerindeki çığlığı bastıramadıkları anlarda başkalarına çığlıklar attırırlar. Sorunlu bir çocukluk veya fazla sorunsuz bir çocukluk, içten gelen bir huzursuzluk veya insanın karışık bünyesine fazla gelen bir huzur; iki durumda da insanlar kendi ayaklarına ömür boyu taşıyacakları taşlar bağlarlar.



Bu insanların katillik duyguları anlam veremedikleri dürtülerle tetiklenir. İçlerindeki duyguları dışavuramazlar belki ama esasında hepsi gizliden gizliye birer sanatçıdır. Karındeşen Jack gibileri cinayetlerini bir sanat icra edermişcesine bir düzen ve görsellikle işlerken Adolf Hitler gibileriyse esasında her zaman içten içe ressam olmak istemiştir. Marilyn Monroe’nun kendisi için yapabileceği hiçbirşey kalmadığında intihar ettiği gibi onlar ise kendileri için yapabilecekleri hiçbirşey kalmadığında toplumun dikkatini kendilerine çekebilmek için öldürürler. Fakat bilmezlerki toplumların son kıllanma tarihleri 35 günü geçmez. Yaptıkları toplum tarafından 35 gün sonra unutulunca daha da sinirlenirler. Teksas’lı kovboylar ve ortadoğudaki yardakçılarıysa militan belledikleri bir adamın üzerine dört adet helikopter gönderip geride kararmış iskeletleri, bebeğinin biberonuyla patikleri kalana kadar füze yağdırır ailesiyle bindiği araca, ardındansa araçta kadının ve çocuğun olduğunu bilmediklerinden yakınırlar.



Katiller kendi oyunlarını oynayıp sahnelerinde cirit atarken, Dünya ise ölü bir adamın çekiciliğiyle sona doğru yaklaşır. Onun kendi etrafında salınarak attığı her turdan geriye yapışkan ve iç burkucu lekeler kalır. Sonun yaklaştığı her saniye herşeyin hikayesi biz farkında olmadan anlamlarını bulan kelimelerle yeniden yazılır. Hepimizi bekleyen melodramik son yaklaşırken yapacak hiçbirşeyimiz olmadığı için sadece melül melül bakmakla yetiniriz. Kendimizin olduğumuz gibi bir fotoğrafını çekebilecek kadar cesur olup olmadığımızı bilmediğimizden geçmişe dair muhasebeler yaparken buluruz kendimizi. Yaptığımız, yapamadığımız ve yapmış olabileceğimiz herşeyi sorgularken hesaba televizyondaki reklamların bitmesini beklerken, kırmızı ışıkta dururken, tuvalette otururken geçen zamanı eklemeyi atlarız. Hayatın verimlilik hesabını yaptığımızda ise kendimize karşı verdiğimiz sınavla sınıfta kalırız.



İnsanlık tarihinin hesabını yapmak ise çok daha acıklıdır. İnsanlığın dengesizliklerini ttartacak terazide karşı tarafa koyabilecek ağırlıkları bulmak dengesizliklerin sayısını bulmaktan da zordur. Zira insan doğadaki maymundan şimdiki haline gelmesine yol açan mutasyondan bu yana terazinin ve doğanın dengesini bozmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Doğaya ve yırtıcı hayvanlara karşı verdiği savaş yetmezmiş gibi en çok kendisiyle savaşmış, bu yolda herşeyi mübah görmüş, doğadan aldığını yine ona karşı kullanarak hem kendini hem de doğayı yaralamıştır. İçindeki katillik dürtüsü o zamana kadar karşılık vermemiş olan doğaya karşı da başgöstermiş ve hıncını, misket oyununda misketlerini arkadaşına kaptıran çocuğun hıncını annesinden aldığı gibi, ondan çıkartmıştır. Doğanın çanlarıysa artık hem katiller hem de bizim için çalmaktadır.


Kardankadinlar


Kadınlar kar tanesi gibidir. Her biri birbirinden farklı, özel ve güzeldir. Sen farkına varmadan, sanki başlamaması kadar garip birşey yokmuşçasına, usul usul yağarlar insanın hayatına. Tek bir kar tanesi bile bembeyaz bir örtü ile kaplayıverir etrafı. Bir kadını kartanesinden ayıran en önemli özellik ise kar tanelerinin aksine onların yokolmayışlarıdır düştükleri yerlerden. Onlar kar tanelerinin aksine düştükleri yerlerde kalırlar ve büyürler. bir kar tanesi bile çığlara yol açar insanın içinde. Karların örttüğü topraklar masumdur, beyazın zarafeti ile büyülenir insanların iç şehirlerinin sokakları. Baharlarda ise rengarenk çiçekler açar eriyen karların ardından kadınlar sıcak ilkbahar yağmurlarına dönüşürken. Bir kadının elinin değdiği yer aynı kalmaz o yüzden hiçbir zaman. Dokunduğu yerlerde kuşlar şarkı söyler, çiçekler sanki bir daha bahar olmayacakmışçasına açarlar. Karların köy yollarını ulaşıma kapadığı gibi kadınlar da bilinç yollarını ulaşıma kapayıverirler adamın. Okullar tatil edilir kardan ama kalpler tam mesai çalışmaya devam ederler. Her kar yağışından sonra insan biraz daha değişir. Sokakların kaldırım taşları aşınırken insanların içleriyse sadece değişir. Fakat kadının değip geçtiği hiçbir yer aynı kalmaz. Asittir aynı zamanda kadınlar. Ateştirler. Yakarlar düştükleri yerleri. Ama asidir kadınlar.Asildirler. Sorgulamazlar olup bitenleri. Erkeklerden daha iyi bilirler o yüzden çekip gitmesini. İncedirler, kırılgandırlar kır çiçekleri gibi. Ancak boyunları büküldüğünde bile rüzgarlarla kokularından hiçbirşey kaybetmezler. Yine onların kokularıdır yastıklara, eşyalara, odalara sinen. Ve asla çıkaramazsın o kokuları ne kadar uğraşırsan da zihninden. O kokularıysa en çok akşam vakti boş odada yalnız kalınca duyarsın burnunun ucunda. Yatağına bile giremezsin göz kapakların uyuşunca. Tehlikelidir o yüzden kadınlar. Oyuncak değildir hayalleri. Terkediverirlerse kalırsın yağmamış karların burukluğu ve mağrurluğu ile gelen ilkbaharlarda. Kaçacak delik ararsın kendine şehrin sokaklarında. Ama köşe bucak hatıralarla doludur. Yaşanmışlıklar yağar üzerine karlarla birlikte. Kaçamazsın hiçbir yere. Ya karla karışık çamur birikintilerine saplanır ayağın ya da kokuları kovalar seni caddelerde. O yüzden şehirler değiştirmelidir insanlar büyük kadınlar hayatlarından çıkınca yeniden karlar yağabilsin diye. Dar gelir yoksa sokaklar. Nefes bile alamazsın. Yürüdükçe cümleler gelir aklına. Yeteri kadar yürüsen yazacaksındır şiirlerin, yazıların en güzelini fakat üşürsün bahar öncesinin kuru soğuklarında. Kar topladığını sanırsın güneşin gökyüzünde fakat sen tekrar parıldamadıkça bir güneş gibi, kardanadam yapmak için elinde havucuyla karın yağmasını bekleyen bir çocuktan fakrsızsındır. Soğuklarda uyuyunca donacağından korktuğundan mıdır uykuların kaçar. İçindeki boşlukta yankılanır sessizlikler. Oysa sen sokak lambasının ışığına bakarsın kar yağıp yağmadığını anlamak için. Ertesi günün tatil olabileceği umuduyla cama koşarsın ama yağan kar değil sulukardır. Tutmaz yerde bilirsin. İlk güneş ile eriyeceğini bilsen bile kar fırtınaları umarsın cama her koştuğunda. Yağmurlar da yağar ara sıra, tek gecelik ilişkiler de yaşarsın. Ama sen içinden hep yağdığında yerde kalacak karlar umarsın. İstemesen de kafiyeler yaparsın konuşurken gece vakti kendi kendine. Her geçen gün bahar daha da yaklaştıkça gizliden gizliye önündeki kışları beklemeye başlarsın yeni karlar umuduyla.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Tek tek okuyup yorum yapacağım ben bunlara =P

İlk yazı, Seyahate Davetiye'de böyle bir "Bilge Adam" tadı var. Benim özellikle hoşuma giden "maske" temasını çok güzel kullanmışsın, göndermeler de gayet hoşuma gitti. Dili çok iyi kullanmışsın bir de, onu da atlamayayım.

"Vücudunu saran kıyafetleri çıkartıp atmış olmana rağmen yüzünü saran maskeyi çıkartıp atabildin mi hiç?" cümlesi (sorusu?) yazının özeti olmuş bence, yazıdaki en vurucu kısım.

Son paragraf da özellikle güzel, bir yerde bu konunun işlendiğini hatırlıyorum da, neresi olduğunu çıkaramadım.
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

×
×
  • Yeni Oluştur...