Penthesilea Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 elaidi said: Sevgi mi beslesin? Evcil hayvan mı beslesin? Sokak çocuğu mu beslesin? NE BESLESİN BU ÇOCUKAHAHAHAH BU AKDAR AC INSAN VARKEN SD,FSAJFSADFS SEVGI MI BESLENIRJ AIDMadAUHDaus
Ekmek Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Ezbere konuşmuyorum, ben 80 darbesini bizzat yaşadım burda militarizim teokrasiye yol açmadıkça göz önünde bulundurulabilir sadece. Biz sıkıldık darbeden. Artık darbe istemiyoruz. YAŞASIN ASKER YAŞASIN DEMOKRASI
elaidi Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 bu çocuk aklını peynir ekmekle yemiş
Ekmek Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 yıkıcı olmaya gerek yok elaidi, konu hakkında yorum yapmayacaksan lütfen kalabalık yaratma. biz darbeden bahsederken sen insanların benimsediği nickleriyle dalga geçiyorsun. ayıp. tencere.
Recall06 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Konuyu açan Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Hepiniz 80 cocuklarisiniz.. yani darbe sonrasi egitim sisteminden gectiniz... Ataturkun bu halka armagan ettigi devrimleri ve aydinlanmayi bu halka cok gorduler.. Darbeler yaptilar, bunlara zemini onlar hazirladi.. BU ULKENIN KURULUS ANAYASASINI degistirdiler.. Militarist soylemlerle haki kenetlemeyi uygun buldular.. Ilim ve Bilim ogreterek degil.. Cahil birakilmis toplumu yonetmesi kolay oldugundan bozdular herseyi.. AMA ATATURK biliyordu demisti.. HALKINI EGITMEYEN DEVLETLER COKMEYE MAHKUMDUR!!
Azmodai Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Ekmek said: Ezbere konuşmuyorum, ben 80 darbesini bizzat yaşadım burda militarizim teokrasiye yol açmadıkça göz önünde bulundurulabilir sadece. Biz sıkıldık darbeden. Artık darbe istemiyoruz. YAŞASIN ASKER YAŞASIN DEMOKRASI
Recall06 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Konuyu açan Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Ekmek said: RAHAT UYU ATAM, İZİNDEYİZ. Anlamiyorum dalgami geciyorsun? Evet IZINDEYIZ onun IZINDEYIZ.. Emperyalist ir devlette olmamiz, kapitalizm ugruna ter dokmemiz, BEYNIMIZIN de oyle oldugunu gostermez...
Ekmek Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 azmo gibi, elaidi gibi atatürkün adını duyunca kaçacak delik arayan adamlarla muhattap olmuyorum artık. Ne mutlu türküm diyene.
calimero Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Recall06 said: Ekmek said: RAHAT UYU ATAM, İZİNDEYİZ. Anlamiyorum dalgami geciyorsun? Evet IZINDEYIZ onun IZINDEYIZ.. Emperyalist ir devlette olmamiz, kapitalizm ugruna ter dokmemiz, BEYNIMIZIN de oyle oldugunu gostermez... yalnız buradaki bold ladığım kısımdaki söylenenler yanlış. türkiye yarı kapitalist artı yarı sömürge bir devlettir. nerede emperyalistliğimiz nerede kapitalistliğimiz.
Penthesilea Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Recall, Aydın dediğiniz de insandır. Kolu var, ayağı var. Aydın olduğu için kol yerinde Çerkez Ethem konusunda düşüncesi var. Yine kol yerinde İnönü zaferleri konusunda düşüncesi var. Ayakları yerinde Tanzimat konusunda, Mustafa Kemal'in Hareket Ordusu'ndaki rolü konusunda düşüncesi var, Anafartalar'daki Mustafa Kemal konusunda, Sabahattin Ali konusunda düşüncesi var. Aydın, bir düşünce demetidir zaten. Şimdi bir Yalçın Küçük çıkmış, on yıldır her adım attığında, her ağzını açtığında aydınımızın bir kolunu alıyor. İnönü zaferi mi, yok öyle bir şey, diyor. Tanzimat Batı'dan geldi, diyorsunuz, hayır Mısır'dan geldi, diyor. Çerkez (Ethem hain değildi, diyor. Kemalist insan ne yapacak bunlara karşı? Ben TİP'in, TKP'nin bile Kemalizm'den çok ayrı bir ideoloji oluşturabildiğini düşünmüyorum. Onlar da Kemalizm'in bir parçası.
Ekmek Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Çok sevdiğim bir üstad said: Ey saçları "alagarson" kesik hanım kız! Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız! Bacağımla alay etme pek topla diye. Bir sorsana o topallık nerden hediye ? Sen Şişli'de dansederken her gece, gündüz Biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık; Siz salonda dansederken bizler savaştık. Ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız, Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız! Olan işler dimağını azıcık yorsun! Biliyorum elbisemle eğleniyorsun; Biliyorum baldırını o kadar nazla Örten bir tek ipek çorap kıymetçe fazla Benim bütün elbisemden... Hatta kendimden... Biliyorum: Çünkü bugün şu dünyada ben Neyim? Bir hiç... işe güce yaramaz, topal... Sen sağlamsın senin hakkın dünyadan zevk al: Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz! Ey gözünün rengi bana yabancı güzel, Her yolcunun uğradığı ey hancı güzel! Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün Yapıyorduk bizde kanla, barutla düğün. Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur Dolaşırken... Biz de tipi, fırtına, yağmur, Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık; Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık; Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık... Gülme bana bakıp pek arsız arsız Sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız! Sana karşı haykıranı mecbursun dinle; Bugün hesap göreceğiz artık seninle: Ben cephede geberirken, geride vatan Aşkı ile bin belalı işe can atan Anam, babam, karım, kızım eziliyorken Dağlar kadar yük altında... Gel, cevap ver, sen Bana anlat, anlat bana, siz ne yaptınız? Köpek gibi oynaştınız, fuhşa taptınız! Anavatan boğulurken kıpkızıl kanda Yalnız gönül verdiniz siz zevke, cazbanda... Ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu: Sizin için harbederken yedim kurşunu. Onun için topal kaldı böyle bacağım, Onun için tütmez oldu artık ocağım. Nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda Sallanarak ölü kaldık biz bataklarda. Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız, Bu amansız boğuşmada öldü yarımız, Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız Size şarap oldu sanki... Şehit canımız Güya sizin mezenizdi! Yiyip içtiniz; Zıpladınız,kudurdunuz arsız,edepsiz!... Gerçi salonlarda "yıldız" dı senin adın, Hakkikatte fahişesin ey alçak kadın! Ey allıklı ve düzgünlü yosma bil şunu: Bütün millet öğrenmiştir senin fuhşunu. Omuzunda neden seni fuzuli çeksin? Kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..
-007- Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 o diil de "ilim" diyenlere önyargıyla bakıyorum gayet. Bilim ulan
Penthesilea Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Penthesilea said: Recall, Aydın dediğiniz de insandır. Kolu var, ayağı var. Aydın olduğu için kol yerinde Çerkez Ethem konusunda düşüncesi var. Yine kol yerinde İnönü zaferleri konusunda düşüncesi var. Ayakları yerinde Tanzimat konusunda, Mustafa Kemal'in Hareket Ordusu'ndaki rolü konusunda düşüncesi var, Anafartalar'daki Mustafa Kemal konusunda, Sabahattin Ali konusunda düşüncesi var. Aydın, bir düşünce demetidir zaten. Şimdi bir Yalçın Küçük çıkmış, on yıldır her adım attığında, her ağzını açtığında aydınımızın bir kolunu alıyor. İnönü zaferi mi, yok öyle bir şey, diyor. Tanzimat Batı'dan geldi, diyorsunuz, hayır Mısır'dan geldi, diyor. Çerkez (Ethem hain değildi, diyor. Kemalist insan ne yapacak bunlara karşı? Ben TİP'in, TKP'nin bile Kemalizm'den çok ayrı bir ideoloji oluşturabildiğini düşünmüyorum. Onlar da Kemalizm'in bir parçası.
daverc Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 ilim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır
elaidi Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Devlet, milletlerin oluşturmuş olduğu düzenli ve teşkilatlı topluluklardır. Her milletin kendisine ait bir devleti vardır. Devlet anlayışı, milletler için çok eski bir adettir. Bilinen ilk çağlarda, kabile türü devlet yönetimi var olmuş, çağlar ilerledikçe insanlar medenileşmiş ve insanlarla beraber devlet anlayışı da medenileşmiştir. Devlet anlayışı, özünde topluma dayanır. İnsanlar, toplum hâlinde yaşamak zorunda olan canlılardır. Devletin görevi de işte bu toplumu eşit ve adil bir şekilde yönetmektir. Her şey gibi zamanlar devlet anlayışında da gelişmeler olmuş, ilerlemekte ve yenilenmekte sınır tanımayan insan beyni, devlet idaresinde yeni yöntemler bulmuş, daha sonra bunları hayata geçirerek insan kitlelerini yönetmekte en verimli hâli yakalamaya çalışmıştır.
Recall06 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Konuyu açan Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 calimero said: Recall06 said: Ekmek said: RAHAT UYU ATAM, İZİNDEYİZ. Anlamiyorum dalgami geciyorsun? Evet IZINDEYIZ onun IZINDEYIZ.. Emperyalist ir devlette olmamiz, kapitalizm ugruna ter dokmemiz, BEYNIMIZIN de oyle oldugunu gostermez... yalnız buradaki bold ladığım kısımdaki söylenenler yanlış. türkiye yarı kapitalist artı yarı sömürge bir devlettir. nerede emperyalistliğimiz nerede kapitalistliğimiz. Ben amerikadayim.
Penthesilea Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Simdi ordu konusunda sunu yazmak istiyorum ben. Önce çok yakın zamanlı saptamalar yapmak durumundayım; üç nokta var. Bir: Ülkemizin bir "restorasyon" süreci içinden geçtiğini yazıp duruyorduk. Ecevit de, son çalkantılara "restorasyon" demeye başladı. Çok cahildir, bu tür sözleri bilmez ve bizden aldığı kesindir. İki: Geçen yaz ortasında bir basın açıklamasıyla ve daha sonra, ilgili savcılığa yazıyla başvurarak RP'nin kapatılması gerektiğini ileri sürdüm ve istedim, Refah Partisi'nin kapatılması süreci başlatılmıştır ve ben, karar için en uygun zamanın arandığını görüyorum. Üç: Daha önce başkasının aklına geldi mi bilmiyorum, çok kısa bir süre önce, imam-hatip liselerinin kapatılmasını, buralardan mezun olup da yöneticilik, yargıçlık ve öğretim üyeliği görevlerinde bulunanların tasfiye edilmesini istedim; son milli güvenlik kurulu, "ihtiyaç fazlası" olanların kapatılmasına tavsiye etti, hepsi ihtiyaç fazlasıdır. Sonra orta zamanlı üç saptama yapmak zorundayım; birincisi şu ünlü "27 Mayıs" ile ilgilidir, a. Türk gericiliği, 27 Mayıs ile 12 Mart ve 12 Eylül arasında kesin bir ayrım yapıyor; buna karşılık sözde 'Türk Solu" bunun üçünü aynı sepete koyuyor. Kesin gaflettir, b. 27 Mayıs, kesin bir halk hareketi ve devrimidir. Oluşumun da, başını profesörler, Turhan Feyzioğlu, Aydın Yalçın, Muammer Aksoy'un çektiği, yakınında Coşkun Kırca'nın, şimdi Amerika'da, seyyar vaiz Fethi Gülen'in elçisi Şerif Mardin'in ve çok arkasında Ecevit ve benzerlerinin yer aldığı, "Forum Dergisi" çerçevesinde, bir aydın çıkışının büyük rolü görülüyor. 27 Mayıs'a yaklaşırken, genel başkanı olduğum Fikir Klübünün -Hikmet Çetin benim sekreterimdi- rolü de büyüktür. Fikir Klübü'nün, Mayıs'tan sonra, Fikir Klüpleri Federasyonu, daha sonra Sosyalist Fikir Klüpleri Federasyonu adını aldığını, daha sonra Ertuğrul Kürkçü-Doğu Perinçek aracılığıyla Devrimci Gençlik Federasyonu ve daha sonra da Türk Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi'ne aktığını tekrarlıyorum, c. Ancak 27 Mayıs'ın oluşumunda en aktif rol, 'Türkiye Milli Talebe Federasyonu" eylemlerine ait bulunuyor; Türkiye gençliğinin bu en örgütlü yapısı, daima bir polis kuruluşu olan Milli Türk Talebe Birliği'nin karşısında, örnek olsun Refah'ın Kültür Bakanı İ. Kahraman bu örgüttenmiş, bunun benim için anlamı polis olduğudur, bin dokuzyüz ellili yıllarda, devletin boyunduruğundan çıkma mücadelesi veriyordu. Benden önce bu mücadelenin önünde ve şimdi yine önde olanlardan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, Vehbi Koç'un bürokratı Can Kıraç vardı. Benimle birlikte olan şimdi Barış Partisi'nden Mahmut Kemal Kumkumoğlu, Ahmet Güryüz Ketenci, Mayıs'tan sonra da bu çizgiyi sürdürdüler. Ancak bu hareket, elli sekiz ve elli dokuz yıllarında, benim yönetimimde, tam bir kütle boyutunda, sürekli polis çatışmalarıyla, Türkiye'yi tuttu ve "demokratize" etti. d. Yeni bir kavram ileri sürüyorum; "hareketi kendisiyle bitirenler," yeni bir kavramdır ve bu zincire bir halka olup, sonra Thkp-C'yi bitirenler, şimdi bu tarihe büyük bir kinle bakıyorlar, aslında, bu tarih belgedir ve zamanın gazetelerinin birinci sayfasında resimlidir. Tabancalıdır ve silahlıdır; zamanın ünlü haftalık dergisi Kim'in kapağını, "Bakış" kitapçığıma kapak aldım; kör gözleri daha da körleştireceğini sanıyorum. Önemi şurada yatıyor, bu mücadele ile büyük gençliğimiz, devletin ideolojik boyunduruğundan kurtarılmış ve bağımsızlaştırılmıştır. İstanbul'da 28 Nisan ve Ankara'da 29 Nisan 1960 tarihlerinde, ise, iki ayaklanma provası olmuştur. Turan Emeksiz, Castro Nuri, hala yaşayan milli futbolcu Doktor Memduh, o zaman öne çıkan kahramanlarımızdır, hepsini saygıyla anıyorum, e. Kesin halk katılımı vardır. 28 Nisan, İstanbul'daki, bir halk hareketidir ve 29 Nisan'da polis kuvvetleri tarafından sarıldığımızda, Ankara'da, Cebeci Halkı, yaşlı nineler, eteklerinde cephane olarak bize taş taşıdılar; hala göz yaşlarıyla şükran duyuyorum, f. Ancak asıl halk katılımını, elli yediden sonra İsmet Paşa sağlamıştır; Paşa'nın her Anadolu'ya çıkışı bir küçük isyana dönüşmüş, hükümet kuvvetleri ile halk karşı karşıya gelmiştir. Bunlardan birisinde, Said-i Nursi'nin Ankara yakınında yeşil bayrak açması üzerine, Paşa üzerine yürümüş, generaller önünü kesmek isteyince genç subaylar Paşa'ya yol açmışlardır, ordunun bölünüşüdür. Belki de bu zamandan sonra genç subayların halk hareketimize katılımı başlamıştır. Birinci tez şudur: 27 Mayıs, bir halk devrimidir. İkinci tez şudur: Ancak 27 Mayıs bir örgütsüz halk devrimidir. Örgütsüz olduğumuz için halk devrimimizi elimizden kaçırdık. 27 Mayıs, kısa bir süre içinde, emperyalizmin, sermayenin ve şovenizmin rengine bürünmeye başlamıştır. Devam etmeden önce bir parantez açıyorum. Bir çok yerinde teoremimiz var; "teorisiz devrim olmaz", bu teorem yerindedir. Ancak Türk ve Kürt Solu'nun teorisizlik bir yana giderek esnaflaşma tehlikesi ile karşı karşıya geldiğini görüyorum; hem kavramlaştırmaktan kaçıyor ve hem de teoriye sırtını dönüyor. Bu incelemede değineceğim; örnek olsun, bir yanda, Ercan Kanar'ın ve diğer yanda Sedat Yurtdaş'ın, son Mgk kararı ile ilgili açıklamaları, bende bu izlenimi bıraktılar, ipin ucunu kaybetmişe benziyorlar. Şimdilik her ikisine ve benzerlerine, bu paragrafta, "bizi" izlemelerini, "bizden ayrılmamalarını". Özgür Politika'yı yakından takip etmelerini ve özellikle Med televizyonunun politik yayınlarını, artık Cuma'ya alınan panellerini, birkaç kez seyrettikten sonra seminer olarak çalışmalarını söylemek istiyorum. Tek sözcükle ciddiyet talep ediyorum. Teorisiz ve perspektifsiz politikanın, esnaf çizgisi olduğunu tekrarlıyorum. Kavramlaştırma nedir? Şu anda, İstanbul polis şefi Diyarbakır'dan, Ankara polis şefi Urfa'dan geliyor; demek oluyor, bir zamanlar memurun sürgün yerleri, şimdi baskı aygıtında, terfi anlamına geliyor. Bu kadar mı? Bir: Benim kitaplarımda Türk Genelkurmay başkanlarının yakın zamanlarda, mutlaka İstanbul'daki birinci ordu komutanlığı görevinden geçtikleri, bir "yasa" olarak, yazılıdır. Bunun bir istisnası var; Faruk Gürler, Cumhuriyet Gazetesi'nin terfi tartışmalarına açıkça katılmasıyla, o zaman Konya'da olan ikinci ordudan kara kuvvetlerine ve daha sonra da genelkurmaya gelmiştir; Avcıoğlu Hareketi'ni eline yüzüne bulaştırmış ve daha sonra, gerici kampa geçmiş, 12 Mart Darbesi'ni yapmış, kendisine güvenenleri rezil etmiş ve kendisi rezil edilmiş ve kanserden ölmüştür. Bu yasa şudur: Birinci ordu komutanlığı, İstanbul'da, gelecek genel komutanla büyük sermaye kesiminin bağ kurma yeridir ve gelecek komutanın büyük sermaye ideolojisini vücutlamasının kanalıdır. Bu kadar mı? İki: Bütün kritik zamanlarda, dışişleri bakanı, Moskova büyükelçilerinden seçilmiştir. 27 Mayıs, dışişleri bakanı olarak oramiral Fahri Korutürk'ü ilan etmiş, ancak altı saat sonra, değiştirilmiş, yerine, Moskova eski büyükelçisi, Stalin'in Türkiye'den toprak ve üs istediği yalanının yayıcısı, büyük Amerikan uşağı Selim Sarper getirilmiştir. 12 Mart, dışişleri bakanını doğrudan doğruya Nato'dan getirmiş. Nato'da memur diplomat Osman Olcay dışişleri bakanı yapılmıştır. Ancak 12 Eylül'ün dışişleri bakanı, yine Moskova büyükelçisi, Amerikan kadrosu, son seçimde faşist Mhp milletvekili adayı İlter Türkmen olmuştur. "Kör ölür badem gözlü olur" adıyla maruf Turgut Özal bile, o kadar mebusu varken, dışişleri bakanı olarak, o sırada Moskova'da büyükelçi Vahit Halefoğlu'nu seçmiştir. Bu yasanın anlamı şudur: Moskova'da Türk büyükelçiliği, Washington hesabına kadrolanmasının yeridir. Kadrolanmayana imkan yoktur; bu o kadar öyle ki, Bülent Ecevit başbakan olduğunda, yurtsever diplomat, İttihatçı Esat Işık Paşa'nın oğlu Hasan Esat Işık'ı bakan yapmamış ve yerine, Koç Sermaye Grubu ile Washington'un adamı pek sevimli Turan Güneş'i getirmiştir. 27 Mayıs'ın da çizgisi aynı yönde oluyor; dışişlerini, henüz kadrolanmamış Fahri Korutürk'e veremiyor, vermişken geri alıyor; ancak, Amiral Korutürk daha sonra Moskova büyükelçiliğine gönderiliyor, öyle sonuç çıkarıyoruz, "iyi sınav" veriyor ve sonunda, Türkiye'ye cumhurbaşkanı yapılıyor. Devam ediyorum; 27 Mayıs, benim için hem de pratik bir sergüzeşt değeri taşıyor. Pratik tarafı şudur; Türkiye mücadelesi açısından ben artık "demokratik" aşama ile ellerimi yıkamış bulunuyorum. "Devrimci demokrat" hareketlere sempati duyuyorum, Kürt devrimci mücadelesi açısından bir devrimci demokrat açılımı destekliyorum; ancak benim için, Türkiye coğrafyasında, her türlü demokrasi mücadelesi geride kalmıştır. Bunu açıkça söylüyorum ve bunu kesinlikle tekrarlıyorum; ben kesinlikle demokrat değilim, bir kez daha bilinmesini istiyorum. Kendi pratik planımda dahası var; "devrimci" olmayan hiçbir demokratı ciddiye almıyorum ve "devrimci" olmayan hiçbir demokrata saygı duymuyorum. Mayıs'ın teorik öğretisine geliyorum; ciddi bir biçimde ve bürokrasi dahil toplumun her kesiminde örgütlenmemiş her türlü iktidara yönelişi, hüsrana mahkum çabalar olarak görüyorum. Mayıs'tan bunu öğreniyorum. Bu bir teorik görüştür ve böylece ikinci saptamaya gelmiş oluyorum; bu 12 Mart noktasıdır. Aslında 12 Mart, bir "Avcıoğlu Hareketi" niteliği taşıyordu; Doğan Avcıoğlu'nun, benim evlilik tanığım olmasının yanında sevgili oğlumun "devrim" isminin de babası olduğunu yazdığımı hatırlıyorum, tekrarlamış oluyorum; Martçı Darbe, Avcıoğlu'nun başarısızlığı ve sonudur, a. 1970 yazı, ünlü 15-16 Haziran işçi kalkışmasına tarih düşüyor, b. Yazın, Türk Silahlı Kuvvetleri bölünmüştür ve çeşitli birliklere çeşitli politik gruplar egemen durumda görünüyorlar. Hepsi yakında iktidarı almanın hesabı içinde oldular ve çoğu, radyodan okunacak bildiriyi yazmam için bana başvurdular. Sıcakta bir "cuntalar savaşı" yaşanıyor, c. Türkiye İşçi Partisi örgütlülüğü yüzeyseldi, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi, bir örgütlülüğü değil rüzgarı temsil ediyordu; bu netlikte olmasa da bunları ve bir radikal iktidarı tutamayacağımızı görüyordum. Bütün başvuruları reddettim ve Avcıoğlu cuntasının temsilcisi, 27 Mayıs'ın Milli Birlik Komitesi üyesi yüzbaşı Numan Esin'in son katılma önerisini de, Odtü'de rektör yardımcısı arkadaşım Doktor Atilla Sönmez'in odasında, birlikte reddettik; Atilla, Kürtlüğünü reddetmeyen, ancak öne de çıkarmayan, bir Kürt idi ve biz, hem Kürt Sorunu'nu çözecek ve hem toprak reformunu yapacak bir örgütlü gücümüz olmadığını söylüyorduk, d. Aybar Muhalefeti nedeniyle zayıflayan, Mihri Belli ve Thkp çıkışlarıyla bütün gücünü yitiren Türkiye İşçi Partisi olarak, “faşizm geliyor" saptamasını yaptık ve "faşizme hayır" kampanyasını açtık. Kendimizi rahatlatmanın ötesinde bir etkimiz olabildiğini sanmıyorum. Martçı darbe tahminimizi doğruladı; ancak, kütleler bu darbeden ufku hapsedilmiş fakat iradesi kırılmamış olarak çıkıyordu. Bu durum, solda, bugün Ödep içinde bir araya gelen, Türkiye Komünist Partisi ve Devrimci Yol oportünizmlerinin egemen olması ve ortada "Karaoğlan" soytarılığının her yeri tutmasına yol açmıştır; bu dönemde devrimci çizgi her yerde güçsüz ve azınlıktadır. Ve aciz Bülent Ecevit hükümettedir. Bu acz, bizi, üçüncü saptamaya getiriyor; bu Eylülist Darbe'dir. Sonradan adı "Eylülist olan darbenin gelişi belliydi; ülkemiz tarihinde, o zamana kadar pek az görülmüş, belki Yıldırım'ın Timur'a yenilmesini izleyen "fetret devri" ile karşılaştırılabilecek kanlı bir iç savaşa sahne oluyordu, daha büyük bir kinin egemen olacağını görüyorduk ve bunun için iktidarı almaktan başka çare bulamıyorduk. a. Tip yönetimine önerdim, önce ilgilendiler, sonra düşündüler, arkasından beni "anti-Sovyet ve anti-komünist" olarak niteleyip Türkiye Komünist Partisi aracılığıyla, Sovyetler Birliği'nin koruyucu şemsiyesini tercih ettiler, b. Çaresizdik; bu çaresizlikle, iktidarı vurgulayarak, "Sosyalist iktidar" dergisini çıkardık, Sosyalist İktidar Partisi, politik gıdalarını bu dergiden alan ve şu anda bizimle sadece amaç ve ideoloji yakınlığı bulunan, sevinerek yazıyorum beni de pek beğenmeyen bir politik harekettir; ancak, o zamanlar bu ölçüde bile etkiden uzaktık, c. "Bir Yeni Cumhuriyet İçin" başlıklı kitabımı çıkardım, içine generallerin iş başına geleceğini koydum, ayrıca, "Erbakan'ı hapse atacaklarını ve Erbakan'dan daha çok Erbakancılık yapacaklarının" altını çizerek belirttim; bir Eylül'ün ilk haftasında kitap olarak çıktı ve ikinci haftasında geldiler. Sonra, talihin cilvesidir, bu kitaptan dolayı beni de hapsettiler. Eylülist zulüm mü? Bizim iktidarı alamamamızın ve daha önemlisi almayı düşünmememizin faturasıdır. Büyük bir iç savaştan sonra iktidarı alamayanlar büyük bir zulme mahkumdurlar. Ordu mu? Artık Eylülist günlere gelirken Türk Ordusu, bir "ordu" olmaktan çıkmış, Amerikancı, büyük sermaye ile göbek bağları kuvvetli ve ülkeyi, soldan ve Kürt yükselişinden kurtarmak için, Erbakan karanlığıyla nikah kıymış, bir generaller klubüdür. İçindeki bütün halk unsurlarını tasfiye etmiştir; kalanların bir bölümünü de, Harp Okulu 1978 yılı çıkışlıları da, Eylülist günlerde, o sıralarda üsteğmen rütbesindeler, büyük işkencelerden geçirdikten sonra tasfiye ederek, kendisini kire gömmüş bir silahlı kuvvettir. Böyle olduğu için, kan emici Amerikan emperyalizminin, aç gözlü ve gaspettiklerini kaybetme korkusuyla kuduran büyük sermayenin kinini benimseyebiliyor ve sunni karanlığını, bir kültür olarak seçebiliyor. Bu, kendisini ordu olmaktan çıkarabiliyor ve tarihinin renkleriyle bağlarını koparıyor. Tarihinin renkleri mi? Cehalet, benim tiksinti vericilerimden birisidir. Bir: ittihat ve Terakki'yi, sadece olumsuzlukları ile ele almak, Türk gericiliğinin bir karakteridir; Türkiye solu içinde de böyle düşünenler sola sızmış gericilerdir. İttihat ve Terakki, ikisi Kürt, birisi Arnavut, birisi Arap, dört "Osmanlı" askeri öğrenci tarafından kurulmuş burjuva demokrat ihtilal örgütüdür. İki: Ordu'da örgütlenmiş, "Şeref adlı vapurla bir vapur dolusu genç subay sürgüne gönderilmiş ve en sonunda, Niyazi, Enver, Sabri adında üç kahraman subay, dağa çıkmışlar ve zalimleri özgürlük ilanına zorlamışlardır. Üç: Karanlık, "şeriat" rumuzuyla başkenti İstanbul'u ele geçirince, o zaman Kabe-i Hürriyet kabul edilen Selanik'te tam bir devrimci-burjuva, halk, asker ve subay karışımı olan, Hareket Ordusu'nu kurarak, başkentin üstüne yürümüştür. Baskın karakteri olmasa bile renklerinde bunlar da yer alıyor. Peki, Milli Güvenlik Kurulu'nun son bildirisinin bunlarla ne ilgisi var; şimdi bu soruyu ele almak istiyorum. Ancak bu bildiri dolayısıyla, Ercan Kanar-Sedat Yurtdaş çizgisinin açıklamaları ile, Erbakan ve Yılmaz ile Madam Çiller'in konuşmalarının yakınlığını görmekten büyük üzüntü duyduğumu kaydetmek zorundayım. Daha da önemlisi, Kanar ve Yurtdaş'ın bizi bir yana, bu bildiriyi bile tamıtamına okumadıklarını görmekten ayrıca üzüntü çıkarıyorum. Şimdi bildiriye ve bildiriyle birlikte "laiklik" tartışmasına geliyorum. Laiklik Başlarken, bir yöntem sorununa değinmek zorunluluğu var; güncel politika kestirimlerinde yanılma ihtimali tarihsel olayları değerlendirmeye göre çok daha fazladır. Yanılma payını azaltmanın en önemli yolu, sürekli tartışma ve tartışma için de sürekli eleştirmedir; Kanar-Yurtdaş çizgisiyle de yaptığımız budur. Ancak bunun ötesinde, bir de sürekli kestirim yapma ve bunları olayların gelişmesi ile sınama yolu bulunuyor; şimdi burada çok öğretici olacağını düşündüğüm bir tartışma seansı'ndan söz etme gereği duyuyorum. Yer, PKK Karargahı'dır; Başkan Apo ile oturuyorduk ve televizyonlar, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları'nın Gölcük'e gittiğini ve bir "tatbikat" üzerine görüşeceklerini, önemsiz bir biçimde haber verdiler. Derhal saptamamız şu olmuştur: "Hep böyle başlar. Bu toplantılara binbaşı ve yarbay rütbesinde temayüz etmiş subaylar da katılır. Bunlar ordunun politik toplantılarıdır. Komutanlar hem nabız yoklarlar, hem ayrı komiteleri saptamaya çalışırlar ve hem de ortak bir yol ararlar". Saptama bu olmuştur ve gelişmeler hep bu yönde akmıştır; Kanar-Yurtdaş çizgisinin bunu göremediği anlaşılıyor. Ayrıca ve daha önemlisi ve daha vahimi, hiç okumadan politika yapıyorlar; burjuva basını bile, Mgk bildirisinden önce, Harp Okulu'nun Kızılay'da yürüyüş yapmak istediğini ve hava kuvvetleri pilotlarının işaret uçuşlarına hazırlandığını ısrarla yazdılar. Sincan Tankları bunlardan birisidir; bütün bunlar, Ordu'nun tabanında, bir hareketliliğin olduğunun işaretleridir. Ordu'nun tabanında genç subayların kendilerini duyurmaları, 12 Mart 1971 tarihinden beri ilk kez ortaya çıkıyor. Devam ediyorum, yalnız, daha önce "Sezar'ın hakkını Sezar'a" vermek durumundayım. Bu bildiriden sonra, yine Hadep adına, Genel Başkan Yardımcısı Güven Özata'nın da bir açıklaması çıkıyor ve bu açıklamayı aktarıyorum: "MGK toplantısı klasik anlamda bir müdahale değil, ancak üstü kapalı bir müdahaledir. Bu toplantıda hükümet ciddi olarak uyarılmıştır. Bu uyarı, anayasal çerçevede bir uyarıdır. İlk defa bir MGK sonuç bildirisinde Kürt sorunu konusunda sosyal, siyasal, ekonomik sorunlar ve demokratik çözüm önerileri getiriliyor. Bu da hükümetin Kürt sorunu konusunda önünün açıldığını gösterir. RP'yi zor bir dönem bekliyor." Bu, ciddi bir politik harekete yakışan, ağır başlı bir değerlendirmedir; katılıyorum. Özat'a kadar ikirciksiz bir iyimserliğe kapılmasam da, uzun yıllardır, ilk kez, bir Mgk bildirisinde, Türkiye solu ile Kürtlerimize küfür edilmediğini görüyorum; bundan memnunluk duyuyorum. Ayrıca, Kürt Yükselişi'ni hep aydınlık, hep ağalığa, şeyhliğe, hep karanlığa karşı ve hep laik bir çıkış olarak görüyorum, görmek istiyorum; bunun anlamı, çözümün mutlaka aydınlıkta olduğudur. Ankara'da iktidar noktalarının, otuz yıldır ilk kez, fenere doğru bir dönüşe geçmeleri sevindiricidir ve bunu görmemek ise körlük anlamına geliyor. Körlük var, ama nereden geliyor? Emperyalizm bir zifiri karanlıktır, büyük sermaye içinden kördür, şovenler hepten ışıksızdır; bunları kastetmiyorum. İdeolojik olarak buradaki körlüğümüzün iki kaynağı var; bunlardan birisi, Sovyet komünizminin, İslam ile flörtüdür. Bunun tarihine girmek istemiyorum; sadece, en sonuncusuna değinmek istiyorum, Sovyet komünizminin, Humeyni karanlığı karşısında, İran komünistleri ile Kasumlu Kürt hareketine yaptığı kötülüğü hiç kimse yapmamıştır. Moskova, hasis ve miyop dış politika çıkarları nedeniyle, Humeyni karanlığının anti-Amerikan konuşlanmasına bakarak, Tudeh'i ve Kasumlu Kürtleri'ni bu karanlıkla işbirliğine ikna edebilmiştir. Humeyni karanlığının asıl düşmanlığı ışık olduğu için, iktidarını kurar kurmaz, hem Tudeh'i ve hem de iran Kdp'sini Orta Çağ'ı aratmayan bir kin makinasıyla ezmiştir. Ezmiştir; ancak, Türk ve Kürt solu, yanlışlıklarına katolik nikahıyla bağlı olduğu için, karanlığı, hala dostu olarak görmeyi sürdürebiliyor. Kabul etmek gerekiyor; İslamın, birinci aşamada, Arapça'ya düşkün olması ve siyasallaştığı coğrafyadaki milli diller için ısrarlı olmaması, Kürtleri her zaman kandırabiliyor. Ancak bu sadece ilk aşamadır, aslında İslamın, bir "birey dini" olmadığı, bir "siyasal din" olduğu, genişlemesinin hep coğrafik savaşlarla gerçekleştiği hep unutuluyor; bu nedenle İslam, bir devlet gücünü eline geçirince, genişlemek için, iktidarı aldığı coğrafyanın ulusal ideolojisine en şoven bir biçimde sarılıyor ve öldürüyor. İran'da Kürtlerin başına gelen budur ve 1996 yılında yayınlanan, 'Tiran au XXC siecle" adlı çok değerli kitapta, İranolog Yann Richard'ın yazdığı bölümler, Humeyni karanlığında Kürtlerin acı yazgılarını çok iyi bir biçimde sergiliyor; herkese tavsiye ediyorum. Türkiye aydının serabına geliyorum; bu büyük yanılgıda, bugün aynı yanılgılarını Ödep'e taşımış Tkp'den başka en büyük pay, Çetin Altan'a ait bulunuyor. Ben Çetin Altan'ı Türkiye solu ve aydınının büyük ayıplarından birisi olarak görüyorum; eylülist darbenin ilk günlerinde, halkımızın büyük uyku hapı olduğunu ilan ettiğimi hatırlıyorum. Leninist anlamda bel kemiği olmayan bu fıkra yazarı, Türkiye solunun yükseliş aşamasında, Meclis'e sokuldu ve aynı zamanda, Türkiye gericiliği, İslamı, "komünizmle mücadele dernekleri" adı altında, Türkiye'nin aydınlığına karşı örgütlemeye başladılar. Demirel ve Erbakan, işte bu karanlık hazırlık sırasında politika sahnesine itildiler; hep ırkçı hep Türkçü ve o zamana kadar hep "şaman" Albay Türkeş de, Washington'un telkiniyle, İslamcı faşist renklere yelken açtı. İşte tam bu sırada, Türkiye soluna, en gerici bir bakış açısı, bu bel kemiksiz fıkra yazarı tarafından sokuldu; Altan, solcuların sömürüyü, marksizmle ve Erbakan yobazlarının ise Kur'an ile sınırlamak istediğini yayıyordu. Böylece Erbakan karanlığı, Türkiye aydınlığının kardeşi ilan ediliyordu; bununla da çok mücadele ettik, etkisini azaltmakla birlikte, bütünüyle başarılı olamadığımızı görüyorum. 'ı Karanlık, aile boyu yayılıyor. Ben, Çetin Altan'ın iki oğlunda, Altan'ın oğulları olmalarının ötesinde bir yazarlık mayası bulamıyorum; bunlardan birisi, Ahmet'i, eylülizmin karanlık günlerinde, Türkiye devrimine küfrederek roman yazarı olmayı denedi, "Küfür Romanları" kitapçığını çıkardım ve memnuniyetle kaydediyorum, yazmayı bırakmıştı. Şimdi yokluğumdan yararlanarak yeni bir roman çıkartmış, pazarlamacı Erdal Öz'e bakılırsa, çok baskılar da yapmış, getirttim, hakkında yazmak istiyordum; bütün okuma inadımla ancak on beş sayfa okuyabildim, attım. Arkadaşlarımdan rica ettim, Ahmet Altan'la bir işim yok, eğer buna roman diyen bir eleştirmen varsa, bilmek istiyorum; hesap kesmemiz gerekiyor. İşte bu Ahmet Altan, reklam gazetelerinden Yeni Yüzyıl'da "hadi değiştirelim" başlıklı fıkrasında, babasının ideolojisinde yürüyor ve "laiklik demokrasinin temelidir" diyenlere karşı çıkıyor ve "demokrasi laikliğin temelidir" ayetini indiriyor. Ne demeli? Üç Yiğit Kürt kızı kendilerini bomba yapıp patlatınca, terörist medya, ağızları salyalı "neden kızlar?" diye tutturuyordu ve ahlak özürlüsü beyinlerinde hikayeler yazıyordu. Ne yazık, benden başka gören olmuyor; şu televizyonlara bakın, ülkemiz, ilkokul ve banka katipliğinden sonra, televizyon muhabirliği ve sunuculuğunu da bir kız mesleği haline getirdiler. Bugün "Kadınlar Günü" tarihinde yazıyorum, çocukluğumdan beri günlere tepki duyuyorum, çocukken annemin kabul günlerini kabul edemezdim, şimdi hiçbir Amerikan gününü, anneler, babalar ve kadınlar gününü kabul etmiyorum; ancak Türk televizyonlarına kıran türü giren ve soyadlarından "iyi aile kızları" olduklarını çıkardığım bu genç kadınların bilgisizliği, dilbilmezliği ve aptallığı nedeniyle, bu mübarek kadın gününde, kadınlara çok tepki duyduğumu saklamıyorum. Ve "belki" diyorum, bu kadar cahil genç kızın arasında, böyle cahil bir Ahmet Altan'a da yer vardır. Bir: Demokrasi ile laiklik arasındaki tek ilişki, birbirinin zıttı olmalıdır. İki: Dünyada ilk laik toplum, Büyük Fransız Devriminden sonra Fransa'dır. Fransız devrimcileri laisizm konusunda öyle ileri gittiler ki papazlara ve pazar günleri kiliseye gitmeye kızdıkları için, yedi günlük haftayı değiştirip on güne çıkardılar. Üç: Ayların adını değiştirdiler ve İsa'ya çok kızdıkları için, takvimin İsa ile bağını kopararak, Kral ve Kraliçe'nin başını kopardıkları yıl, 1791 yılını, birinci yıl saydılar. Dört: Laisizmi, devrimle başlattılar. Beş: Dünyada ikinci büyük laisizm denemesi, Büyük Ekim Devrimi sonrasında görüldü; sosyalist devrim, akıl üzerine bir toplum kurmaya yöneldi. Altı: Bu o kadar öyle ki Sovyetler yüzde yüz akıl düzenli bir toplum kuramasalar da, yıkıldıktan sonra, bütün Rusya'yı ve Sovyet Cumhuriyetlerini, en yobaz dinsel karanlıklar kapladı. Yedi: "Demokrasi", laisizmi ortadan kaldıran bir süreçtir. Sekiz: Demokrasiyi laisizmin temeli saymak, hem cehalet ve hem de aptallık oluyor. Çünkü devrimler laisizmi getiriyor, "demokrasi", pek çok "şeyi" ve bu arada akıl düzenini bozuyor. Böylece bir Altanzade'yi bitirmiş oluyorum: Mehmet Altan'a, Ahmet Altan türü yaklaşmıyorum, bana yararlı bir yazar olarak görünüyor. Ancak Fransa'dan bir "doktora üniversiter" derecesinin, bizdeki akademi doktoralarından daha alt düzeyde olduğu yolundaki yazılı görüşlerimi tekrarlıyorum; günlük yazabilmenin bilgi birikiminden yoksun görünüyor. Bu yoksunlukla ve babasının yanlışlarını izleyerek, ülkemizde bir "kışla-cami karşıtlığı" olduğuna inanıyor; bu çok yüzeysel bir yaklaşımdır, altını çizmek istiyorum. Bir: Türkiye'de, otuzlu yıllardan itibaren, dinsel bir geri dönüş için, halkta ciddi hiçbir istek ve hareketlilik olmamıştır. Dine dönüş, özellikle kırklı yılların ortalarından itibaren, sınıfsal ve politik olarak sıkışan, İsmet Paşa yönetiminin başlattığı bir sığınak olmuştur. İki: Bundan sonra her iktidar, her sıkıştığında halka biraz daha karanlık vererek, iktidarlarını sağlama almak istemiştir. Üç: Mayıs'tan sonra daha ön plana çıkan ordu, önce bizim sol ve daha sonra Kürt yükselişi karşısında, dinsel karanlığı ülke kurtuluşu saymıştır. Dört: Bizim sol yükselişimizde, 27 Mayıs'ın lideri Orgeneral Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı ve daha sonra cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay'ın genelkurmay başkanı olduğu zamanda "komünizmle mücadele dernekleri" adı altında camiler örgütlenmiş ve Kürt yükselişi ile birlikte, Batman'da Hizbullah bir katil mafyası olarak ortaya çıkarılmıştır. Beş: Benim, eylülist darbeden önce, generallerin iş başına gelerek Erbakancılık yapacaklarını haber vermem, bilimseldir. Benim bilimim üzerine iktidarı ele alan General Evren'in, kendisini "imamın oğlu" olarak hikaye etmesi, Mehmet Altan'ı yanlış çıkaran net bir durum oluyor. Altı: Bu kitabım Selimiye Kışlası'nda yargılanırken, sonunda beni sekiz yıla mahkum ettiler, ben İstanbul sokaklarında takkesiyle gezen bir babayla çocuğunun resmini de savunmama koydum, uyardım, ama dinlemeye niyetleri yoktu. Ülkemizde takke giyenleri, yobazları çoğaltan, ordudur; bu yüzden Erbakan'ın boşboğazlarından Hasan Hüseyin, Evren zamanında imam-hatip cennetinden söz ediyor. Yedi: Mehmet Altan'a, bu aya ait Le Monde Diplomatique'de çıkan, Martin Lee'nin, "Le Liaisons Dangereuses de la Poliçe Turque" yazısını tavsiye ediyorum; Selçuk Demirel'in olağanüstü güzel bir deseniyle sunulan bu yazı, ülkücü, yobaz ve asker bağını, bunların karşısında "mağdur", Türk Solu ve Kürt Emekçisi ikilisini çok güzel ortaya çıkarıyor. Le Monde'da artık güzel incelemeler çok azdır; özellikle salık veriyorum. Le Monde'dan, Martin Lee'nin yakında Londra'da, 'The Beast Rewakens" adıyla bir kitabının yayınlanacağını öğreniyoruz; Lee, bütün bunları faşizmin uyanması olarak görüyor ve hepsini VVashington'a bağlıyor. Karanlık Şmdi yanılgıların eklem yerine geliyorum. Mehmet Altan'ı bir kenara bırakıyorum, ne de olsa kenardadır ve solla bir bağlantısını bilmiyorum; Kanar-Yurtdaş çizgisine dönüyorum. İnanmak istemiyorum, inanmaya zorlanıyorum, galiba, Kanar-Yurtdaş, yetmişli yıllarda en büyük çığırtkanlığı kimseye bırakmayan, ancak şimdi pek uslu "yurttaşlar girişimi" olan Tkp döneklerinin yaptıkları türden, Susurluk'ta gerçekten bir kamyon kazası olduğunu düşünüyorlar; eğer öyleyse, gerçekten bir gafletle karşı karşıya bulunuyoruz. Her ikisi de hukukçudur ve avukatlık yapmış olmaları gerekiyor; bugün bir cinayet şebekesini mahkum edecek kadar fotoğraf ve belge ortaya çıkmıştır. Bunlarda önemli olan nokta bütün bunların, tarihlerinin kamyonla mercedesin birbirini bulmasından önceye uzanmasıdır; Kasım başından sonraki tarihlerin işaretini taşıyan bir tek kanıt bile ortada yoktur. Ayrıca inanmak istemiyorum ama zorlanıyorum, galiba Kanar-Yurtdaş, bu belgelerin hepsinin, bir kaç manga stajyer aile kızından başka, üç buçuk adamdan oluşan ekiplerle çalışan televizyonlar tarafından bulunup yayınlandığına inanıyorlar; öyleyse gafletten de öte bir zorlukla karşılaşıyoruz. Gerçekten görüşlerimizden, bu arada "mehmetçik gazeteci" değerlendirmesinden pek çabuk vazgeçiyoruz; gaflet oluyor. Eğer bu kadar saf ya da gafil değilsek, bütün bu belgelerin devletin elinde ve kasalarında olduğunu düşünmek zorundayız. Bu, önemli bir ipucudur. Bu ipucuyla, hiçbir komplo teorisine başvurmadan, Susurluk'ta mercedeste bulunanların hepsinin ölümünün planlandığını kabul etmek zorundayız. Eğer korucubaşı Bucak da kaza kurbanı olsaydı, bu operasyondan çok önce "yeni cumhuriyet partisi" adını verdiğim, Med'den ve Politika'dan ilan ettiğim, icra komitesine, General Bir, Müsteşar Sönmez ve Müsteşar Öymen'i açıkça oturttuğum eğilimin işi daha kolay olacaktı; zorlaşmıştır. Belki de kolaylaşmıştır, düşünmek durumundayız. Ancak net olarak, bütün bu belgelerin, Madam Çiller ve Süleyman Demirel tarafından, öncesinde bilindiğini de kabul etmek zorunluluğu var; böyle olmazsa ve bir de, kod adı "yeni cumhuriyet partisi" olan eğilimin tehdidi olmasa, Madam Çiller'in Ağar'ı istifaya zorlaması ve yerine en güvenilir ve inanmadığım kadınlar gününde yazıyorum, en aptal adamlarından birisi bir kadını atamasını ve Demirel'in, şimdi "yeni cumhuriyet partisi" eğiliminin kuvvet kazanmasından sonraki ataklığını o zamanlar esirgeyerek denetleme kurulunu işin içine sokmaktan kaçmasını anlamamız ve anlatmamız imkansızdır. Aynı biçimde, düzenin, kendisini cezalandırmak yerine, şebekenin ölerek ve kaçarak sahneden çekilmesini tercih etmesini de kavramamız mümkün olmayacaktır; şimdi imkan dahiline giriyor. Devam ediyorum, ancak bir sonuca ulaşmış oluyoruz ve yazmak istiyorum. Son Mgk bildirisi ile Susurluk operasyonu arasında kesin bir mantık sürekliliği görülüyor; bunu kurmak zorundayız. Bu kuruluş bizim bilimsel öngörülerimize de denk düşüyor; "biz", son bir kaç zamandır, başta Kürt sorunu olmak üzere temel sorunlarda bir dönüş ve çözüm süreci bekleyişi içindeyiz. Bazılarımızın unuttuğu nokta, pislikten temizlik beklenmeyeceğidir; bu nedenle, hem Susurluk operasyonunu ve hem de Mgk programını, başta Kürt davası, önemli sorunlarımızın çözümü yönünde, temkinli adımlar olarak değerlendirmek zorundayız; bu iyi yönde, bir zorunluluktur. Daha açık yazabiliyorum; Susurluk operasyonu, Mgk programı ile muhtemel bir onurlu çözüm arasında birbirini izleyen ve kuvvetlendiren bir mantıksal bağ görülüyor. Kürtler aydınlık istiyorlarsa ve ben istediklerine inanıyorum, bir çözüm için, Mhp ve Refah karanlıklarının kamu düzeni ile ilgili bağlarının koparılması yönünde, korkak da olsa, adımlara şaşmamak gerektiğini düşünüyorum. Refah'ın karanlık rolüne gelmiş bulunuyorum; ancak öncesinde yine bir parantez açıyorum. Bizim, ufkumuz açıktır ve irademiz özgür durumdadır; bu bizi, Tkp ve Dev-Yol artıklarından ve Ödep çizgisinden, ödleklerden, damat Ferit artıklarından ayırıyor; ufku hapis ve iradesi kırılmışlar, marksizmin-leninizmin çok güzel gösterdiği üzere, toplumsal ve sınıf ilişkilerine değil "şeylere" bakarlar ve şeyleri fetişleştirirler, bu nedenle günde beş vakit bir kamyona tapınma ayinleri yapmalarından da korkmuyorum; onlara, fetişlerini atmalarını ve "bizi" görmelerini öneriyorum. Bütün Türk ve Kürt devrimcilerini de, bu arada, kendilerine saygılı olmaya çağırıyorum; doksan üç başından beri, Ankara Rejimi'nin bir çözüm arayışına geleceğini ileri sürüyorlardı, görebildiğim, ilk kez kapıların açılmakta olduğudur. Burada özellikle 1996 yılında Türk ve Kürt devrimcilerinin, bir Mayıs'ta, hapishanelerde, ölüm oruçlarında, ölüme koşuşta, sergiledikleri kararlılık çözücü roldedir. Ben şimdi, bu kesin inançla, bir kamyonun önünde değil, bu kutsal kayıplarımızın anıları önünde eğiliyorum. Şimdi Refah'ın cinayet şebekesiyle ilişkileri konusundaki yanılgılara geliyorum; burada çifte yanılgı, yanılgılarından kurtulma işaretleri veren değerli politikacı Aydın Menderes'e aittir. Reklam gazetesi Yüzyıl'da, Neşe Düzel ile yaptığı görüşmede, "kör ölür badem gözlü olur" adıyla bilinen Özal'a "onun döneminde tanklar yürümedi" diyerek takdirlerini arzederek yanılmaya başlıyor. İnsaf; badem gözlü Özal, tankların yürüdüğü ve her gün bir insanın darağacında öldürüldüğü bir zamanda, cuntanın başbakan yardımcısı değil midir; tanklar yürümeseydi, "kör ölür badem gözlü olur" Özal, hiçbir yere gelemezdi, ikbalini tanklara borçludur. Önce bunu kaydediyorum; yalnız, asıl yanılgı yanında önemsiz bulduğumu belirtmek istiyorum. Menderes, "Refah'ın Susurluk'la ilgili siyasetini de anlayamadım" dedikten sonra, "Susurluk olayında bir tane Refah Partili yoktur" diye sürdürüyor; asıl burada yanılıyor. Susurluk'ta ölen katil Çatlı'nin katliamlarına başladığı zaman da Milliyetçi Cephe Hükümeti vardır ve Erbakan, bu hükümetin başbakan yardımcısı olarak görev başında bulunuyor. Bir: Bizim doğrularımızın bugün herkes tarafından kabul edilmesi, şimdi doğru olduğu anlamına gelmiyor. Biz, daha Bahçelievler katliamı işlendiği zaman, katillerin devletin içinde olduğunu söylüyorduk ve o devletin ikinci başı Erbakan'dır. İki: Bu canilerin bağlı olduğu Mhp'yi, doksan bir yılında meclise sokan, Erbakan'dır. Üç: Erbakan'ın bugünkü hükümetinin dayanaklarından birisi, katil Çatlı'nın ağabeyi Yazıcıoğlu ve tayfasıdır. Dört: Bugün İçişleri Bakanlığı'nın bütünüyle bu cinayet şebekesini koruduğu, katilleri yakalamadığı gün kadar ortadadır; buradaki örgütlenme, Erbakan'ın içişleri bakanları Asiltürk, Korkut Özal ile şimdi Erbakan'ın yanında olan Abdülkadir Aksu'nun işidir. Beş: Türkiye'deki bütün kirlenmelerde Erbakan tayfasının birinci derecede rolü vardır. Şimdi tekrar demokrasi sorununa dönüyorum; kimseyi benim "demokrasiden uzak" çizgime çekmek istemiyorum. Vurgulamam, yanlış anlaşılmaktan korkmamdan kaynaklanıyor; yine de vurgulamak için tekrarlıyorum, "sade" demokratlardan hiçbirisini tam sağlıklı bulmuyorum ve hepsine, sağlığına kavuşturulacak kusurlular olarak bakıyorum. Ancak aynı kampta düşündüklerimi, bu demokrasi şehveti ile, Madam Çiller'le, son günlerdeki açık artırmaya uyarak artık "demokrasi" de demiyor ve "demokrasi, demokrasi, demokrasi" sözcüğünü seçip tekrarlıyor veya "gerçek demokrasiyi savunma misyonunu" Refah'a mal eden, Nakşi müridi, zorba İçişleri Bakanı Aksu'yla aynı sepette görmek istemediğimi belirtmek istiyorum. Eğer Çiller, Aksu veya Yazıcıoğlu ve özellikle Fırıldak Hoca ile aynı nakaratı tekrarlamaktan sıkılmıyorlarsa, söyleyecek söz yoktur; sıkılıyorlarsa, bir söz bulmalarını öneriyorum. Sadede geliyorum; Mgk, Ypk türünden, Mayıs Anayasası'nın kurumlarındandır. Mayıs, ekonomideki plansızlıktan rahatsız olmuştur ve demokrasiye net bir güvensizliği yansıtmıştır; yüksek planlama kurulu, başbakan ile üç bakan ve üç planlama daire başkanıyla bir müsteşardan oluşan, bürokratlarla politikacıları eşit haklarla karşı karşıya getiren bir kurul oluyor. Mayıs, demokrasilerde, yüksek bir kalkınma hızının gerçekleşemeyeceğine, sosyal adaletin sürekli olarak zedeleneceğine inanıyor; burjuva demokrasileri açısından ben de kesin bu inançtayım. Milli Güvenlik Kurulu, yüksek planlama kurulunun simetriğidir; güvenlik ve laisizm türü, ekonomi dışı konularda, politik kadrolara güvensizlikten kaynaklanıyor ve eşit sayıda üst düzey komutan ile ilgili bakanları cumhurbaşkanının başkanlığında biraraya getiriyor. Ben, bu demokrasiye büyük bir inançsızlıkla, hem Ypk ve hem de Mgk mekanizmalarıyla demokrasi arasında bir çelişki göremiyorum; her ikisini de çağdaş bir kamu düzeninde geçerli sayıyorum. Nasıl geçerli saymayız ki? Eğer modern toplumlarda anayasa mahkemesine razı oluyorsak, bu kurullara nasıl itiraz edebiliriz? Bunlar, eninde-sonunda kararlarını, bakanlar kuruluna sunuyorlar; anayasa mahkemesi ise, meclislerin çıkardığı yasaları bile, uygun hallerde, "yok" sayabiliyor. "Demokrasi teminatı" sayılan partileri Anayasa Mahkemesi kapatıyor. Anayasa Mahkemesi üyeleri de, eninde-sonunda atamayla geliyorlar; bu yüzden Mgk veya bir zamanlar Ykp'ye itiraz ederken, bunların atama ile geldiğini ileri sürmek, Hasan Hüseyin'e layık bir karanlıktır. Hiçbir demokraside seçilmiş olanların güçleri mutlak olmuyor; demokrasiye inançsızım, ama inançlı olanlar kadar da cahili olmadığımı sanıyorum. Peki? Sorun bu kurullarda değil, içeriğindedir. Bir: Planlama ve Yüksek Planlama Kurulu, Erbakan karanlığının devlete sızmaya başladığı zamanda "takunyalılar adı verilen bir çekirge sürüsünün hücumu ile kişiliğini yitirmiştir. Bu dönemde, bir ellerinde sürekli tespih tutan bu takunyalılar, tarihimizin en büyük rüşvet furyasının aktörleri oldular. İki: Ben oradaydım ve bu hırsız şebekesiyle, Demirel'in müsteşar getirdiği büyük hırsız Turgut Özal'la çalışmamak için, bu çok sevdiğim mesleğimden ayrıldım, Turgut Özal'ın hırsız olduğunu, radyodan söyledim, Cumhuriyet Gazetesi'nde belgeleriyle yazdım. Üç: Turgut Özal'a "hırsız" diyebiliyorum, çünkü ölüdür; kardeşi Korkut Özal'a diyemiyorum. Ancak bu kardeşleri altmış yılların başından beri tanıyorum, benim türümden memurdular ve şimdi Korkut Özal, Türkiye'nin en büyük zengilerinden birisidir. Demirel, milli petrol şirketinin başına bu zavallı adamı getirdi; Korkut Özal, şimdi kendisi bir petrol şeyhidir. Dört: Ülkemizin kirlenmesi içinde, planlama ve Ypk kaybolmuştur. Milli Güvenlik Kurulu'na gelince, benim sorunum, kurulun kendisinde veya yetkilerinde değildir; Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Amerika ile organik bağ içine girmesi, büyük sermaye ile kenetlenmesi ve emekçi bağlarını reddetmesidir. Benim sorunum, bu bağların kırılması, kenetlerin parçalanması ve halkçı bakış açısının yerleştirilmesidir; bu, bizim sorunumuzdur ve başka bir bakış açısını gerektiriyor. Bu çok güçlü bir anti-Amerikan, çok güçlü bir anti-kapitalist ve çok güçlü bir emekçi aydınlık, akılcı ideolojik hücumu zorunlu yapıyor. Hücum bize geçiyor. Öğrenci politikasını, esnaf bakışını bırakmak zorundayız. Toplumun her yanındaki, genç kıpırdanmalarla, aydınlık, akılcı, halkçı kenetlerimizi kurmak durumundayız. Hem açılımla ve hem de güçle hareket etmeye mecburuz. Politikanın, bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme sanatı olduğunu unutmamız mümkün değildir; her gün hatırlatıyorum. Çözüm mü? Eğer bütün bu gelişmelerin derininde, benim hep ileri sürdüğüm türden "biz" varsak, pratik ve üstünde yürünebilir çözüm önerilerini de bizim ortaya koymamız zorunlu oluyor. Ben, bitirirken, düşünebildiklerimi sıralamak istiyorum. Bir: Valilikler kaldırılmalı ve illerin yönetimi seçilmiş, valilik yetkileriyle belediye yetkilerinin birleştirildiği, il yöneticilerine bırakılmalıdır. Bunu biz, yetmişli yıllarda, Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay'ın danışmanlığını yaparken bilimsel dayanakları ile geliştirmiştik; Ankara Belediyesi arşivlerinde bulunduğunu sanıyorum. İki: Yöneticilerini seçen illerin, kendi aralarında bölgeler kurmaları yolu açıktır, ancak özendirilmelidir. Bunu biz, Türkiye İşçi Partisi'ni yeniden kurarken, yasaları inceleyerek geliştirmiştik; anayasa hukuku açısından imkanlıdır. Üç: Milletvekili seçimlerini birer kişilik dar bölgeye indirgemek ve il yöneticilerinde de, en sonunda oyların yarısından fazlasını alanın, başkan ya da vekil olmasını sağlayacak seçim sistemine yönelmek kaçınılmazdır; bu partileri ortadan kaldırmadan, partilerin bugün kokuşmuş merkez diktatoryalarına son verecek tek yol olarak görünüyor. Dört: Başkanlık sistemini kesinlikle reddetmek ve cumhurbaşkanını daha da önemsiz hale getirmek mantıklı görünüyor; Demirel, önemsiz, işi-gücü, düğün-dernek gezmek olan, bir cumhurbaşkanını göstermiş bulunuyor. Beş: Koşulsuz, eksiksiz bir genel af en acil gündemdir. Bundan sonra mı? Bundan sonrası taze bir başlangıçtır. Peki "restorasyon" mu, devrim mi? Bir yeni dönemeçtir.
-007- Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Ekmek said: ATAM İZİNDEYİZ - M.K. ATATÜRK ahah böyle bi olay oldu geçrekten. Adana büyükşehir belediyesi bu pankartı astı bikaç sene önce pes ahah
calimero Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 Mesaj tarihi: Temmuz 31, 2008 devlet mevcut ideolojinin devamını sağlayan baskı aygıtıdır. artı milyonlarca yıllık insanlık tarihinin yalnızca en fazla 8000 yıllık döneminde yani özel mülkiyet sonrasında ortaya çıkmıştır. zira özel mülkiyet sahiplerinin zilyetlerini koruma ihtiyacı doğmuştur. edit: alttaki quotelanan yazıya cevaptır said: Devlet, milletlerin oluşturmuş olduğu düzenli ve teşkilatlı topluluklardır. Her milletin kendisine ait bir devleti vardır. Devlet anlayışı, milletler için çok eski bir adettir. Bilinen ilk çağlarda, kabile türü devlet yönetimi var olmuş, çağlar ilerledikçe insanlar medenileşmiş ve insanlarla beraber devlet anlayışı da medenileşmiştir. Devlet anlayışı, özünde topluma dayanır. İnsanlar, toplum hâlinde yaşamak zorunda olan canlılardır. Devletin görevi de işte bu toplumu eşit ve adil bir şekilde yönetmektir. Her şey gibi zamanlar devlet anlayışında da gelişmeler olmuş, ilerlemekte ve yenilenmekte sınır tanımayan insan beyni, devlet idaresinde yeni yöntemler bulmuş, daha sonra bunları hayata geçirerek insan kitlelerini yönetmekte en verimli hâli yakalamaya çalışmıştır.
Öne çıkan mesajlar