romanın ön sözünü paylaşıyorum:
Kimi hikayeler eşe dosta anlatılmadan önce, muhtelif nedenlerce, uzunca bir zaman bekletilirler. Bekleyiş ne denli uzun sürerse, hikayeler de o denli hırçınlaşarak dengesizleşir ve en nihayetinde karararak sevimsizleşirler. Son derece uçucu varoluşlarını anlamlı kılacak bir seyircinin ilgisine muhtaçtırlar. Olabildiğince sevilmek, sevildiği oranda
kıskanılmak, kıskanıldığı sürece de özlenilmektir dertleri.
Bu yüzden pek çoğu dürüst değildir.
Nazi tankları tarafından topa tutulmuş, alev alev yanmakta olan bir şehre büyülenmiş gözlerle bakan bir huzursuzu veya öpüşmekten dudakları mosmor kesilmiş bir aşığın yüzünde beliren karanlık ışığı ele alalım; an kırılmış, mekan başkalaşmış, ruh çatallaşmıştır. Hikaye, okuyucuya dizleri üzerinde ve kalçalarını iki yana sallayarak ilerler; başını iştahla omuzlarına sürter, sıcak ve ıslak dudaklarıyla okuyucunun dilini yoklar, ta ki o garip çıldırmayı okuyucu da içinde duyumsamaya başlayıncaya dek yapısının bütün ılıklığını karşısındakine yaslar.
Belirtmek gerekir ki, ana kahramanımız Limon Süpernova’nın eğilimleri bunlardan hiçbiriyle doğru orantılı değildi. Onunkisi adettendir diye biraz aceleye getirilmiş, gerekli pek çok betimlemesi ve anlaşılırlığı sıkıntıdan boş verilmiş, nemli hikayelere düşkünlükleriyle tanınan bulanıklarca dahi hiç aldırış edilmemiş; hatta zaman zaman, sofralarda masa örtüsü niyetine sayfaları kullanılıp, beden hatları en kıvrak virgülleri üzerine zeytin kabukları tükürülmüş olsa da, artık daha fazla bekletilmemesi, ilk ve son kez anlatılması gerekiyordu.
Öyle ya, minik pipiler ve tatlı kukularla dolup taşan tatsız gezegenimizde herkesin hikayesi en azından bir kez için bir yerlerde muhakkak anlatılırdı. Gerektiğinde uzadıkça uzayan cümlelerle dahi anlatılırdı ki, nahoş hayat kırılmaları bir an önce unutulabilsin ve kalanlar gündelik rutinlerine kaldığı yerden devam edebilsin... Gecenin kuytu vakitlerinde ve hep sarhoş ağızla yazılan mesajlarda, “Rüyama gelsene...” sözleriyle anılan eski sevgilinin ve daha nicesinin sebebi de buydu; kayda değer her şeyi yaşamış, tüketmiş ve tuhaf hikayesini bıktırana dek anlatmış olduğuna emin olabilmek adına sevimsiz ve tatsız bir şeylerin hiç durmadan tadına bakıp bakıp tabağa geri geri tükürmek...
Saat, ton balıklı makarnaları unutulamamış bir parfüm kokusuyla çeyrek geçiyordu.
Geç olmuştu.
Bu saatten sonra pizza artık gelse bile sopsoğuk olacaktı. Kurye her zamanki gibi mazeret olarak, “Kaza yaptım, pardon” diyecekti. 30 dakikayı geçeli dakikalar olmasına rağmen pizzayı bedava vermeyi reddedecek, “Bayan inanın ki geç kalınca benim yövmiyemden kesiyorlar” diye söylenip olayı hiç istemediğimiz yönlere çekecekti.
İşin tadı kaçıyordu.
Limon Süpernova’nın gözlerden uzakta yaşanan hikayesi başlıyordu.