Jump to content
Forumu Destekleyenlere Katılın ×
Paticik Forumları
2000 lerden beri faal olan, çok şukela bir paylaşım platformuyuz. Hoşgeldiniz.

Noyzura-KuddusiMavra sunar


KuddusiMavra

Öne çıkan mesajlar

http://i1.ytimg.com/vi/LGX4fw6gUN0/hqdefault.jpg


KuddusiMavra said:

Hatırlatma amacıyla 10 Bölüm birden...Sadece 2inci ve 4üncü bölümler Noyzura tarafından yazılmıştır.Bundan sonra da bu hikayeye hiçbir katkısı olmayacaktır.


BÖLÜM 1

Ayaklarının altını artık hissetmiyordu. Aslında bu iyi bir şeydi çünkü neredeyse 20 dakikadır yalın ayak kaçarken paramparça olmuştu ayakları. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki peşindekilerin Arnavut kaldırımındaki şangırtılarını bile bastırıyordu. Muhtemelen tepeden tırnağa zırhlıydılar.
Koşarken bir yandan da kendisine kızıyordu.
Madalene’ in sözleri kulaklarında yankılanıyordu:
-Sen hanımın hizmetçisisin. Söz konusu hanımın aşıkları olunca kulakların duymayacak, gözlerin görmeyecek. Merak iyi bir şey değil. Lütfen Candide, ne olur?! O Navarre çakalının bakışlarını beğenmiyorum.
Arkadaki kalabalık sanki artıyordu. Ya da aradaki fark kapanıyordu. Çünkü artık nefes alış verişlerini duymaya başlamıştı. Küfür ediyorlardı. Tabii ki kendisine.
Karlens’in vaftiz töreninde Navarre’ın kendisini nasıl tepeden tırnağa süzdüğünü hatırladı. Bakışları ile adeta içinden geçtiğini hissetmişti. Paris’ten bu tarafa her evde onun çapkınlık hikayeleri anlatılırdı. Paris’ten Tours’a piçlerinin sayısının yüzlerce olduğu rivayet edilirdi.
Aklına az önce şahit olduğu manzara geldi. Hanımının çığlıkları korkunçtu.
-Ne olur yapma! Yapma! Lütfen yapma, yalvarırım Navarre, yoooo, hayırrr, yapmaaaa!
Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü, yanlardan uçup gitti.
Ay bile bulutların arkasına saklanmıştı. Zifiri karanlıkta daha ne kadar böyle koşabileceğini düşündü.
Birden ayakları yerden kesildi.
Büyük bir korku ile boşlukta düşerken buz gibi suyun içinde buldu kendisini. İliklerine kadar ürperdi. Değil Şubat, yazın bile Indre’ye düşen kişinin iflah olmayacağına dair köylülerin anlattıkları geldi o an aklına. O kadar soğuktu ki artık ellerine ve kollarına hükmedemediğini anladı.
Derken karanlığın daha da arttığını fark etti. Batıyordu. Loire Nehri’nin ana kollarından olan Indre’de 19 senelik ömrü son buluyordu. Bu, hanım hizmetçisi Tours’ lu Candide’in aklından geçen son düşünce oldu.

BÖLÜM 2

Artık hiç bir ses duymuyordu ölüm sessizliğinin çığlığından başka. Tüm vücudunu kaplamış olan soğuk, hızla içine nüfus ederken gözlerinin görebildiği sadece Loire Nehri'nin karanlık sularında hayaletler gibi dolanan çaresizliğiydi. Hareketleri git gide yavaşlarken her yerini kaplayan bir ılıklıkla birlikte etrafında türlü şekillere girip farklı farklı rotalarda dolanan ışık topları görmeye başladı ve tüm renkler birleşip Candide’nin karşısında kocaman bir ışık girdabına dönüşüp onu içine çekti.



***



Candide gözlerini açtı. Daha önce hiç görmediği oval bir gri bir yatak üzerinde yatıyordu. Oval büyük bir odadaydı fakat ne bir pencere, ne de kapı vardı. Hatta içeride hiçbir kandil yanmamasına rağmen içerisi beyaz bir şekilde parlıyordu . Gözleri içerisinin ışığına iyice alışınca ayağa kalktı. Üzerinde tüm vücudunu boğazına kadar saran beyaz bir kıyafet vardı fakat kıyafeti , içinde bulunduğu oda gibiydi; hiçbir parçası , düğmesi ya da bağcığı yoktu. Üzerinde nasıl durduğuna bakmaya çalışıyormuşçasına kendi kendini süzdü önce ve önüne ve sonra arkasına bakarak . Göğüsleri ve kalçası kıyafetlerden taşarcasına belli olurken kendisini çıplak gibi hissedip utandı ve kollarını önünde büzüştürürken saçmaladığını fark edip aniden ölmüş olabileceği fikri aklında belirdi. Gerçekten ölmüş müydü?

Sıktı yumruğunu. Sım sıkı yaptı. Aniden koşar adım yürüyüp duvara bir yumruk attı. Fakat duvar yumruğunu adeta emdi. Bir an için yumruğu duvarın içinde kayboldu. Sonra duvar az önce yok ettiği yumruğu iade etti. Hala yaşayıp, yaşamadığını merak ediyordu ve duvara yumruk atamama başarısızlığından sonra çareyi kendi elini tüm gücüyle ısırmakta buldu. Ağzından çığlıkla karışık bir “lanet olsun “ çıkıverdi. Yaşadığına kafası karışık bir şekilde sevindi . En azından hem peşindekilerden kurtulmuştu ve hem de nehirde boğulmamıştı. Ne yapacağını bilmiyordu ama birden burnuna ilk defa algıladığı bir koku geldi ve bu kokuyu hissetmesiyle birlikte gözleri kapanmaya başladı . Son enerjisi ile kendini bulduğu oval yatağa bıraktı.

BÖLÜM 3

-Komserim valla billa aha şu önümde suya düştü. Etrafa o kadar çok su sıçrattı ki biz de ıslandık. Hatta aha şu Cemal hıyarının şarabın yanına iyi gider diye bulduğu cevizli ekmek mundar oldu. Ne ki, şarap bile mundar oldu. Tuzlu su doldu içi.
Durdu. Şişeyi burnuna götürüp kokladı sonra uzattı,
-Aha komserim, inanmazsan al bir fırt çek.
dedi.
Adam tiksindiğini belli ederekyüzünü buruşturdu kafasını şöyle bir yana doğru çevirdi.
-Tamam,tamam, yok, istemez.
dedi. Sonra,
-Başka?
diye sordu.
-Valla amirim, başkasıııı…biz, “n’oluyo a…k…?” derken ve aha şu geri zekalı Hilmi olan biteni bize bu zamana kadar yaptıklarımız nedeniyle canlarımızı almaya gelen Azrail sanırken…”
O zamana kadar susan beri ki heyecanla söze daldı,
-Evet komserim, bu salak, Kevser,Fatiha,Sübhaneke…artık ne biliyorsa okuyordu ama hepsini de yanlış okuyordu.
dedi gülerek. Sözü kesilen de başı ile onayladı.
-Hadi lan oradan! Ne yanlış okuması? İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim olm ben, hepsini ezbere bilirim kitabın.
diye cevapladı karşı kaldırımdaki.
Adam eliyle susun anlamında bir hareket yaptı ve
-Devam et.
diye az önce sözü kesilen adama seslendi.
-Komserim,işte bu Hilmi salağı-ki biz ona kendi aramızda Ayyaş İmam ve genelde de kısaca Ayyaş deriz-duaları peş peşe sıralayıp Azrail’e ne diyeceğini yüksek sesle tekrarlayıp dururken ben ağaçların orada, karanlıkta parıl parıl parlayan bir kıyafet içinde o kızı gördüm.
durdu ve gevrek gevrek güldü,
-Çok güzeldi amirim, valla komserim. Yıllardır Kağıthane, Cibali, Alibeyköy, Tophane, Kasımpaşa…Şu Haliç’in kıyısı üzerindeki her yerde şarap içeriz, çok güzel yavrular görürüz…
Adamın kendisine dik dik baktığını fark edince
-Öhö öhö…Yani işte komserim pek çok güzel kadın-kız gördük, Allah sahiplerine bağışlasın…
diye düzeltti aceleyle. Adamın bakışlarında yumuşamayı fark edince de gülerek
-İşte bu kız kadar gzelini görmedim. Görmedik değil mi lan Cemal? Lan İmam, öyle değil mi oğlum?
diye onay istedi.
Cemal diye seslendiği cevap verdi.
-Valla komserim doğru söylüyor. Ben o an bu Ayyaş İmam’a inandım. Dedim ki aha bu güzeller güzeli kız şeklinde gönderiyor; yine de canımızı alırken bu dünyada görmediğimiz, sahip olmadığımız bir hatun kişi görüntüsünde Allah bize Azrail’i gönderiyor ki, kendi kendime “ulan ne boktan adamlarmışız, sabah akşam şarap içmekten alnımız secdeye gelmedi. Oysa güzel Allah’ım bize giderayak nasıl bir güzellik yapıyor,bak?!”diye düşündüm.
Adam artık muhabbetin gidişatından sıkılmış bir edayla,
-Edebiyat yapma, anlat, ne oldu? Kızın yanına gittiniz mi? Ne yaptı?
-Valla komserim.
dedi yine ilk başta sorularını cevaplayan adam. Biz ilk anın şaşkınlığını atlattıktan sonra o kızı fark ettik ya. Bir başka şaşkınlığa girdik. Sonra bu Ayyaş İmam dedi ki
-Yürüyün lan, gidip bakalım. Melek midir, in midir, cin midir?
Biz de kalktık, gittik yanına. Kız öyle uzun uzun yatıyordu yerde.
Durdu. Bıyığını sıvazladı.
-Valla sadece aha şu dolunayın ışığı vuruyordu parkın o kısmına ama çok güzel kızdı be amirim. Üzerindeki beyaz kıyafet ışıl ışıl parlıyordu. Bütün vücudunu sarmıştı. Kalçaları,göğüsleri,tüm kıvrımları, hatta hatta göbek deliği bile kıyafetin altından belli oluyordu amirim.
Adamın bakışlarının sertleştiğini görünce şöyle bir öksürdü, oturduğu yerde biraz daha dikeldi. Sonra tekrar anlatmaya devam etti.
-Kız baygındı ya da uyuyordu ama kesinlikle o top denize düşmeden önce orada yoktu. Buraları bizim evimiz, kim giriyor, kim çıkıyor biliriz. Bu ışıklı top suya düştükten sonra o kız orada belirdi amirim.
-Çok konuştun lan sen.
dedi ve İmam diye seslendikleri söze girdi.
-Amirim, ben gittim bu hatun kişinin alnına baktım, sonra eğildim kalbini dinledim. Kalbi atan bir insan evladıydı. Ne yalan söyleyeyim, rahatladım çünkü harbiden yüce yaratan bizi cezalandırımak için bu geceyi seçti, aha can alıcı meleği de bu hatun kişi diye düşünmüştüm. O arada bu kız birden gözlerini açtı. Kısa süre şöyle bir etrafa baktı. Sonra bizi fark etti. Korkmuştu kızcağız, tabi karşısında bizim gibi saç-sakal birbirine karışmış, o halde şarap şişelerini elden bırakmamış tipleri gördüğünde kim olsa korkar.
dedi gülerek.
Diğerleri de gülerek onayladılar onu.
Adam sabırsızlanmıştı iyice.
-Eee? Devam et, kesme. Sonra ne oldu?
-Vallahi amirim, kız ağzını açtı ve bir şeyler söyledi. Ama biz hiçbir şey anlamadık. “Ne diyon yavrum, n’oldu,başını sert mi vurdun?” falan dedim ben. Kız daha yüksek sesle bir şeyler demeye başladı. Sonra doğruldu ve ellerini çapraz yapıp omuzlarını tuttu, belli ki bizden korkmuştu amirim, kendisini sakınmaya çalışıyordu. Neyse ki bizim gibi adamlara denk gelmişti amirim,üzerimdeki ceketi çıkarttım,o önce anlamadı ne yapmak istediğimi ama omuzlarına arkadan yerleştirdim ceketimi. Anladı kızcağız…Bir şeyler daha dedi ama anlamadık tabi. Sonra zaten ekip otosundan inip koşarak gelen memurlar yetişti. Kızı aldılar, götürdüler. Bizi de işte burada beklettiler. Bu kadar amirim.
dedi.
Adam, diğerlerine döndü.
-Başka bir şey var mı anlatacağınız? Her şeyi anlattığınızdan emin misiniz?
diye sordu kuşkulu gözlerle.
-Valla komserim, kız anlamadığımız bir şeyler söylüyordu ama bir şeyi sıkça tekrar ediyordu. Neydi,nasıldı lan Cemal? “navar mıydı, növar mıydı, novar mıydı”? Öyle bir şey? Korkmuştu kız, ben önce bizden korktu sandım ama yok amirim, kız aha bu Ayyaşın ceketini omzuna aldıktan sonra bizden yana rahatladı,belliydi bu ama yine de heyecanla bir şeyler söylemeye devam ediyordu.
dedi. Diğerleri de
-Evet, evet komserim. Doğru diyor. O “navar mıydı,növar mıydı?onu tekrar edip duruyordu kız.”dediler.
-Sağolun,sizi karakola götürecek ekip otosu, ifadenizi orada bir daha tekrar anlatacaksınız. İmzalarınızı alıp sizi serbest bırakacaklar.
dedi. Arkasını dönüp giderken ismi Cemal olanı seslendi.
-Amirim,şarabımız,ekmeğimiz mundar oldu. Diyeceğim o ki,biz kanunlara saygılı adamlarız,bildiğimizi anlattık,karakolda bize şarap ve cevizli ekmek verirler mi?
diye sordu.
Adam öyle bir bakış attı ki,ismi Cemal olan gözlerini kaçırdı.
-Tamam amirim, şakaydı,şaka.
diyebildi.
Adam kafasını bir sağa, bir sola hafif hafif döndürerek oradan uzaklaşıp ilerideki ekip otosunun yanına geldi.
-Ne oldu lan kızın sorgusu? Neymiş? Kimmiş?
-Amirim, kızın konuştuğu dil Fransızcaymış.
-Hımm, baktınız mı havaalanı pasaport polisinden fotoğrafına? Ne zaman girmiş memlekete?
-Amirim,kız Fransız ama garip şeyler var bu kızla ilgili.
dedi. Durdu. Sonra devam etti.
-Kendisini sorgulayan arkadaşlar konuştuğu Fransızca’nın çok değişik bir aksan ve oldukça eski kelimeler içerdiğini söylediler.
-Nasıl yani?
-Amirim, bu kızı şu Galatasaray Liseli züppe komser Fatih sorgulamış.
-Ne biçim konuşuyorsun lan amirinle ilgili züppe,müppe? Terbiyeli ol!
diye uyardı adam.
-Afedersiniz amirim. Özür dilerim. Neyse, fatih komserimiz sorgulamış. Kızın konuştuğu dilin şu an konuşulmadığını ama kullandığı bazı kalıplar ve kelimelerin çok eskiden kullanıldığını söylemiş.
-Başka?
-Dahası bize hiçbir turizm firmasının İstanbul ya da Türkiye’de ki kafilelerinden kayıp ihbarı yapılmadı. Ya da kayıp Fransız vatandaşı ihbarı yapılmadı. Kız da zaten enteresan bir hikaye anlatıyormuş komserim.
-Ne diyormuş?
-Növar mıdır nedir bir adamın askerlerinden kaçarken Indre isimli bir akarsuya düştüğünü, boğulduğunu sandığını, uyandığında ise bembeyaz bir odada uyandığını, üzerinde arkadaşların da onu bulduğu zaman ki daracık elbisenin olduğunu, odanın duvarının yumruğunu yediğini sonra tekrar kustuğunu falan anlatmış. Şokta garip, belli ki Tolga amirim.
Tolga düşünüyordu. Kafasının içinde tüm bu dinledikleri resmi geçit tapıyorlardı.
Ne biçim işti lan bu? Ne alaka anasını satayım, Haliç kenarında içen ayyaşlar suya ışık topu düştüğünü görüyorlar,biraz korkuyorlar,panik yapıyorlar.Sonra bir bakıyorlar ileride 20li yaşların başında, belki de daha genç bir kız. Kız Fransızca konuşarak uyanıyor. Sorgusunda abuk subuk şeyler anlatıyor. Nasıl dünya oldu lan bu dünya?
-Bir şey daha var amirim.
Düşüncelerinden sıyrıldı hemen.
-Nedir?
dedi.
-Kızın üzerindeki elbiseyi incelemiş teknik büro. Elbise kesilmiyor.
-Nasıl kesilmiyor lan?
-Amirim,bana dedikleri bu. Laboratuarda incelemek için makasla parça almak istemiş kimyager ekip, elbiseyi makas kesememiş, kırılmış makas.
Tolga söylenileni duymuştu ama anlayamamıştı.
-Nasıl kesmez lan makas elbiseyi?
diyebildi.
-Vallahi kesmiyormuş komserim. Dahası da var.
dedi.
-Ne var lan başka?
-Komserim, kıza İstanbul’a hangi uçakla, ne zaman geldiğini sormuşlar. Kız hiçbir şey anlamamış. Uzun uğraşlardan sonra sorgulayan komserimiz kızın hayatında uçağa binmediğini, binmeyi bırak uçak görmediğini anlamış. En azından kız öyle söylemiş.
Tolga’nın kafa daha da bulanmıştı. Memur devam etti anlatmaya.
- Kayıt için adını, doğum tarihini, doğum yerini sormuşlar. Kız 1413 yılında Fransa’da Tuur mu Tuuğ mu, öyle bir şehirde doğduğunu söylemiş. Paris’e 1 gün ve gece at mesafesindeymiş. Arkadaşlar araştırmış, Tours diye yazılan bir şehir varmış Paris’in yaklaşık 200 km güneybatısında.
Tolga’nın aklından sadece bir soru geçti.
-Bu ne a…k….?

BÖLÜM 4


Nehrin etrafındaki muhafızlar aramalarından vazgeçip dağıldıktan sonra Navarre saklandığı gölgelerden dışarı çıktı. Yapmaması gereken her şeyi yapmanın pişmanlığının yükü omuzlarında her saniye daha da ağırlaşıyordu. Başını sağa ve sola sallayıp bir silkindi. Her şeyin günah keçisinin Candide olmasına iç geçirdi. Kendi kendine “belki her şey onun için daha iyi olmuştur” diye söylendi fakat bu sözleriyle sadece kendisini kandırabileceğini kendi kendine itiraf edebildi .

Hiç bir şeyi eskisi gibi olmayacaktı ama yapılması gerekeni biliyordu ve bunun için vakti hızla azalıyordu . Nehrin kenarına indi ve belindeki matarasının bağını çözüp içine biraz su doldurdu.

- “Sanırım bu kadar yeterli değil mi ? “ diye sordu arkasında belli belirsiz karanlık siluete.
- “Evetsss..” diye tıslamayla karışık bir onay aldı
- “O halde geri d önelim yapmamız gereken çok şey var ve geç kalma lüksümüz yok” dedi ve cebinden ufak bir kese çıkardı .
- “hayır şimdi sırası değilllss” diye tısladı silüyet.
Navarre’nin suratı ekşidi . “Peki o halde bir an önce Algernon’un yanına gidelim yoksa ihtiyar çok sinirlenicek” dedi.
Siluet başıyla onayla.. birlikte birkaç adımdan sonra tekrar karanlığa karıştılar.


BÖLÜM 5

-Sviiiissss… Şırraaaaak!
Tüyler ürperten bir çığlık yankılandı taş duvarlarda.
-Sviiiissss… Şırraaaaak!
Bir çığlık daha. Enine ve boyuna kırbaç izlerinin bazıları kanıyordu. Bazıları ise kabuk bağlamıştı.
İnsanın genzini rahatsız edici bir koku vardı. Sidik, dışkı, kan, ter, rutubet…Tüm kokular birbirine karışmıştı. Demir kapılı bir girişi olan oda, ne odası? Hücrenin tamamı taş duvarlardan oluşuyordu. Geçmiş zamanlardan kalma belli belirsiz kan izleri vardı hücrenin dört bir yanında.
-Sviiiiiis… Şırraaak!
Belli belirsiz bir inilti duyuldu.
-Sviiiiisss… Şırrak!
-…….
-Sviiiisss… Şırraaakkk!
-…….
-Yeter!
dedi sert bir şekilde adam.
Kırbacı tutan el durdu, indirdi kırbacı. Adama döndü. Yüzü ifadesizdi.
-Ayılt şunu hemen.
dedi aynı sesin sahibi.
Kırbacı tutan adam ileriye doğru birkaç adım attı. Duvarın kenarındaki masaya bıraktı kırbacı. Arkasını döndü, demir parmaklıkların yanına yürüdü. Yerde duran kovayı aldı, geldi ve zincirlerle tavana kollarından sabitlenmiş olan kadının önünde durdu. Çırıl çıplak önünde duran kadının ayaklarının altında küçük bir kan birikintisi oluşmuştu. Saatlerdir kırbaçlıyordu ve bu şekilde devam ederse sabahı çıkartamayacağını biliyordu.
Kovayı kaldırdı ve içindeki suyu kadının yüzüne doğru sertçe fırlattı.
Boğuluyormuş gibi öksürükler ve hırıltılar arasında gözlerini açtı. Durmadan öksürüyordu. Böyle bir süre nefesinin düzelmesini beklediler.
-Geri çekil.
dedi adam kova elinde kadının karşısında dikilen adama.
Kova elinde geri geri adımlayarak çekildi adam. Duvarın dibine kovayı bıraktı. Sonra kollarını kavuşturup olanı biteni seyretmeye başladı.
Adam kadının karşısına, az önce kova dolusu su ile kadını ayıltan adamın bulunduğu yere geldi.
-Bana bak Madalene! diye haykırdı.
-Sana söylüyorum pis fahişe, bana bak, aç gözlerini çabuk!
diye bağırdı.
Kadın gözlerini açtı ve adamı görünce gözleri korkuyla doldu. Ağlamaya başladı. Bir yandan da
-Efendim. Gerçekten bir şey bilmiyorum. Candide bana her şeyini anlatır ama sizin benden ne duymak istediğinizi bilmiyorum.
diyebildi.
Adam, birkaç adım daha attı öne doğru.
-Bana o Candide o….sunun sana ne anlattığını söylemeden bu zindandan çıkamayacaksın. Bunu aklına sok.
dedi.
Kadın umutsuzca yalvarıyordu.
-Lütfen efendim! İnanın ki bilmiyorum. Bay Navarre’ın hanımefendinin aşığı olduğunu söylemişti bana. Bir de haftanın tek günleri, hanımefendinin La Riche’de ki av köşkünde buluştuklarını anlatmıştı. Doğduğundan beri hanımefendinin evinde yaşıyordu Candide. Ne bir akrabası, ne de benden başka bir arkadaşı yoktur. Kimseyi bilmez, tanımaz bu Tours’da. Yemin ediyorum başka dostu yoktur. Bildiği her şeyi bana anlatır. Bundan başka bir şey bilmiyorum. Bilsem neden söylemeyeyim?
Tam bu sırada demir kapı gürültüyle açıldı. İçeriye koşarak giren bir muhafızdı.
-Efendimiz Algernon hazretleri. Bay Navarre geldi.
dedi.
Adam muhafızın yüzüne şöyle bir baktı. Sonra arkasına döndü. Az önce kadını kırbaçlayan adama doğru bir işaret yaptı. O da “tamam” anlamında başını salladı. Gitti, masanın üzerinden kırbacı aldı. Tekrar kadının arkasındaki yerini aldı.
Kadın çığlıklar atıyor, yalvarıyor, ağlıyordu.
Algernon adama,
-Konuşana kadar devam et, bayılırsa ayılt tekrar devam et.
dedi. Sonra arkasını dönüp demir kapıyı açtı, dışarı doğru adımını atarken kırbacın ıslığı ve kadının çığlıkları başlamıştı çoktan.

BÖLÜM 6


-Babuş, neden sıkkınsın bu kadar?
diye sordu adam iki eli ile kehribar tespihini çekerek? Yüzünde 3-4 günlük olduğu belli olan bir sakal vardı. Beyazlar grilerden, griler siyahlardan daha fazlaydı.
Aniden elindeki tespihi gözlerini duvardaki polis balosu afişine dikmiş öylece hareketsiz duran adamın masasına doğru fırlatarak
-Heey,alooo!? Sana diyorum oğlum lan Tolgaa!?
diye bağırdı.
Bariz bir şekilde silkindi Tolga. Sonra da oturduğu yerde doğrularak
-Amirim, bu iş boktan iş. Şu kızın sorgusunu okudum, film senaryosu gibi. Anlattığına göre uçak diye bir şey bilmiyor. Hayatında Tours denilen şehirden başka yere gitmemiş. Gemiye binmemiş. 19 yaşında olduğunu söylüyor. 1413 yılında yine aynı şehirde, Tours’da doğmuş. Yalan söylüyor,belli ama konuştuğu Fransızca’nın şu an konuşulmadığını iddia ediyor Fatih. Hatta İstanbul Üniversitesi’nden Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden bir öğretim görevlisinden yine de yardım istemiş, hocaya bu kızın sorgusunun birkaç dakikalık kısmını dinletmiş, hoca şaşırmış. O kadar ki Fatih söylemeden kendisi buraya gelip kız ile konuşmak istediğini söylemiş. Ben de onu bekliyorum,birazdan gelecek ve ben de kızı sorgularken yanımda olacak.
-Eee? Ne olmuş a….k…? Bu mudur seni düşündüren? Kız burada kim bilir nerelerde yedi içti, hangi uyuşturucuları kullandı, kimlerin altına yattı, kalktı? Kafası bir dünya uyandı Haliç’te. Karşısında da o anlattığın ayyaşları görünce ödü bokuna karıştı. Polisi de görünce böyle bir hikaye uydurdu küçük fahişe.
Kendinden emin bir şekilde olayı çözmüştü işte Bahattin amir.
-Ya amirim, kızın konuştuğu dile ne diyeceksin? Sonra o ayyaşların gördüğü suya düşen cisme ne diyeceksin?
-Babuş, sen diyorsun işte, ayyaş da o adamlar. Üstelik dalgıçlar saatlerce dalıp dalıp çıktılar, Bi s.k.m yok lan suyun altında.
-Amirim ya kızın konuştuğu dil?
-Hay diline başlayacağım şimdi kızın yaaa? Olm numara yapıyor lan işte, belki de uyuşturucu kuryesidir o….pu?
-Amirim, o kadar basit değil. Kızın üzerindeki elbise bile başlı başına soru işareti. Kesilmiyor yahu elbise!?
-Nasıl kesilmiyor? Ne demek lan o?
-Amirim, bizimkiler laboratuarda incelemek için parça kesmek istemişler, 2 tane makası da kırmışlar. Elbise son derece esnek ve kızın vücudunun şeklini alan bir elbise. Ancak parça kesmek istediklerinde bırak kesmeyi çizik bile atamamışlar elbiseye.
-Yok artık Lebron Ceyms?
-Valla amirim!
-Lan bi s.ktirin gidin yaaaa? Ulan çoluk çocuğu buraya dolduruyorlar, uzay yolu mu bu a…k…?
-Amirim ama…
-Kes lan, kes. Zaten birazdan eve gideceğim, yengen s….cekti beynimi, şimdiden sen limitimi doldurdun, artık evde yengeniz çenesini tutacak yoksa çok kötü fena…
dedi ve yerinden ok gibi fırlayıp
-Sorgula bakayım şu kızı. Yarın konuşuruz, senin gözlemlerin benim için daha önemli. Bu Fatih artist gibi giyinir, afilli konuşur; dediklerine göre de çok iyi Fransızca konuşurmuş ama züppenin teki. Ne de olsa üniversiteden geldi oğlum buraya, bizim gibi Polis Okulu’ndan pişmedi. O üniversiteden gelecek hocayı da al yanına, bak bakalım, kızın yalanını ve neden yalan söylediğini anlamaya çalış. Hadi kodum!
dedi ve montunu başının üzerinden geçirip omzuna atarak odadan çıktı.
Tolga sadece
-Güle güle amirim.
diyebilmişti. Düşünmeye devam ediyordu. Bu kız yalan söylüyordu muhakkak ama bu elbise ve o suya düşen cisim hikayesi neyin nesiydi? Üstelik çevredeki evlerden de 155’e gelen 6 tane ihbar vardı “suya düşen, ışıklar saçan cisim gördük” şeklinde.
Masasındaki sigara paketinden bir tane çekti çıkarttı. Ağzının sağ tarafına yerleştirip çakmağı ile yaktı. Derin bir nefes çekti içine. Sonra daha derin düşüncelere daldı. 20 sene önce, polis kolejine ilk girdiği zamanı, 14 yaşındaki halini düşündü. Mahalleden arkadaşı İldeniz ile her fırsatta polisiye filmler izlerlerdi. Birbirleri ile polisçilik oynarlardı. Kimin polis, kimin soyguncu olacağı konusunda hep tartışırlardı çünkü her ikisi de hep polis olmak isterdi. Çünkü hep polis soyguncuyu yakalardı oyunlarında. İlkokulu,ortaokulu da beraber aynı sınıfta,aynı sıralarda okumuşlardı. Sonra polis kolejine de beraber girmişlerdi. Polis Akademisi’nde de birlikteydiler. Sonra İldeniz Özel Harekatçı olmuştu. Neredeydi sahiden? Hakkari’de mi, Mersin’de mi, Hatay’da mı?
-Komserim, Belda hanım geldi.
diyerek odaya giren polis memurunun sesi ile başını kaldırdı.
-Ne Beldası lan?
diye sordu sertçe.
-Komserim, İstanbul Üniversitesi’nden gelmiş, Fransızca biliyormuş. İşte öyle bir şeyler dedi.
dedi genç memur yüzündeki ifade ciddileşerek.
-Fransızca mı biliyormuş?
diye kendi kendine sordu önce ve anında
-Lan, ahahahah, tamam oğlum Şükrü. Anladım, tamam. Gönder içeri,gelsin hanımefendi.
dedi gülerek. Elindeki sigarayı küllüğe sertçe bastırıp söndürdü.
-Emredersiniz komserim.
dedi ve kapıyı açıp dışarıya doğru,
-Hanımefendi, buyurun lütfen
dedi Şükrü isimli memur. Sonra kapıyı ardına kadar açtı. İçeriye çok şık bir kırmızı tayyör içinde muhteşem bir kadın giriverdi. Kömür gibi simsiyah gözleri ışıl ışıldı, en az gözleri kadar simsiyah dalgalı saçları omzundan tayyörünün arkasına doğru uzanıyorlardı.
-30lu yaşlarında olmalı
diye şaşkın şaşkın bu güzelliği incelerken kadın elini uzattı ve
-Merhaba komser bey, ben Belda
deyiverdi.
O ana kadar yerinden kalkmamış olan Tolga hemen kalktı ve
-Hoşgeldiniz Belda hanım, ben Tolga
diyerek kendisine uzanan eli sıktı. O an kadının elini sıkan sağ elinden bileğine, bileğinden dirseğine, dirseğinden omzuna, omzundan beynine doğru bir enerji akışı hissetti.
-Hoş bulduk ama artık elimi alabilirim, değil mi?
diye gülerek sordu kadın.
Büyük bir utançla hemen eli bırakıverdi,
-Tabii buyurun, lütfen oturun
diyebildi. Sonra da hemen konuya girdi.
-Fatih komserim anlatmış size, hatta sorgu sırasında ki konuşma kaydından bir bölüm dinletmiş. Birazdan ben de kızı sorgulayacağım. Siz de benimle birlikte sorguda bulunacaksınız. Tercüman olarak bir başka polis arkadaşımız daha olacak. Lütfen siz sadece izleyin.
dedi.
-Açıkçası, Fatih’in bana dinlettiği kısım beni şok etti. Şu an Fransa’da bu aksan konuşulmuyor. Bu nedenle sizin de izniniz olursa birkaç soru da ben sormak isterim.
dedi Belda.
-Fatih hee?! Bu ne samimiyet?
diye aklından geçiren Tolga
-Tabi, yalnız önce ne soracağınızı bana söylemek şartıyla. Çünkü sizin resmi bir göreviniz yok, biliyorsunuz.
dedi.
-Tabii, mutlaka önce size sormak istediğim soruları söyleyeceğim
diyerek başıyla da onayladı.
Sonra Tolga’ya doğru öyle bir bakış attı ki, Tolga’nın ensesinden ayaklarına kadar tüm vücudunda bir karıncalanma oldu.
-N’oluyo lan bana?
diyerek aklından geçirdiği sırada
-Aslında kendimi doğru düzgün tanıtmadım. Ben Belda Karasu. İstanbul Üniversitesi Fransızca Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Doçentim.
deyiverdi kadın gülerek.
-Olm Tolga kendine gel, koyverme kendini
dedi içinden bir ses.
-Memnun oldum Belda hanım. Ben de Tolga Bardak. Haliç Polis Merkezi’nde 3üncü senem dolmak üzere.
diyebildi kendisini toparlayarak.
-Ben de memnun oldum.
dedi yüzündeki doğal gülümsemeyi bozmadan Belda.
Sonra da hemen sordu,
-Ne zaman geçeceğiz sorguya?
-Şimdi
dedi ve ayağa kalktı. Kapıya gitti, açtı ve arkasını dönüp,
-Buyrun, gidelim Belda hanım
dedi.
Kadın ayağa kalktı, tayyörünün yırtmacı o an Tolga’nın dikkatini çekti. Çok uzun ve muntazam bacakları vardı. 1,75’in kesinlikle üzerindeydi boyu. Dalgalı saçları adımlarıyla ahenkli bir şekilde dans ederek önünden geçti, kapıdan çıktı.
-Muhteşem kokuyor
diye düşündü ve sonra kapıyı arkasından çekip kapattı. Koridorda yan yana yürümeye başladılar. Parfüm kokusu artık iyice aklını başından almıştı.

BÖLÜM 7


-Bu kaçıncı vukuat Navarre? Aklın fikrin şeyinde. Paris’ten Tours’a kadar yüzlerce piçin var ve hala bir hizmetçi parçasını daha becermek için her şeyi berbat etmekte sakınca görmüyorsun?
Gözlerinde çakan şimşekleri Navarre rahatlıkla görebiliyordu. Başka zaman olsa ti’ye alabilirdi karşısındakini. Zaten çapkınlığı kadar meşhur olan bir başka özelliği de patavatsızlığı idi. Ama karşısındakinin sessizliği nedeni ile sustu. Susması gerektiği zamanı bilirdi.
-Madalene isimli olan kız öldü.
dedi dişlerinin arasından tıslar gibi bir ses çıkartarak Algernon.
İçi sızladı. Hiçbir suçu yoktu kızın. Sadece Candide’in tek arkadaşıydı.
-Dayanamamış tabi Florus’un kırbaçlarına aşifte. Hehhehheh.
Her nasılsa
-Hiçbir suçu yoktu, bunu siz de biliyorsunuz.
diyebildi. Sonra sanki 5 saniye önce konuşan kendisi değilmiş gibi susup sessizliği dinledi.
-Ne oldu? Yumuşadın mı Navarre? Öldürdüğün adamları uç uca dizseler buradan Vouvray’a yol olur.
-Onlar başka. Hepsi hak etmişlerdi.
-Risk alamayız Navarre.
diye bağırdı elini sertçe yanındaki sehpaya vurarak. Sehpanın üzerindeki kadeh yere düştü. İçindek, şarap mermer zemine yayıldı.
-Bu tarikat 200 yılı aşkın zamandır var oldu. Sadece Fransa’da değil İtalya’da, Britanya’da, İspanya’da, hatta Constantinople’da bile varlığımızı devam ettirmemizin en önemli nedeni mutlak gizliliktir Navarre. Dünyevi zevklerin için bir çok defalar kendini, dolayısıyla tarikatimizi riske ettin. Son olarak bu dul kadın olayı. Sapkın cinsel fantezilerin umrumda değil, kiminle ne şekilde ne yapıyorsan yapabilirsin. Tarikatimizin bu konuda her hangi bir kısıtlaması yok, biliyorsun. Ancak bu dul kadın, neydi adı? Heh,tamam, Mirabelle…Bu Mirabelle’yi becerirken tarikatin yüzlerce yıldır sakladığı gizli sözleri kullanıp BİLİNMEYEN’i getirmen bardağı taşıran son damla oldu evlat. Büyük üstatlar konseyi seni artık burada istemiyor.
Sözleri biter bitmez Navarre’in gözlerinin içine dik dik bakmaya başladı. Belli ki tepkisini merak ediyordu.
Berikinin en ufak bir tepki göstermediğini görünce devam etti.
-Bundan sonra tarikatimize Constantinople’da hizmet vereceksin.
-Neee? Saçmalamasınlar!? Bu kadarını beklemiyordum? Roma veya Madrid ya da Londra’ya sürebilirlerdi beni ama Constantinople nedir yahu? Her taraf baharat kokuyormuş orada. Üstelik bir sürü Ortodoks gavur var orada.Sizin pek çok emrinizi yerine getirdim, karşılığı bu mudur Algernon hazretleri?
Çıldırmıştı ve sinirden yerinde duramıyordu.
Algernon garip bir şekilde zevk aldı onun bu tepkisinden. Gevrek gevrek gülüyordu.
-Neden bu kadar hoşunuza gitti,anlamadım?
dedi Navarre. Hala burnundan soluyordu.
-Oğlum. Akıllı ol. Şimdiye kadar kaç kez kıçını kolladığımı sen biliyorsun. Dilini bilmediğin bir ülkede o meşhur çapkınlık numaralarını çekemeyeceğini bildiğin için değil mi bu sinir? Neyse, sonunda sen de efendimizin hizmetine daha fazla verebileceksin kendini. Üstelik gizli sözleri kullanmana da izin olacak.
Beri ki birden kulaklarını dikti.
-Ne? Anlamadım?!
-Anlamayacak ne var oğlum, gizli sözleri kullanmana izin verilecek. Ne yapsınlar, baktılar ki zaten hiçbir kısıtlama, yasak seni adam etmiyor ve bu tarikatin en profesyonel katili de sensin, o zaman senin söz dinlemez tavırlarınla tarikatimizin amaçlarını birleştirmeye karar verdiler. Gizli sözleri kullandığın zaman tarikatin ve dünyanın en az risk alacağı ve tarikatimizin en çok güçlenmek istediği yer Constantinople.
Constantinople… İmparatorun psikopatça zevk sefaları Paris’te ki genelevlerin teraslarında bolca süslenerek anlatılırdı. Gece boyunca baş ucunda 2 bakire ellerinde ki mumlarla sabaha kadar dikilerek odanın aydınlanmasını sağlarlarmış. Her sabah yataktan bu bakireler tarafından uyandırılırmış. Ve eğer imparator bakirelerden memnun kalmazsa kahvaltısını yaparken huzurunda bakireleri aslanlarına yem ederlermiş.
-Ne zaman gitmem gerekiyor?
Diye sordu.
-Hemen, şimdi. Yanına almak istediğin kadar altını Pasquale’ye söyle, hemen versin. 3 günlük kumanya da hazırlasın, 2 kişilik.
Soru soran gözlere hemen cevabı yapıştırdı.
-Geldiğini haber verdiklerinde uşağını buraya getirmeleri için adamlarımı gönderdim. 4 at alın, değişe değişe Antwerp’e gideceksiniz. 3 gün içinde orada olmanızı istiyorum. Sadece yemek yemek ve uyumak için mola verin. Antwerp’te Constantinople’a gidecek olan bir Venedik gemisi olacak. Adı DONNA STANCA. Kaptanı Rugerro bizdendir. Yalnız başka önemli konukları da olacak ve geminin hareket tarihi 18’i yani 3 gün sonra; gece 11 sularında. Sizin gideceğiniz konusunda çoktan bilgilendirildi. Kamaran seni bekliyor olacak.
Constantinople ha? Demek sıra Ortodoks gavurların karılarına doğru yolu göstermeye gelmişti he. İstemsiz şekilde gevrek gevrek güldü.
-Bakıyorum da çok hoşuna gitti bu Constantinople işi?
-Görevim nedir?
-Hah,şöyle. Görevin o sapık imparatoru etkileyip masasına oturan birkaç kişinin arasında yer almak. Bu arada imparatoriçe de sapkınlık konusunda imparatorundan geri kalmıyormuş duyduğumuza göre. İmparatorun masasına giden yol imparatoriçenin yatağından geçiyormuş.
Soru soran şaşkın gözleri görünce ihtiyar Algernon kahkahayı bastı.
-Ne oldu? Bu kadar şaşırtabildim seni sonunda, öyle mi? Doğru duydun evlat. Bu görev tam sana göre. Paris’in meşhur kılıç ustalarından Vachel Garan olarak tanıtacaksın kendini. Kralın mührünü taşıyan adına düzenlenmiş Tours, Villeurbanne, ANgers ve Paris savaş oyunlarında ki 1inciliklerin nedeniyle aldığın takdir belgelerini de yine Pasquale verecek sana. Hepsi ayarlandı.
-Peki BİLİNMEYEN’i ne sıklıkta kullanabilirim? Herhangi bir kısıtlama var mı?
Algernon sanki iğrenç bir şey görmüş ya da çürük yumurta kokusu almış gibi yüzünü buruşturdu.
-Hiçbir kısıtlama yok, tamamen senin inisiyatifinde.
diyebildi.
Navarre gelip Algernon’a elini uzattı.
-Tanrı üzerinizden gölgesini eksik etmesin.
Algernon uzanan eli sıktı ve aynı şekilde karşılık verdi.
-Tanrı üzerinden gölgesini eksik etmesin.
***
Navarre atıyla dört nala giderken uşağı Yvet mesafenin açılmamasına uğraşıyordu. Atı ve terkisine bağlı olan diğer 2 atla birlikte onlar da dolu dizgin efendisini takip ediyorlardı. Haftasonu planları alt üst olmuştu. Nereye gittiklerini bile soramamıştı efendisine. Hoş, zaten aralarında soru-cevap ilişkisi olduğu da pek söylenemezdi. Bastille’de hücresinde açlık ve susuzluktan ölmek üzereyken Florus isimli bir yarmanın kendisini sırtlayarak efendisinin huzuruna getirmesi ile başlamıştı 8 sene önce.
Bakalım nerede son bulacak? diye düşündü. Sonra da neden böyle bir şey düşündüğünü düşündü.
-Deeh
dedi aradaki farkın artmaya başladığını görünce.

BÖLÜM 8

-İnanamıyorum. Böyle bir şeyin olabileceğine inanamıyorum. Kız yüzlerce yıl öncesinden çıkıp gelmiş gibi. Sorbon’da 3 sene eski Fransız lehçeleri, aksanları üzerine çalışma yaptım. Hocam ve arkadaşlarımla binlerce resmi yazışmanın yanı sıra en ücra Fransız köyündeki tüccarın veresiye defterine kadar pek çok belgeyi inceledik. Bu kız kesinlikle muazzam rol yapıyor çünkü konuştuğu Fransızca’yı şu an Fransa’da konuşan kimse yok. Olamaz da.
O kadar heyecanlı konuşuyordu ki bu da göğsünün hızlı hızlı şişip inmesine, kaşlarının yukarı kalkıp inmesine, gözlerinin kocaman kocaman açılıp kapanmasına neden oluyordu. Konuşması sırasında sürekli birini indirip, birini kaldırdığı elleri ve kolları da konuşmasındaki heyecanı fazlasıyla destekliyorlardı. Dimdik vaziyette oturuyordu. Boynu vücudu ile birlikte yaydan fırlayacak ok gibi gerilmişti. Bacak bacak üzerine atmıştı ve son derece güzel bacakları kesinlikle göz alıcıydı.
Tolga karşısındakini dinliyordu ama aklını söylediklerine vermekte zorlanıyordu çünkü son birkaç saattir bu kadının çekim alanına girmişti. Aşka kesinlikle inanmazdı. Birbirlerine “aşkııım” diye seslenen çiftlere hiç inanmazdı. Ona göre cinsel ihtiyaçları vardı her canlının. Ve tıpkı yemek,içmek gibi, nefes almak gibi,uyumak gibi cinsel ihtiyaçlar da ihtiyaç duyulduğu zaman giderilmeliydi. Bunun için iki cinsin birbirine bağlanmasına gerek yoktu. Bu nedenle evlilik, bir kadınla birlikte yaşamak kesinlikle ona göre şeyler değildi. Bu yüzden anneciğini çok üzüyordu.
-Şu aldığım notları nasıl toparlayacağız? Deli saçması gibi her şey!
diye sinirli sinirli söylenerek çantasından çıkarttığı, tayyörü ile son derece uyumlu şeffaf kırmızı çerçeveli gözlüğünü takıp önündeki defterine baktı. Okumaya başladı.
-Tours şehrinde doğmuş.Mirabelle isimli hanımının hizmetçisiyken bu Navarre isimli adamın –ki o da hanımının sevgilisi oluyor- tacizlerine uğradığını ve hatta başlangıçta bu durumun hoşuna gittiğini söyledi. Çünkü bu Navarre isimli adam Fransa’nın en çapkın asilzadelerinden birisiymiş. Çok yakışıklıymış. Fakat bir gece hanımı ile yani Mirabelle ile yaptıkları seks oyunlarına onu da kattıklarında bir yaratık belirmiş aniden oda da. İğrenç bir şeymiş.Gözlerinin yerinde sadece kırmızı noktalar varmış. Yani iki kırmızı nokta. Anlattığına göre boyu bu sözümona yaratık olduğunu iddia ettiği şeyin beline kadar ancak geliyormuş. Nefesi de iğrenç kokuyormuş. Onun için kullandığı kelime INCENNE ki şimdiki Fransızca ile INCONNU demek istiyor. Yani BİLİNMEYEN!
“Arkadaş, bu nasıl bir güzellik? Ben böyle bir şey görmedim.”
diye düşündüğü sırada aninden Belda kafasını kaldırdı ve ona doğru bakarak,
-Hiç konuşmuyorsun Tolga. Nasıl Türkiye’ye geldiğini öğrenebildiniz mi?
diye sordu.
-Yok,yok.Hayır.
diyebildi sadece ve önündeki küllüğü alıp masasının altındaki çöp kutusuna boşaltmak istedi. Ancak küllük boştu ve çoktan küllüğü eliyle kavramış ve masadan kaldırmıştı. Kadının kendisine soru dolu gözlerle baktığını fark edince aninden,
-Şükrüüüü! Şükrüüüü!
diye seslendi.
Taa yan odadan
-Geliyorum amirim.
diyen bir ses duyuldu ve 10 saniye içerisinde kapı açıldı.
-Buyrun amirim.
dedi Şükrü.
-Canım al şu küllüğü. Sigara içmeyeceğim bundan sonra. Görmek istemiyorum bu küllüğü burada.
deyiverdi Şükrü’nün şaşkınlıktan irileşmiş gözlerine bakarak.
-Amirim, hayırdır? Sağlık sorunun mu var bilmediğimiz?
diye soruverdi genç polis.
-Yok canım ya, böyle içmeye devam edersem olacak ama. Annem de zaten hep istiyordu bırakmamı. Kadını zaten çok üzüyorum, bari bu konu da mutlu edeyim. Sen al bu küllüğü.
dedi. Bir yandan da,
“Has..tir!Nereden çıktı lan bu? Hay kafama s.çayım!”
diye düşünüyordu.
Şükrü küllüğü aldı ama karşısında dikilmeye devam ediyordu.
-Ne oluyor oğlum? Tamam işte, al küllüğü git.
-Amirim, küllük vermekle sigara bırakılsaydı ohoooooo! Ver bakayım şu kamel sigaranı, çakmağını da alayım amirim.
dedi bir yandan gülerken diğer yandan da sağ elinin baş parmak hariç 4 parmağı ile herkesçe bilinen “alayım” hareketini yaparken.
Tam şöyle sinkaflı bir küfür savuracaktı ki tuttu kendini ve kadının gülümseyen bakışları altında cebinden sigarasını ve zippo çakmağını çıkartıp Şükrü’nün eline verdi.
-Al bakalım Şükrü, al bakalım.
dedi imalı imalı Şükrü’ye gözlerini dikerek,bir yandan da başını öne arkaya sallayarak.
Şükrü gayet mutlu bir şekilde sigarayı aldı ve gömleğinin cebine koydu hemen. Çakmağı aldı ve şöyle bir inceleyip
-Çok güzelmiş amirim,sağolun.
diyerek pantalonunun cebine attı. Küllüğü aldı ve
-Hayırlısı olsun amirim,darısı bizim başımıza.
diyerek odadan çıktı.
-Bravo Tolga, sigara içmek ve hele bu devirde yanlış anlamayın ama zaten çok büyük aptallık.
deyiverdi kadın.
Tolga kendisine 5 dakika içerisinde ikinci kez <> diyerek ismi ile hitap ettiğini fark etti. İçini ılık, tatlı bir his kapladı. Demek ki <> demesinin ardında başka bir şey aramamak lazımdı.
-Fatih’e de hep söylerdim. Sigara içtiğin zaman kokusu üzerine siniyor, kesinlikle kokusu üzerinden çıkmıyor ve kapalı ortamda bir süre birlikte vakit geçirdiğin insanlara bile kokusu geçiyor. Bırakmalısın bu sigarayı diye. O da 2 sene önce bu şekilde benim de bu sözlerimin etkisi ile bırakmıştı sigarayı.
Arkadaş bu nasıl iş? 1 dakika önce bu kadar mutlu iken 1 dakika sonra nasıl böyle mutsuz olabilirdi insan?
-Siz şu notlarınızı okumaya devam eder misiniz?
dedi sinirli bir ses tonu ile.
Kadın sesinin tonundaki siniri anlamıştı ama hiçbir anlam verememişti. Belli belirsiz bir omuz silkmeyle notlarını okumaya devam etmek için defterine baktı ve bakar bakmaz tekrar Tolga’ya dönerek
-Ama Tolga. Bu kız nasıl geldi o zaman Türkiye’ye?
diye sordu. Neyse ki bu sefer aklı başındaydı Tolga’nın.
-Ben de bilmiyorum Belda hanım. Zaten şu an önümüzdeki en büyük muamma bu. Yani belli ki ya çok profesyonel bir yalancı ya da gerçekten de büyük bir travma geçiriyor.
-Ama konuştuğu Fransızca…
diyecek oldu Belda fakat Tolga hemen kesti.
-Tamam Belda hanım, işin o faslı var ama bence onun mantıklı bir açıklaması olmalı. Öğrenmiştir kız o şekilde konuşmayı.
Gülümsedi kadın ve
-Linguistik konusunu hiç bilmiyorsunuz. Bu belli. Bir dil tüm kalıpları ile, dil bilgisi ile, kelimeleri, deyimleri, aksanı ile ancak o işin uzmanı kişiler tarafından seneler süren çalışmalar ile öğrenilebilir ki hiçbir zaman o kişi ya da kişiler öğrenmeye çalıştıkları dile 100% hakim olamazlar. Bu kız ise bu dili yaşıyor yani adeta ana dili. Hiçbir falsosu yok. Yani bir şeyleri ezberlemiş ve sadece o ezberlediği kalıplarla konuşuyor diyemem kesinlikle. Kız bu dilden başka bir dil bilmiyor gibi adeta. Dediğim gibi rol yapıyor, aksi mümkün değil. Ama şu şekli ile de açıklayamıyorum. Sana sorduğum soruya da olumlu cevap alamadım. Yani kızın ne zaman geldiği, nasıl geldiği de belli değil. Anlattığı hikaye zaten akıllara zarar.
dedi ve yeniden notlarına döndü. Okumaya başladı.
-Nerede kalmıştım? Heh, tamam. Bu BİLİNMEYEN dediği yaratık yani onun deyimi ile INCENNE çok uzun boylu ve iri yarı bir yaratık. Üzerinde de hiçbir kıyafet yok. Giysi yok yani. Gözleri kıp kırmızı ve insana da benzemiyor. Daha çok bir kurtu andırıyor yüzü kızın anlattığına göre. Ve bu yaratık kendisine doğru döndüğünde çığlık atmış,anlatırken bile aynı çığlığı attı. Çünkü yaratığın cinsel organını görmüş ve 2-3 penis boyundaymış. Ucu da mızrak gibi sipsivriymiş. Nasıl bir hayal gücü bu ey tanrım?!
diyerek gözlüğünü çıkartıp Tolga’ya döndü.
Tolga o kadar utanmıştı ki bakışlarını kadının gözlerinden kaçırarak
-Yaa, aynen öyle. Nasıl bir hayal gücü?
deyiverdi sadece.
Kadın onun utandığını anlamıştı kesin. Nasıl anlamasın ki? Kendisi bile yanaklarının kıpkırmızı kızardığını hissedebiliyordu.
-Çığlık attıktan sonra bayılmış olmalıyım dedi kız. Sonra hanımının yani Marbelle’in çığlıkları ile uyanmış. Bakmış ki Navarre kadının kollarını sıkı sıkı tutarken bu yaratık kadına tecavüz ediyor.
Tekrar gözlüğünü çıkartıp Tolga’ya baktı.
-Hanımının durumunu anlatırken çok ağladı. Bilemiyorum, sanki gerçekten yaşamış gibi anlattı olayı. Nasıl bir rol yapma yeteneği var bu kızın?
diye sordu.
Tolga iki elini yana açıp dudaklarını büzerek malum “ne bileyim?” hareketini yapabildi sadece.
Tekrar okumaya başladı.
-Kadının vücudundan her yana kanlar fışkırıyormuş. Yaratığın her hareketinde etrafa kan fışkırıyormuş.Bu kızcağız ise gördüklerinin etkisi ile öylece sessizce ayakta kalakaldığını anlatıyor. Sonra her nasılsa bu yaratık birden bire yok olmuş. Yemin ediyor, kesinlikle aniden odadan yok olduğunu yani kapıdan ya da pencereden çıkmadığını veya gizli bir bölmeden gitmediğini ama aniden yok olduğunu söylüyor. Bu Navarre o zaman onu fark etmiş. Kızın üzerine doğru atılacakken can havli ile fırlamış odadan. Ayakları çıplak, kendisini sokağa atmış. Bunu Navarre’ın adamları uzun süre kovalamışlar. Kaçarken Indre isimli bir nehire yuvarlanmış. Garip olan bu anlattığı Loire Nehri’nin ana kollarından birisinin ismi. Ve yine Tours şehri halen Fransa’da Paris’e yaklaşık 200 km mesafede olan bir şehir. Çok eski bir şehir hem de. Sorbon’dayken birkaç kez bulunmuştum orada.
-Sorbon dediğin nedir, neresidir Belda hanım?
diye sordu Tolga saf saf.
Gözlüğünü çıkartmış, çerçevesini ağzı ile emmeye başlamıştı Belda. Hınzırca gülümsedi.
-Birincisi bana Belda de lütfen. İkincisi Sorbon dünyanın en eski üniversitelerinden birisidir. Paris’te 13üncü yüzyılda kurulmuştur.
-Peki Belda hanım, amaaan, Belda. Cahilliğim için kusura bakma. Polis akademisinden işte benim gibi adamlar çıkıyor, malzeme bu.
dedi ve iyi bir espiri yaptığını düşünerek gevrek gevrek güldü.
Karşısındaki ise gayet ciddi
-Estağfurullah Tolgacığım, senin niye cahilliğin olsun? İlgi alanı ve meslekle de ilgili bu işler.
deyiverdi.
"Anam? Tolgacığım mı dedi o?"
diye geçirdi aklından.
-Bu kızın adı da Candide Pierretta imiş. 19 yaşındaymış. Navarre dediği adam asilzadeymiş, pek çok ünvanı olan bir çapkınmış.
dedi. Arka sayfaya geçti.
-Burası da çok ilginç. Nehre düştükten sonra uyanıyor. Kendisini aydınlık bir odada buluyor. Oval gri renkte bir yatağın üzerinde uyanmış. Odanın nasıl ve nereden aydınlatıldığını anlayamıyor. Pencere yok. Ona lambayı anlattık ve hatta öğrettik. Lambanın ne olduğunu bilmiyordu! Oda da lamba ya da benzeri bir şey olmadığını da böylece teyit etti. Oval gri renkte bir yatağın üzerinde uyanmış. Sanki odanın kendisi ışıl ışıl aydınlık saçıyordu dedi. Sonra üzerindeki kıyafeti fark etmiş. Çok utanmış çünkü her yanını saran kıyafetleri kendisine kimin ya da kimlerin giydirdiğini bilemediği için birilerinin onun bedenini görmüş olduğunu ve kim bilir belki de tecavüz etmiş olabileceklerini düşünmüş. Kızgınlıkla duvara bir yumruk sallamış fakat anlattığına göre duvar yumruğunu yemiş. O böyle söylüyor. Anlayabileceğimiz kadarıyla sanki yumruğu duvar tarafından emilmiş ve sonra tekrar geri verilmiş gibi bir şey. Sonra bir koku hissediyor ve uykusu geliyor.
Notlarından kafasını kaldırıp Tolga’ya baktı
-Deli saçması değil mi?
dedi ve devam etti okumaya.
-Sonra üzerinde uyandığı o oval gri yatağın üzerine uzanıyor.
Tolga kendi notlarını okuyarak devam etti.
-Üzerine eğilmiş olan şu Hilmi isimli ayyaşın bakışları ile uyanmış. Korkmuş tabi. Nerede olduğunu anlamaya çalışmak için doğrulmuş fakat bir yandan da anlamadığı bir dille konuşan ve etrafını çeviren bu 3 adamdan çok korkmuş. Fakat bir tanesi-bu bizim Hilmi-üzerindeki kıyafetini(ceketini kastediyor)çıkartmış ve aniden omzuna koymuş. O an anlamış ki kötü niyetleri yok. Bu Tuurs denen şehirde hanımı için alışveriş yapmaya çıktığında önünü çok kesen serseri olmuş. O yüzden kim iyi, kim kötü, bakışından, hareketlerinden anlarım dedi. Sonra işte bizim memur arkadaşlar gelip almışlar bu kızı sarhoşların arasından ve merkeze getirmişler. Hikaye bu.
Kadın kendisini meraklı bakışlarla izliyordu. Hiçbir şey söylemeden gözleri öylece Tolga’nın gözlerine kilitlenmişti. Tolga için dakikalar süren birkaç saniyenin sonunda
-Ve bütün bu ifadeyi verirken aksanı ve kullandığı pek çok kelime kesinlikle şimdiki Fransızca ile ilgisi olmayan bir Fransızca idi. Peki nasıl toparlayacaksın bu ifadeyi, nasıl çıkacaksın bu işin içinden Tolga?Ay,işiniz gerçekten çok zor. Polisiye filmleri izlerken hiç zevk almazdım, senaryoların hep fazlasıyla zorlama olduğunu düşünürdüm. Ama işin içine bu şekilde girmiş bulundum ve o filmlerdeki senaryoların pek çoğunun bu bizim aldığımız ifadenin yanında çok masum olduklarını düşünüyorum şu an da. Biliyor musun?
dedi.
-Öncelikle ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin muayene sonucunu bekleyeceğiz. Bu arada kızın gerçek kimliğinin ne olduğunu öğreneceğiz. Türkiye’ye ve tabii İstanbul’a ne şekilde gelmiş olabileceğini öğreneceğiz. İlk muayenesinde kemik yaşının 20 olduğunu teyit etti doktorlar. Fiziksel görünümünü de göz önüne alarak 15-25 yaş arasında olabileceğini söylediler. Bu nedenle arkadaşlar Türkiye’ye son 1 yıl içerisinde girmiş olan 15-25 yaş arası tüm kadınların pasaport kayıtlarını inceliyorlar. Binlerce yat, özel uçak, gemi, tarifeli uçak, tren, on binlerce otomobil söz konusu. Bu iş çok ayrıntılı bir iş. 3-4 gün içerisinde ne şekilde Türkiye’ye giriş yaptığı, nereden, hangi yolla, hangi isimle geldiğini öğreniriz.
Durdu ve
-Sen Sorbon’dayken dedin. 3 sene dedin. Eğitimini yurtdışında mı aldın?
diye sordu.
Kadın gülümsedi.
-Çok uzun bir hikaye ama anlatayım.
dedi. Sonra başladı anlatmaya.
-Ben Fransa’da, Marsilya’da doğdum. Annem bir Fransız. Babam ise Türk. Annem Antalya’ya gezmeye gelmiş arkadaşları ile. Babam ise teknenin birinde kaptanlık yapıyormuş.
Kıkırdayarak
-Annem babamı görür görmez vurulmuş ona. 2 haftalık tatilini 2 aya uzatmış. Babamdan bir türlü ayrılamıyormuş. Sonra ülkesine dönmüş ama babamla sürekli mektuplaşıyorlarmış. Derken babam atlamış, Fransa’ya gelmiş. Annem o sırada bana hamileymiş. Babam bunu da görünce anneme evlenme teklif etmiş.
Gülmeye başladı.
-Burası çok komik çünkü annem kabul etmemiş. “Ne evlenmesi? Biz daha birbirimizi ne kadar tanıyoruz ki?” diye sormuş babama. Babam çıldırmış. “Bizim kültürümüze,geleneğimize göre bir adam çocuğunu taşıyan kadına piç doğurtturmaz.”falan gibilerden bir şeyler söylemiş. Neyse? Annem babamı o kadar çok seviyormuş ki hiç istememesine rağmen evlenmişler. Bu arada annemin babası yani büyükbabamın da yardımıyla babam için çalışma izni almışlar. Büyükbabam o zaman hatırı sayılır bir müteahhitmiş. Babam Marsilya’da mesleğini yapmaya başlamış teknelerde.
Durdu. Hüzünlenmişti. Tolga tam nedenini soracaktı ki devam etti.
-Derken babam her erkeğin yaptığını yapmış.
dedi bir an sinirlenerek.
Sonra yeniden olağan ses tonuna döndü ve anlatmaya devam etti.
-Annemi aldatmış. Annem affetmemiş. Bavulunu kaptığı gibi camdan aşağı atmış. Babam da çok yalvarmış ancak annem affetmemiş. Orada daha fazla kalmanın anlamsız olduğunu düşünmüş babam çünkü gerçekten çok pişman olmuş yaptığı hataya. Ben o zaman 3 yaşımdaydım, hayal meyal hatırlıyorum. Bana sarılıp nasıl ağladığını hatırlıyorum. Yüzümü,gözümü,kafamı öpmüş ve koklamış,koklamış,koklamıştı.
Gözlerinden süzülen yaşları silmesi için Tolga’nın uzattığı kağıt mendili aldı.
-Teşekkür ederim Tolga.
dedi ve yaşları sildi.
-Sonra annem beni en iyi şartları sağlayarak okutmaya çalıştı. Büyükbabam da-toprağı bol olsun-diğer torunlarından daha çok sevdi beni. Adeta bir baba gibi davrandı. Hep yanımda oldu ben büyürken. Her yılbaşı ziyaretine giderim. Marsilya'da bir huzur evinde kalıyor. 90 yaşını çoktan devirdi. Neyse...Ben 19 yaşımdayken annemin kanser olduğunu öğrendim. Akciğer kanseriydi ve ölmek üzereydi. Bana vasiyeti Türkiye’ye gidip babamı bulmam oldu. Bu arada içinde babamdan bana ve anneme ayrı ayrı yazılmış yüzlerce mektup olan bir kutu da bıraktı annem bana. Babam bu mektuplarda yarı Fransızca, yarı Türkçe olarak Fransa’dan ayrıldıktan sonra her gününün pişmanlıkla geçtiğini, annemi ve beni ne kadar sevdiğini anlatmış. Annem bu mektuplara cevap vermemiş ve benden saklamış. O kadar kızgınmış ki babama. Ömrünün son günlerinde ise kalbindeki sevgi yeniden canlanmış. Babamı gerçekten çok sevmiş anneciğim. Bu nedenle de kendisi öldükten sonra mutlaka babamı bulmamı ve onun babamı affettiğini kendisine söylememi istedi benden. Çok hem de çok uzun hikaye ama Türkiye’ye geldim, babamı Antalya’da buldum. Onu yanıma alıp Fransa’ya götürdüm, eğitimimi aldığım sürece babam hep yanımdaydı. Bu arada Türkçe öğrendim. Eğitimim ve yüksek lisansım bittikten sonra bir profesörümün tavsiyesiyle İstanbul Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım.
Şaşkın şaşkın kendisine bakan Tolga’ya
-Yaa,işte böyle Tolgacığım.
dedi.
“Anasını satayım, demek bu yüzden bu kadın bu kadar rahat. Demek bu yüzden bu kadar sıcak. Demek bu yüzden birkaç saat içerisinde Tolgacığım oldum?! Ulan tabi yaaa?! Bizde böyle kadın ne arar?”
diye aklından geçiriyordu Tolga.
-Demek Fransız asıllısın he? O kadar güzel konuşuyorsun ki Türkçe’yi…Gerçi çok hafif bir aksan sanki var gibi ama ne bileyim, çok güzel konuşuyordun.
diyebildi.
-Ama adımdan da mı anlamadın? Belda bir Fransız ismidir.
dedi ve gülümsedi.
-Ya açıkçası isim bana sanki Türk ismiymiş gibi gelmişti.
dedi ve
-Ama sen de farklı bir şey olduğunu fark etmiştim.
diye çıkıverdi ağzından sonra kendisine kızdı. Ne gereği vardı ki o son cümlenin?
Kadın hiçbir şey demeden ayağa kalktı, Tolga’da öyle. Tolga’ya doğru birkaç adım attı ve elini uzattı.
-Memnun oldum Tolgacığım. Seninle tanıştığıma da…Ben de farklı bir şey olduğunu fark etmene de.
-Bu kartvizitim.
diyerek çantasından az önce çıkartmış olduğu kartı çoktan elini sıkmakta olan eline tutuşturdu.
-Bu olay ile ilgili lütfen beni aramaktan çekinmeyin. Bu iş başlı başına bir tez konusu olacak bir olay benim için. İzin verirseniz ben de çalışmalarımda bu olayı kullanmak istiyorum.
dedi gülümseyerek.
“Öyle güzel bakıyor ki.”
diye düşündü ve
-Tabii,yardımınızı isteyeceğim mutlaka.
diyebildi.
-Hala siz’li biz’li mi konuşacağız Tolgacığım?
dedi ve aniden sol elini uzatıp çenesinden bir makas alıp bıraktı.
Şuh bir kahkaha attı ve
-Hadi ben gidiyorum. Görüşmek üzere.
dedi. Arkasını döndü, kapıya doğru ilerledi,kapının kolunu tutup çevirdi ve kendisine çekti. Tam çıkacakken tekrar Tolga'ya döndü ve baktı. Gülümsedi. Sonra odayı terk etti.
“Aşk bu mu?”
Kafasının içinde yankılanan bu soruya ne cevap vereceğini düşünmeye başladı. Sonra elini cebine attı. Diğer cebine de baktı. Bir anlık şaşkınlığın ardından olanca gücüyle bağırmaya başladı:
-Ulan Şükrüüü? Getir lan sigaramla çakmağımıııı?

BÖLÜM 9

Dumandan göz gözü görmüyordu. Genzinde, gözlerinde, boğazında felaket bir yanma başlamıştı. Bir yandan göz gözü görmeyen sokağı “Mustafa…Kemalin…Askerleriyiz” şeklinde sloganlar inletiyordu.
Derken etrafında duvara çarpan, yere düşen metal sesleri, kırılan cam sesleri duymaya başladı. Bazı insanlar çığlıklar atıyorlardı. Etraftaki gaz bulutu daha da yoğunlaşmış, genzi daha fazla yanmaya başlamıştı. Gözlerinden sular seller boşalıyordu adeta. Kendisini hiç tutmadı, bıraktı, ağlıyordu, ağlamanın en iyi çözüm olduğunu biliyordu. Biber gazı ile ilgili kısa bir eğitim almıştı daha önce. Gözlerini oğuşturmadan mümkün olduğu kadar ağlayarak en kısa sürede rahatlayacakları anlatılmıştı. Anlatılmıştı da yanan geniz için bir şey söylememişlerdi. Bu arada sağına, soluna, önüne, arkasına düşen metal sesleri duyuyordu. Ne olduklarını anlamamıştı.
Aniden önünde bir gencin bağırarak yere düştüğünü fark etti.
-N’oluyo a…. k……?
diyerek yerdeki gence bakmak için eğildi. 20-25 yaş arası bir gençti. Alnının sol tarafı feci çekilde kanıyordu ve hafif çökmüştü. Kafası kırılmıştı çocuğun. Etrafa bir göz atarken az ileride, birkaç metre ötede duvar dibindeki boş metal çubuk dikkatini çekti. Eline aldı. MADE IN BRASIL yazıyordu.
-Gaz kapsülü lan bu! Vay arkadaş! Demek deminden beri bunları sallıyorlar?! Ulan bunlar böyle leblebi gibi nasıl sallanır insanların üzerlerine?
dedi. Sonra yerde inleyen çocuğa tekrar eğildi.
-Şimdi seni taşıyacağım, merak etme, sakin ol. Doktora götüreceğim seni.
dedi. Çocuğu iki eliyle kaptığı gibi kaldırdı. Dümdüz İstiklal Caddesi’nden Taksim Meydanı’na doğru ilerlemeye başladı. Yaklaştıkça gördüğü manzara korkunçtu. Kadınlar, genç kızlar, erkekler panik halinde kaçışıyordu. Panik atak krizi geçirenler, gaz nedeniyle öksürük krizine girenler. Yaralılar. Ağlayanlar. Ve hiçbir şey olmamış gibi ellerinde Türk bayrakları ile sloganlar atan binlerce genç.
-Film çekimi ortasında mı kaldım diyeceğim ama yok arkadaş. Bu ne yahu?
dedi. Sağ tarafta Mado önündeki kalabalığı fark etti. Kadının birisi yalvarıyordu:
-Açsana evladım kapıyı, kızım astımlı. Ölecek, ne olur açın kapıyı!
diye yalvaran kadın dikkatini çekti. Yanı başında 20li yaşlarda bir genç kız annesine sarılmış düştü düşecek vaziyette öksürük krizine tutulmuştu.
O tarafa yöneldi.
-Ne oluyor burada?
diye sordu. Kadın ağlıyordu, cevap veremedi. Çevredekilerden uzun boylu bir genç delikanlı,
-Ne olacak? Mado kapıları kilitledi. Almıyor kimseyi içeriye. Dumandan burada perişan olduk. Kimseyi almıyorlar, o kadar yalvardık, bana mısın demediler.
dediler.
Camın öbür tarafındaki beyaz önlüklü garsonlarla göz göze geldi.
-Açsanıza lan kapıyı!
diye sertçe bağırdı ama camın öbür tarafındaki çocuklarda hiçbir tepki yoktu.
Sonra yeniden arkasında bir çığlık duydu.
Dönüp baktığına az önceki kızı için yalvaran kadının yere düştüğünü, omzunu tuttuğunu fark etti.
-Gaz bombası isabet etti teyzeye, koşun, koşun!
diye bağıran çocuklar ve teyzenin az ilerisinde yerde duran az önce gördüğü kapsülün benzeri kapsülü gördü. Kan beynine sıçramıştı.
Kollarındaki gençle beraber koşarak İstiklal’de yukarı doğru ilerlemeye başladı. Bir yandan artık gözlerini hissetmediğini fark etti. Yoğun duman arasında sadece kalp atışlarını duyuyordu. Fransız Konsolosluğu’nun orada tomayı ve sağında solunda dizilen çevik kuvvet polislerini fark etti. 40-50 metre kalmıştı. Birden tomanın sağında ve solunda nişan alan polisler dikkatini çekti.
-Lan bu kapsüller havaya atılmıyor da böyle nişan alıp mı atıyorlar?
diye kendi kendine sordu. Tam o sırada sağ bacağının altında müthiş bir acı hissetti. İstemsiz bir şekilde öne doğru devrildi, düşerken taşıdığı gencin yere çarpmaması için kendini feda etti, ağırlığını sol tarafına vererek sol dirseği üzerine hızla bırakıverdi kendisini yere kucağındaki delikanlıyla. Hisettiği acı az önce bacağında hissettiği acıdan daha felaketti. Düşerken kendisini vuran polisi fark etmişti. Tüfeği havaya kaldırıp, bir çeşit zafer hareketi yapmıştı. Sonra tekrar kapsülü sürdü tüfeğe ve nişan aldı. Tetiğe asıldı.
-İyi misiniz? Bir şeyiniz yok ya? Kendinizde misiniz?
diye sorular soran genç bir kız tepesinde bitiverdi. Kız üzerine beyaz önlük giymişti.
-Hemşireyim ben.
diye ekledi.
-İyiyim.
diyebildi Tolga.
Sonra da,
-Siz gençle ilgilenin.
diyebildi.
Sonra da az önce kendisini vuran polise bir daha baktı. Tüfeği havaya kaldırıp az önce kendisini vurduktan sonra yaptığı zafer işaretini bir kez daha tekrarladığını fark etti. Demek ki birini daha vurmuştu. Ayağa kalkıp doğrulmak istedi ama müthiş bir acı ile tekrar ellerinin üzerine yere çöreklendi.
Sağ bacağına baktı, kapsülün çarptığı yer yanmıştı, pantalonu zaten hem yanmış ve hem de yırtılmıştı. Eliyle yokladı, kırık yoktu ama çok canı acıyordu. Sonra sol dirseğini yokladı, kırık olabilirdi çünkü sol kolunun gittikçe uyuştuğunu hissediyordu. Az önceki genç kız çoktan buraya kadar taşıdığı gencin başındaki yarası ile ilgilenmeye başlamıştı.
Yeniden kendisini vuran polise doğru baktı. Aralarında 40 metre ya var, ya yoktu.
Çok sinkaflı bir küfür savurdu, insan üstü bir çaba ile ayağa kalktı. Ve aniden koşmaya başladı.
Göstericilere nişan almakla meşgul olan öndeki 4 çevik onu fark edemedi. Arkadakiler fark edip hareketlendiler. Ancak o kadar kısa sürede olup bitti ki her şey, geç kalmışlardı. Tolga kendisini vuran polis ile arasında 2-3 metre kalana kadar son hızla bacağındaki ve dirseğindeği ağrıya rağmen koştu ve öne doğru atıldı, havaya doğru zıpladı ve ancak filmlerde görünecek şekilde kendi ekseni etrafında yere paralel dönerek voleye yatıp tekmeyi savurdu. Kendisini vuran poliste onu fark etmişti ama çok geç kalmıştı. Tekme polisin ağzının üzerine oturmuştu. Sesi bile çıkmadı ve olduğu yere yığıldı.
Tolga’da yere düştü, tekme tokat diğer polisler çoktan vurmaya başlamışlardı.
Küfürlerin bini bir paraydı. O ise çoktan bayılmıştı bile.

BÖLÜM 10

-Vay a…k….Komsermiş ya la bu!
-Has…lan!
Çeviğin elinden kaptı az önce üzerinde zıpladığı adamın cebinden çıkan cüzdanı…Aldı eline…Baktı…
Ayaklarının dibindeki adama bir baktı…Sonra
-Ya oğlum!Alooo!Ambulans çağırın laaaan!?Yaralı komser var buradaaaa?!Koşun a…k….!
diye bağırdı.

xxxxxxxx

Zırıltıya gözlerini açtı.Üzerine eğilmiş olan bir kadını gördü.
-Ne yapmışlar bu adama böyle?Çok fazla ezik var vücüdunda, kaburgalarında kırık var muhtemelen.
Sonra kendisine bakan adamı fark etti ve belli belirsiz bir çığlık attı.
-Gözlerini açtı.
diyebildi.
Arkasında duran adam öne doğru hamle yaptı, üzerine eğildi.
-İyi olacaksınız.Hastahaneye gidiyoruz.
dedi genç adam. Sonra,
-Hadi,öyle durma,kafası hala kanıyor,durdur şu kanamayı.
Dedi şaşkın şaşkın ayakta öyle kalakalan kadına.
Hiçbir şey hissetmiyordu.Sadece uyumak istiyordu.Uyumak…Uyanmamak bir daha…
Tekrar gözlerini kapattı.

xxxxxxxx

-Sen nasıl döversin lan bir komseri?
Sağlam bir tokat indirdi karşısındaki adama,adamın gözlerinden yaşlar süzüldü.Acımadı,elinin tersiyle öbür suratına daha okkalı bir fiske savurdu.Adam yalpaladı,geriye doğru düşerken duvara yaslandı.Ağlamaya başladı.
-Ya sen!Nasıl vuruyorsun lan sen benim komserime? Copu kırmışsın ulan?! Nasıl bir hırstır ulan bu?
Tekmesi doğrudan karın boşluğuna yerleşti. Anında iki büklüm oldu adam.
Hırsını alamadı,iki büklüm vaziyetteki adamın sırtına dirseğini gömdü. Adam acı içerisinde böğürdü.
-Kes lan! Siz bu adamı bu kadar döverken ağzını açıp ses çıkardı mı lan Tolga komser?
Arkasına döndü. Sıraya dizilmiş 6 çevik kuvvet polisine baktı.
-Utanmıyor musunuz ulan 8 kişi bir tane adama tekme,tokat,cop….
Hırsından sesi kesilmişti,soluk soluğa kalmıştı,gözleri yuvalarından fırlayacaktı.
-Lan vicdanınız yok mu sizin? Sorsam hepiniz Müslüman’ım dersiniz. Bu ne biçim Müslümanlık? Sizin ben!...
dedi ve tuttu kendini.
Birisi cesaretini toplamış olacak ki:
-Bahattin amirim. Vallahi komser olduğunu bilmiyorduk. Bizim Muhsin’e öyle uçarak tekme attığını görünce biz de ona çullandık. Gösterici sandık onu.
diyebildi.
Anında ağzının ortasına bir sağ yumruk yedi. Alt dudağı patlamıştı,kan fışkırıyordu.
-Ulan o Muhsin dediğiniz psikopat zaten daha önceden de kaç tane disiplin cezası almış. Hepsi de vatandaşa kötü müdahale ettiğine dair suçlar. Araştırdım, gaz kapsülleri ile doğrudan göstericilere nişan alıyormuş. Tolga’yı da bacağından vurmuş. Siz nasıl adamlarsınız oğlum? Vatandaşın malı, canı sizin gibi adamlara mı emanet? Yazık lan size! De ki karşınızdaki komser değil, sıradan vatandaş. Demek ki cebinden polis kimliği çıkmasaydı dayağa devam mı edecektiniz?
-Olur mu amirim öyle şey?
dedi bir tanesi bir eliyle ağzını koruyarak.
Ama sağ dizinin yanına yediği tekmeyi engelleyemedi bu hareketi. Acı içerisinde yere düştü.
-Kes lan!
Sonra arkasında ki az önce dövdüğü polislere döndü.
Sertçe
-Geçin lan karşıya, arkadaşlarınızın yanına!
diye bağırdı.
Kıvranarak arkadaşlarının yanlarına geçmelerini bekledi. Az önce yere düşen de ayağa kalktı,geçti arkadaşlarının yanına.
-Dövdüğünüz kişi Haliç Polis Merkezi Komserlerinden Tolga Bardak. Benim en iyi çalışma arkadaşlarımdan biridir. 3 kaburgası kırılmış, sağ bacağında kırık var. Sol el bileğinde çatlak var. Her iki elinde 2'şer tane parmağı kırılmış. Beyin travması geçirmiş. Ciğerlerinde kemik batması var.
Biraz soluklandı…Bir taraftan da karşısında dizili 8 adamın gözlerinin içerisine tek tek bakarak gözleriyle tur atıyordu.
-Bu adama yapılan yanlış bana yapılmış demektir. Benim karakoluma yapılmış demektir. Sizin amirinizle de görüşeceğim şimdi. Hepiniz sicil numaralarınızı tek tek yazıp masama bırakın. Bundan sonra da hakkınızda soruşturma açtıracağım. Her biriniz yaptığınızdan tek tek pişman olacaksınız, olmalısınız da. Birazcık vicdanınız var ise o gencecik adama yaptığınız muamele rüyalarınıza girsin. Girmiyorsa adam değilsiniz zaten, gidin atın lan kendinizi bir yerden! Hiç boşuna kafanıza sıkıp mıkıp devletin size verdiği kurşun istihkakını da harcamayın!
Heee, sanmayın ki size kızgınlığım sadece emrimdeki bir komsere yaptığınız muamele yüzünden. Ulan siz komsere böyle davrandınız da böyle karşıma dizildiniz. Yahu kim bilir sıradan kaç tane vatandaşa yaptınız, yapıyorsunuz aynı muameleyi? Oğlum, herkes anasının babasının kuzusu. Herkesi ana-baba doğurdu.Kimse mağara kovuğunda kendiliğinden olmadı ki?! Sizin hiç mi acımanız yok? Bu üzerlerinizdeki üniformalar vatandaşı korumak için, vatandaş canını, malını, namusunu size emanet ediyor. Size emanet edilen cana böyle davranmaya ne hakkınız var? Size okulda öğretilmedi mi? Mukavemet eden kanunsuz gösteri yapan kimse varsa etkisiz hale getirmenin yöntemleri belli! Daha ne cezası veriyorsunuz? Alın, bağlayın kelepçeyi, koyun ekip arabasına, götürün merkeze, aldırın ifadesini, savcılığa sevk edilsin, onlar zaten gerekeni yapar. Siz nasıl ceza verirsiniz? Sizin ceza verme hakkınız yok! Polisliği ben mi öğreteceğim lan size?
-Amirim, günlerdir uykusuzuz. Yoğun stres altındayız. Göstericilerin o kadar gaza, suya rağmen direnmeleri; slogan atmaya devam etmeleri sinirlerimizi alt üst etti.
dedi bir tanesi.
-Ya oğlum, siz polissiniz. Biz polisiz. Bizim işimiz çok zor iş. Hele bu ülkede çok daha zor bir iş. Tamam, her şey okulda öğretilmiyor, öğrenilmiyor. Elbette o kalabalığın içerisinde size taş atan, çer-çöp atan tipler vardı, vardır. Bu tip gösterilerde bu normal. Zaten sizi böyle tepeden tırnağa kasklarla, korumalı kıyafetlerle boşuna mı giydirdi,donattı oğlum devlet?
dedi ve şöyle bir baktı karşısındakilerin tepkilerine.
Sonra devam etti.
-Ancak çoğunun elinde Türk bayrağı, sizin yaşlarınızda çocuklar. Çoğu öğrenci, bir kısmı genç mühendis, mimar, öğretmen, doktor. Hiç mi empati yapmıyorsunuz lan karşınızdaki kalabalıklarla? Eğer o insanların her biri yerden birer çakıl taşı alıp size atsa ne olur biliyor musunuz, ne olurdu biliyor musunuz?
Sorusu oda da yankılandı. Ama sessizlik geldi arkasından.
-Lan konuşsanıza, ne olurdu? Biriniz söylesin bana!
Yine sessizlikle son buldu cümlesi.
Sinirli bir şekilde bir daha sordu,
-Lan dilinizi mi yuttunuz? Söylesenize!
-Yaralanırdık herhalde amirim.
dedi bir tanesi korkarak.
Güldü.
-Duramazdınız oğlum orada, duramazdınız! O kalabalık ezer geçerdi sizi. Ne yaralanması?! Oradaki kalabalığın amacı size mukavemet değildi. Orada bulunmaktı...Direnmekti.
Tekrar gözlerinin içlerine baktı genç adamların.
-Dedim ya, bizim işimiz zor iş. Elbette ki emir komuta zinciri var. Elbette ki emirle iş yapıyorsunuz, öyle olması lazım zaten. Yalnız hiçbir amiriniz size “hedef gözeterek ateş edin” dememiştir. Böyle bir şey deme hakkı yok çünkü hiçbir amirinizin. Demek ki durumdan vazife çıkaranlarınız var. Çıkartmayın kardeşim. Size verilen emri yapın. Eğer size silahla karşılık verilmiyorsa, siz de silahla karşılık veremezsiniz. Adı üstünde, orantısız güç kullanamazsınız. Vatandaşımız oğlum onlar, düşman değil! Belki içlerinizden bazılarının kardeşleri, kuzenleri, yeğenleri var orada. Başka ülkeden çıkıp gelmiş insanlar değiller ki…
Konuştukça sakinleştiğini hissetti.
Cebinden bir sigara çıkarttı…Derin bir nefes çekti…
Dışarıya uzun uzun dumanını savurdu…
-Daha fazla uzatmayacağım. Bu yaşadığınız olay hepinize ders olsun. Toplumsal olaylara müdahale ederken en önemli silahınız vicdanınız olmalı. Vicdanınız! Komserinize yaptıklarınızdan dolayı hakkınızda soruşturma açılacağını söyledim. Bizzat ben takipçisi olacağım. Bundan sonraki meslek hayatlarınızda bugün yaşadıklarınızdan ders almanızı diliyorum. Daha yolun çok başındasınız çünkü.
dedi.
Sigarasından bir nefes daha çekti. Arkasını döndü onlara. Gitti duvarın dibindeki sandalyeye oturdu. Diğer cebinden tesbihini çıkarttı. Yavaş yavaş çekmeye başladı. Aklına gençliği geldi. Polis okulundaki yılları…Sonra ne geldiyse aklına, gözleri doldu…Belli belirsiz bir inci tanesi süzüldü sol gözünden aşağıya, bıyıklarına doğru. Sonra birden toparlandı, elinin tersi ile gözünü ovuşturdu. Sonra da karşı duvardakilere dönüp
-Çıkın gidin lan! Çıkarken de dediğim gibi sicil numaralarınızı yazın kağıtlara ve masama bırakın!


http://i.imgur.com/Afk1WfF.jpg
Link to comment
Sosyal ağlarda paylaş

Misafir
Bu konu yeni mesajlara artık kapalıdır.
×
×
  • Yeni Oluştur...